Esselâmü aleyküm.
Nasılsınız?
(Av. Güven Yılmaz, iyi olduğunu söylüyor, Carlos’a kendisinin nasıl olduğunu soruyor.)
Biraz gürültülü gerçi burası ama, neyse, mesele değil.
Türkiye’den haberler neler?
(Av. Yılmaz, aynı durumların geçerli olduğunu ve bir problem bulunmadığını söylüyor.)
PKK’nın yaptığı yanlıştan [iki polisin öldürülmesini resmen üstlenerek hükümete savaş ilân etmesinden] kaynaklanan karmaşa bitti mi? Hükümet içinde bir kapı açtılar Türkiye’nin düşmanları için.
Biz sürekli “Gülenciler, Gülenciler” diyoruz. Fakat Gülencilerden ibaret değil ki Türk halkının düşmanları; diğerleri de var. Yalnızca Sabetayistler değil, diğerleri de var; siz daha iyi bilirsiniz benden. İşte bunlar, PKK’nın yaptığı o aptalca üstlenme açıklamasından sonra bir bahane geçirdiler ellerine.
Sızılmıştır PKK’ya. Böylesi büyük örgütlerin özellikle sürgündeki orta seviye liderlerinin yarısına sızılmıştır. Bu da çok üzücü.
Diğer yandan, binlerce Türkün öleceği bir savaşa ne demeye dahil oluyor Türkiye? Ne gerek var Suriye’ye saldırmaya, değil mi? Bırakın huzur içinde yaşasın Suriyeliler; nasıl yaşayacaklarını kendileri tanzim etsinler. Kim ve ne olurlarsa olsunlar, Suriyeli mültecîleri de kamplarda düzgün fizikî şartlarda himaye edersin; hepsi bu.
Tüm bunlar da hükümetteki Müslüman Kardeşler nüfuzunu gösteriyor ki, çok üzücü. Görülen o ki, başlarda düşündüğümüz kadar güçlü değilmiş Gönüldaş Erdoğan; onun da üstünde daha başka güçler varmış.
Her neyse…
Bana soracağınız herhangi bir soru var mı?
(Av. Yılmaz, sorusu olmadığını söylüyor; “gelecek hafta”nın, Carlos’un Sudan’dan Fransa’ya kaçırılışının yıldönümü olduğunu hatırlatıyor Carlos’a.)
Ha, tamam, Ağustos’un 15’i. Doğrudur; kaçırılışımın yıldönümüdür gelecek hafta. Ancak, Sudan’dan önce, Mısır’la alâkalı bazı gelişmelerden bahsetmek istiyorum. Onlar da Sudan’la bağlantılı zaten.
Şayet kaçırıldığım dönem –Sudan’a gitmek yerine- Muhaberat’ın davetini kabul edip eşim ve yoldaşlarımla birlikte Mısır’a gitmiş olsaydım, güvende olur ve bugün burada –cezaevinde- olmazdım. Ne var ki, birtakım siyasî sebeblerden dolayı ben oraya gitmezken, çok hasta olduğu ve tedaviye muhtaç olduğu için, yoldaşlarımdan biri kabul etti bu daveti ve Kahire’ye gitti. Böyle yapmakla ihanet etmiş de olmadı gerçi ve böyle bir amacı da yoktu, Kahire hükümetinin politikalarına katılmıyordu çünkü. Zaten, Muhaberat Akademisi’nde eğitilen ilk el-Fetih mensublarından da biriydi ve hastalığının yanı sıra böyle bir tarihî bağ da vardı Mısır’la arasında.
Belki ben de daha pragmatik davranabilir ve yoldaşlarıma “haydi biz de gidiyoruz” diyebilirdim ama demedim ve şimdi buradayım.
Neyse, önce Mısır’daki önemli gelişmelerden söz edelim.
Birkaç gün önce, Süveyş Kanalı’na paralel ikinci bir kanalın açılışını yaptı Mısır. Kötü bir durumdaki ülkede, olağanüstü bir merasim yapıldı bunun için ve tam miktarını bilemiyorum ama milyonlarca euro harcandı kutlamalara.
