Esselâmü aleyküm.
Nasılsınız?
(Av. Güven Yılmaz, iyi olduğunu söylüyor, Carlos’a kendisinin nasıl olduğunu soruyor.)
İyiyim, tatil yapıyorum.
(27 Haziran 1975’de, İsraillilerin güdümünde Paris’te Carlos’a tuzak kuran iki Fransız istihbarat polisi ve bir Lübnanlı muhbirin Carlos tarafından vurulup öldürülmesiyle ve Carlos’un da kaçıp kurtulmasıyla neticelenen hâdiseye atıf yapıyor Carlos ve o günün yıldönümünde tatil yaptığını söyleyerek Av. Yılmaz’la şakalaşıyor.)
Sizde haberler neler?
(Av. Yılmaz, aynı durumların geçerli olduğunu söylüyor.)
Gönüldaş Erdoğan nasıl peki?
(Av. Yılmaz, “sanıyorum iyidir” diyor.)
İyi, iyi, iyi… Tüm gönüldaşlarımızı cezaevinden çıkartacak zaten, değil mi?
(Av. Yılmaz, “zannetmiyorum” diyor.)
Yapacaktır; yapmalıdır.
(Av. Yılmaz, “inşallah” diyor.)
Kumandan Mirzabeyoğlu nasıl?
(Av. Yılmaz, kendisinin iyi olduğunu, Carlos’a devrimci selâmlarını gönderdiğini söylüyor.)
İyi mi peki; çalışmalarını yürütebiliyor mu?
(Av. Yılmaz, Kumandan Mirzabeyoğlu’nun sağlığının iyi olduğunu, yazmaya devam ettiğini, bir problem bulunmadığını söylüyor.)
Bana soracağınız bir şey?..
(Av. Yılmaz, sorusu olmadığını, dilediği gibi konuşabileceğini söylüyor Carlos’a.
Carlos, ilk olarak, “az önceye kadar” cezaevinde boks karşılaşmalarının yapıldığını, aralarında dünya boks şampiyonlarının da olduğu profesyonel boksörlerin gelerek mahpuslarla boks antremanı yaptığını, ortamın havasını güzel yönde değiştiren bu faaliyetleri çok beğendiğini, ancak kendisinin bizzat boks yapmadığını, çünkü kendisinin “pasifist” olduğunu söylüyor ve yaptığı latifeye kendisi de gülüyor…
Sonra, 27 Haziran 1975 tarihinin kendisi için ehemmiyetine tekrar temas eden Carlos, bu tarihte kendisine karşı kurulan bir tuzaktan kurtulduğunu, ama bu sırada ikisi Fransız istihbarat polisi, birisi Lübnanlı ajan olmak üzere üç kişi de öldüğü için kendisi hakkında tutuklama kararı çıkartıldığını; aradan yıllar geçip de Sudan hükümeti Fransız hükümetiyle anlaşarak kendisini CIA’ya sattığında işte bu tutuklama kararının uygulandığını belirtiyor ve bugüne kadar süren cezaevi sürecini kısaca özetliyor…
Bu arada, kendisinin Venezüella tarafından Fransa’dan geri istenmesinin çok kolay olduğunu, ancak Venezüella’daki hainler tarafından bunun engellendiğini, içli dışlı hainler ve düşmanlar tarafından kendisinin cezaevinde tutulmak istendiğini vurguluyor…
Burada Venezüella’nın olumsuz tavrının çok enteresan olduğunu, görünüşte “aynı safta” olduğu Venezüllalı yetkililerin, kendisini Venezüella’da görmek istemediklerini ifâde ediyor; bunun da sebebini çok merak ettiğini ekliyor…
Her ne olursa olsun, direndiğini, hayatta ve ayakta kalmaya devam ettiğini, hattâ Fransız edebiyatı üzerine cezaevinde eğitim bile gördüğünü söylüyor; bu arada, eşi ve avukatı Isabelle Coutant-Peyre’den bahsederek, onun da çok zor şartlarda direnmeye devam ettiğini özellikle belirtiyor…
Saldırgan düşmanın, insanlığın düşmanının, özellikle de müslümanların düşmanının tek bir şeyden anladığını; bunun da, o düşmanın yaptığı saldırılara tüm tüm seviyelerde “misilleme” yapmak olduğunu söylüyor; bugün Iraklı gönüldaş ve kardeşlerin “terör stratejisi” takib ederek yaptıklarının da işte bu olduğunu ifâde ediyor…