Mısır’ın diktatör devlet başkanı Mareşal Sisi ise, 150 yıl kadar önce Mısır Hidivi’nin ilk Süveyş Kanalı’nın açılışında kullandığı aynı yatla geldi merasimlerin yapıldığı yere. Mareşal Sisi’nin bu tavrı, bence çok sembolik bir anlam taşıyordu doğrusu.
Şundan eminim ki, Mısır halkı çok gurur duyuyor olmalıdır bu yeni kanaldan. Sadece bir yılda inşâ ettiler çünkü bu kanalı ve işçileri de Mısırlı askerlerden ibaretti.
Yeni kanal, birçok kişiye yeni iş alanı açacağı gibi, Mısır’ın gelirlerinde de artışa vesile olacaktır. Daha çok geminin bu yeni kanaldan geçme ihtiyacı duyacağını düşünürsek, Mısır’ın dünyadaki nüfuzunu da artıracaktır aynı şekilde. Bu da mantıklı tabiî.
Bu vesileyle söylemek istediğim şey, ki benim intibâm bu yöndedir, Müslüman Kardeşlerin yaptığı –ufak ufak bazı aptalca kararnameler çıkarmak gibi- hatalardan dolayı, onlara oy verenlerin çoğunluğu -hernekadar seçimlerde en fazla oyu Müslüman Kardeşler aldıysa da yüzde 50’nin aşağısındaydı bu oran-, Müslüman Kardeşler’e başkaldırmıştır. O güya dinî fanatiklikleri ters tepmiştir. Mısır ordusu anayasaya aykırı bir darbe yaptığında, -Selefîler de dahil- insanlar desteklemiştir bunu. Selefîler de hâlâ yerli yerinde ve meclistedirler, malûm.
(Mısır hakkında konuşmaya devam eden Carlos, Mareşal Sisi’nin Mısır’da oldukça popüler ve kalıcı gözüktüğünü; normalde Abdünnasır dahil tüm askerî diktatörlüklere karşı çıkmış olan laik azınlıkların bugün Sisi’yi desteklediğini; inançlı olmakla birlikte işinde gücünde kitlenin de aynı şekilde Sisi’ye destek verdiğini; İslâmî inanç ve yorumları çok katı, anlayışlarında kendilerine katılmadığı köktenci ve zahirî bir vurgu sahibi, çok iyi teşkilâtlanmış, küçük ama güçlü bir azınlık olan Selefîlerin askerî hükümete desteklerinin daha da artmış olduğunu söylüyor…
Şu ân Mısır’da olağanüstü bir gelişme daha yaşandığını ve elindeki ABD malı yeni model F-16 savaş uçaklarına ilâveten, Mısır Hava Kuvvetleri’nin şimdi de Fransızlardan Rafale tipi dünyanın en modern savaş uçaklarını aldığını; aşırı pahalı olduğu için bugüne kadar kimsenin satın alamadığı bu uçaklardan 24 adet alan Mısır’ın elbette bunu bizzat ödemediğini ve onun yerine bir başkasının ödeme yaptığını; Fransız bayraklı sözkonusu Rafale savaş uçaklarının, 100 kadar devletin cumhurbaşkanı yahut başbakan seviyesinde katıldığı ikinci kanalın açılış merasiminde bir gösteri yaptığını; 3000 yıldan fazla bir mazisi olan –Kıptî hıristiyanların da o günden bugüne orada yaşadığı- ve bu bakımdan bölgedeki diğer sun’i devletlere benzemeyen Mısır’ın halkının çok gururlu bir halk olduğunu; bu vesileyle, Kıptîlerin, Mısır’da kurulan –Osmanlı adına bir süre Mısır’a hükmeden Arnavut asıllı Hidiv hükümetleri dahil- müslüman hükümetlere daima muhalif olagelmiş bir kitle olduğunu belirtiyor…
Batının ve İsrail’in müttefiği olan Mısır hükümeti, bölgede hiçbir düşmanı olmamasına rağmen ve daha operasyonel silâhlar almak dururken, niçin kendisine faydasız bu kadar pahalı uçakları milyarlarca euro ödeyerek satın alıyor diye soruyor Carlos…
Suudî Arabistan ile -Katar dışındaki- Körfez ülkelerinin parasını ödediğini düşündüğü bu uçaklara rağmen, Arab dünyasının, İslâm dünyasının, İsrail uçaklarının karşısına çıkacak kapasitede olmadığı; hepsinin siyonistlerin ve siyonistlerin müttefiklerinin ayakları altında kalacak bir güç arzettiği tesbitini yapıyor; üstelik “köktenci” olan bazılarının 1969’dan bu yana siyonist devleti finanse ettiğini ekliyor…
Peşinden, Sudan’dan Fransa’ya kaçırıldığı 15 Ağustos 1994’ün yıldönümü münasebetiyle konuşmaya başlayan Carlos, o dönem Sudan’ın başşehri Hartum’da kalan dört ismin CIA’e satıldığını; bu satıştan daha aylar öncesinden haberdar olduklarını; Hasan el-Turabî’nin başında olduğu Sudan İslâmî Cebhesi içerisindeki bazı sempatizanları aracılığıyla bu bilgiyi aldıklarını; hakiki bir İslâm devrimi isteyen Hasan el-Turabî ve çevresindekilerin “iyi müslüman” olduklarını ve normalde müslümanların zaten “iyi” olması gerekirken, maalesef dünyadaki “müslüman” iktidarlar bakımından yüzde 99 nisbetinde böyle olmadığı için ayrıca böyle bir niteleme gerektiğini; CIA’nin taleb ettiği liste içerisinde dört ismin bulunduğunu ve bunların CIA istasyon şefi Cofer Black tarafından Sudanlı yetkililere teslim edildiğini; aynı Cofer Black’in, Usame bin Ladin’in gönderdiği el-Kaide militanlarının Sudan’da -Carlos’un da bir dönem yaşadığı- diplomatik bölgede düzenlediği suikastten kılpayı kurtulduktan sonra Sudan’dan kaçtığını; Usame bin Ladin ve Eymen el-Zevahirî’nin de sözkonusu satıştan haberdar edildiklerini, ancak el-Zevahirî’nin değil, Usame bin Ladin’in listede olduğunu; onun dışında, Ebû Nidal ile birlikte, Beyrut, Trablus ve Hartum arasında mekik dokuyan Hizbullah liderlerinden İmad Mugniye’nin de listede yer aldığını; ne var ki, Amerikalıların, kendi ülkelerinin kanunî süreçlerine uygun olmadığı için, kendisini, Şehid Usame bin Ladin’i ve Ebû Nidal’i “doğrudan” teslim almak istemediklerini; Hizbullah komandolarının bir Amerikan askerini öldürmesi eylemine katıldığı gerekçesiyle, sadece Şehid İmad Mugniye’nin “doğrudan” teslim alınmasını kararlaştırdıklarını; fakat, Ömer el-Beşir’in başında olduğu Sudan diktatörlüğünü o dönem dünyada destekleyen başlıca ülkenin İran olması ve Sudan’a petrolün de İran’dan gelmesi sebebiyle, bu kararın da Sudan nezdinde problem teşkil ettiğini ifâde ediyor…
Sonuç olarak, emperyalizme direnen sembol isimler olarak kendilerinin sırf para için satılmasının tüm prensiblere ihanet etmek bakımından numunelik bir hâdise olduğunu; kaldı ki, “teorik olarak” Sudan devletinin düşmanı olduğu için CIA’in resmen ödeyemeyeceği bu parayı Suudîlerin ödediğini ve ödenen paranın da Sudan halkına veya devletine gitmeyip, Sudanlı hainlerin cebine girdiğini; Fransa’ya kaçırıldığı günden bugüne, tüm dünyadan, içinde Türkiye’den, hattâ Adana’dan avukatların da bulunduğu (Carlos gülüyor) iyi avukatlara sahib olmasına rağmen, bu avukatlarının Fransa’ya gelip giderek tüm kanunsuzluklara şâhid olmalarına karşılık, müsbet bir hukukî sonuç alınamadığını; Fransa’nın en iyi avukatlarından olan eşi Isabelle Coutant’un ve 1998’den beri avukatı olan sağ görüşlü vatansever milliyetçi Francis Vuillemin’in bile, ne yaparlarsa yapsınlar, nereye başvururlarsa başvursunlar, çabalarından hiçbir sonuç alamadıklarını ve Fransa’da kimsenin bunlara aldırmadığını; çünkü meselenin Fransa içerisinde olup bitmediğini; aksine, maruz bırakıldığı hukuksuzlukların “Fransa dışında” kararlaştırıldığını ve diğer ülkelerde yaptıkları gibi, Fransa’da da Fransız halkının sırtından geçinen siyonist unsurların tüm bu yaşadığı kanunsuzlukların ardında olduğunun kendilerince tesbit edildiğini vurguluyor…