Emperyalistlerin ve siyonistlerin müslümanlara yönelik saldırganlıklarından tahrik olan ve Mezopotamya’da bunlara direnen cihadçılardan ilhâm alan, sonra da kendi inisiyatifleriyle eylem koyan “ferdî teröristlerin”, bugün dünyada, özellikle Batıda maddî-manevî tahribat ve kargaşaya yolaçtığını; Tunus’ta “dün” yaşanan ve tek başına hareket eden Tunuslu bir genç tarafından çok sayıda Batılı turistin öldürülmesi gibi hâdiselerin buna örnek olduğunu; sözkonusu hâdisenin, tüm bir Tunus turizmini ve dolayısıyla Tunus Cumhuriyeti’nin ekonomisini çökertebilecek bir gelişme olduğunu söylüyor…
Her ne olursa olsun, artık “korkunun”, bir ideal için savaşan, o inanç için ölmeye hazır olan, kimsenin de paralı askeri olmayan müslümanlar tarafında olmadığını, düşman tarafında olduğunu belirtiyor…
Dünden bugüne, yine davaları için canlarını fedâ etmiş ve kendi örgütü de dahil olmak üzere farklı örgütler bünyesinde samimiyetle savaşmış tüm böylesi insanların hepsinin “saygıdeğer” olduğunu söyleyen Carlos, bugün bu tarz mücadeleler daha çok ve giderek artarak “dinî” bir karakter almış olarak devam etse de, sonuçta emperyalizme ve siyonizme karşı sözkonusu fedaî çizgisini takib ettirdiğini vurguluyor…
ABD’nin, İsrail’in, İngilizler ve Fransızlar başta olmak üzere NATO üyesi müttefiklerin İslâm beldelerinde işledikleri suçlara, katliam ve tecavüzlere, zulüm ve hırsızlıklara, üstelik seyreltilmiş uranyumlu bombalar kullanarak gerçekleştirdikleri sivil katliamlarına işaret eden Carlos, son 200 yıl içerisinde ABD kuvvetlerinin tek başına hem ABD içinde hem ABD dışında katlettiği insan sayısının, Nazilerin, Stalin’in veya başkalarının öldürdüklerinden kat kat fazla olduğunu, ne var ki ABD, İsrail ve müttefiklerinin “uluslararası hukuk”u kendilerine karşı değil, düşmanlarına karşı işlettiklerini, hattâ bu çerçevede uluslararası birçok anlaşmayı imzalama gereği bile hissetmediklerini ifâde ediyor…
Böyle olunca, sözkonusu terörist devletlere mukabele ve misillemede bulunmanın; müslümanlar başta olmak üzere dünya halklarını savunmanın tek yolu olarak da, geriye sadece “terör stratejisi”nin kaldığını, bugün yaşananın da işte bu olduğunu söylüyor; IŞİD’in de devreye girmesiyle beraber, hâdisenin bir “dünya savaşı” çapına doğru geliştiğine dikkat çekiyor…
Bu arada, ABD başta olmak üzere Batının, kendisine direnenlere nasıl bir “insan hakları” revâ gördüğüne örnek olarak, 1984’den bugüne 30 yıldan fazladır Fransa’da mahpus tutulan ve FHKC’de bir dönem yoldaşı olan Georges İbrahim Abdallah’ın durumunu dile getiren Carlos, onun Amerikan ve siyonist hedeflere saldırılarla başlayıp mahpuslukla biten ve uğradığı keyfî zulümlerle devam edegelen hikâyesini özetliyor…
Kendi koydukları kanunlara bile saygı göstermeyen emperyalist ve siyonist düşmanın terörist saldırganlıklarıına karşı, kendi anladıkları dilden, yâni “karşı-terörle” misillemede bulunmaktan başka hiçbir yol kalmadığını söyleyen Carlos, “bundan sonra şayet bir NATO ülkesi -isterse 50 kişilik sembolik bir askerî birlikle olsun- saldırganca amaçlarla müslüman bir ülkeye girerse, hemen o ânda cevabını almalı ve vurulmalıdır!” diyor; artık babalarının çiftliği gibi dünyanın dilediği ülkesine girip saldırma devrinin geçtiğinin bu saldırganlara net biçimde gösterilmesi gerektiğini özellikle vurguluyor ve tekbir getirerek konuşmasını bitiriyor…
Türkiye’deki avukatlarına da selâm söyleyerek telefon görüşmesini sonlandırıyor…)
 
27 Haziran 2015
Baran Dergisi 444. Sayı