Hem İtalyan hem Venezüellalı avukatlarının Fransa’ya geliş gidişlerinde malî zorluklar yaşadıklarını; ancak hukukî savunma noktasında Venezüella’dan hemen hiçbir yardım alamadığını; herşeye rağmen hukuk savaşına devam edeceklerini; düşmanın canı ne isterse yapmasına müsaade etmeyeceklerini; yaptıkları kanunsuzlukların delillerini sergileyeceklerini; bu bakımdan, kanunî bir gerilla savaşı vereceklerini; bu savaşı yüzde 99 nisbetinde kaybetseler bile, bu savaşın belgelerini tarihe emanet edeceklerini; bazı üst seviye Fransız hukuk adamlarının bile, mahrem olarak, Isabelle başta olmak üzere avukatlarına tüm bu kendisine karşı yapılanların hukuksuz olduğunu itiraf ettiklerini ve “Carlos cezaevinden çıkamaz, çünkü hükümet böyle istiyor; hükümet böyle istiyor, çünkü ABD böyle istiyor!” dediklerini; ancak bu Fransız hukukçularının sırf kariyerlerini korumak için olan bitene karşı açıkça seslerini yükseltemediklerini söylüyor…
Venezüella’da da birçok kişinin kendi sırtından “bu şekilde” zengin olduğunu; Venezüella’nın Fransa’da büyükelçiliğini yapanların da bu çerçevede iş gördüğünü ve savunmasını sabote ettiğini; bu büyükelçilerin ancak büyük şirketlerin Fransa’daki temsilciliğini ve komisyonculuğunu yaptığını; Chavez iktidara geldiğinden bu yana, büyükelçilikten bir Venezüella pasaportu bile alamadığını ve hâlâ Chavez öncesinde cumhurbaşkanlığı yapmış Caldera’nın verdiği pasaportu kullandığını; ancak bu pasaportla, herşey artık elektronik olduğu için, Fransa’daki Venezüella büyükelçiliğine bile gidemeyeceğini; hattâ geçerli bir Venezüella kimlik kartının bile bulunmadığını; Türkiye dostu Chavez ne kadar samimi olursa olsun, onun altındaki bürokraside Venezüella’nın ve Venezüella halkının çıkarına çalışmayan hainlerin bulunduğunu; bu insanların, sanki kendisi hiç cezaevinden çıkmayacakmış gibi davrandıklarını; kendisine karşı olan tüm bu kinin en başında ise, kendisini sevmeyen İsrail ve siyonistler bir yana, 1982’de kendisini devşirmeye çalışan ama başaramayan CIA’in bulunduğunu ve o günden bugüne kendisine boyun eğdirmek istediklerini söylüyor; ülkesine, devrime, ailesine ve imân kardeşlerine asla ihanet etmeyeceğine dair Allaha yemin ediyor; Arabça olarak Kelime-i Tevhid’i okuyor…
Av. Yılmaz, Kumandan Mirzabeyoğlu’nun, avukat meslekdaşlarının ve gönüldaşların, Carlos’un gönderdiği mektublardan dolayı teşekkürünü ilettiğinde ise, mektublarının Türkiye’ye artık eskisi kadar geç ulaşmadığını ve cezaevi idaresi bakımından bazı olumlu gelişmeler müşâhede ettiğini söyleyip, bir gün Venezüella’ya giderek Kumandan Mirzabeyoğlu’nu ve avukatlarını orada ağırlamayı ümid ettiğini ifâde ediyor; “sadece Adana’daki avukatımı ağırlamayacağım” diyerek latife yapıyor ve telefon konuşmasını sonlandırıyor…)
Baran Dergisi 451. Sayı