Esselâmü aleyküm.
Nasılsınız?
(Av. Yılmaz, iyi olduğunu söylüyor, Carlos’a kendisinin nasıl olduğunu soruyor.)
Hastayım (Carlos öksürüyor sık sık). Venezüella Büyükelçiliği’nin benim için gönderdiği ve doktor tarafından burada bana yazılan ama pahalı olduğu için alamadığım ilâçları, sırf bana rahatsızlık vermek için teslim etmemişti cezaevi sorumlusu ve bu yüzden ilâçlarla yeniden cezaevine gelmek zorunda kalmıştı büyükelçilik yetkilileri. Benimle uğraşanlar var burada; ellerinden geleni ardlarına koymuyor, beni rahatsız etmek için ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Hâlbuki yaptığım kanundışı hiçbir şey de yok. Bazı hastalıklarım var, malûm. İyi değilim. Her ne olursa olsun, ayaktayım ve direniyorum (Carlos öksürüyor). Ama merak etmeyin; bu yüzden ölecek de değilim.
Bana soracağınız herhangi bir soru var mı?
(Av. Yılmaz, sorusu olmadığını söylüyor.)
Hatırlatmak istediğim bir şey var bugün. Daha önce de hakkında konuştuk birkaç kez: Srebrenitsa Katliamı… Bugün itibariyle tam 20 sene oldu…
(Carlos, 20 yıl önce Bosnalı Sırplar tarafından müslüman Boşnaklara karşı gerçekleştirilen ve 11 Temmuz 1995 günü başlayıp birkaç gün devam ederek binlerce müslümanın öldürülmesiyle sonuçlanan katliamın yıldönümü vesilesiyle konuşuyor ve oradaki insanların katledilmesinin tek sebebinin onların “müslüman” olmaları olduğunu vurguluyor. Lahey Adalet Divanı tarafından bile bu hâdisenin “katliam” olarak tescil edilip kınandığını ekliyor…
Daha sonra hâdisenin nasıl geliştiğini anlatmaya başlayan Carlos, 1993 yılında, iyi bir katolik, dindar, cesur ve namuslu bir insan olan meşhur Fransız general Philippe Morillon’un, bir gün Srebrenitsa’ya, oradaki küçük Fransız askerî birimini, bir müfrezeyi ziyarete gittiğini, ancak tam o ânda Bosnalı Sırp milislerden oluşan büyük bir grubun Srebrenitsa’ya geldiğini ve şehir nüfusunun çoğunluğunu oluşturan müslüman Srebrenitsa sâkinlerini şehirden dışarı sürmek istediklerini söylüyor...
Ne var ki Fransız general Morillon’un –bu sahnenin fotoğrafının da bulunduğunu belirtiyor- kollarını açarak bir askerî cipin önünde dikildiğini ve o büyük milis grubuna “bunu yapmak için önce benim vücudumu çiğnemelisiniz!” dediğini; arkasında korkmuş vaziyette bekleyen Srebrenitsa halkı için bedenini bu şekilde siper ettiğini; zaten küçük bir Fransız müfrezesinin başında olduğu için, Sırp milisleri silâh gücüyle tehdit etmesi gibi bir durumun sözkonusu olmadığını; çoğu emekli Yugoslav ordusu generallerinin kumanda ettiği Bosnalı Sırp milislere işte böyle karşı çıktığını; fakat bu arada tarihî bir hata da yaptığını ve müslüman bölgelerine veya Bosna’nın başşehri Saraybosna’ya göç edip tehlikeden uzaklaşmak isteyen Srebrenitsalılara, Birleşmiş Milletler’in temsilcisi sıfatıyla, “sakın bu şehri terketmeyin, burası sizin topraklarınız, burada kalabilirsiniz, hiçbir şey olmaz, uluslararası toplum olarak biz sizi koruyacağız” dediğini ifâde ediyor…
 Fakat Morillon’un böyle bir anlaşma yapmaya hakkı olmadığını; ancak Srebrenitsa’nın fakir halkının buna uyduğunu ve orada kaldığını; ancak iki sonra da o mahut katliamın gerçekleştiğini; tüm nüfus arasında 15 ilâ 50 yaş arasındaki eli silâh tutan tüm müslüman erkekleri seçip toplayan Sırpların, onları götürüp katlettiğini belirtiyor. Her sene buradaki katliamda hayatını kaybetmiş insanlara ait yeni cesetlerin bulunduğunu ekleyen Carlos, bunun gerçek bir savaş suçu olduğunu; oradaki müslümanların şehrin gerçek sahibi olduklarını, fakat Srebrenitsa’da yaşayan Sırpların ise dışarıdan, Sırbistan’ın doğusundan göçmen olarak gelip oraya yerleştiklerini; meşhur Kosova Savaşı’nda Türklere yenilen Sırplardan sivil halkın bölgeden göçtüğünü; yine Sırplar için savaşan Kosovalı Arnavutların ise yenilmelerine rağmen müslüman olduklarını; Arnavutlar, bu şekilde, kökleri itibariyle aslen hıristiyan ve Sırplar için de kutsal bir bölge olan Kosova’da kalırken, Kosovalı Sırpların ise o dönemin Bosna’sına göçerek yerleştiklerini; lâkin yerleştikleri o yerlerin –kendisinin de uzun yıllar önce gidip gördüğü- Bosna’nın o yeşil, nehirlerin uzandığı güzel bölgeleri olmadığını, daha çok Bosna’nın nüfusu az dağlık bölgeleri olduğunu; ancak nüfusça az olmalarına rağmen, sonra müslüman olacak gerçek Bosnalılara nazaran çok daha fazla toprağı işgal ettiklerini söylüyor…
Bosna’nın o dönemdeki yerli halkının ise, henüz müslüman olmamakla beraber, hem ortodoksluğu hem de katolikliği reddeden bir başka hıristiyan mezhebine bağlı olduklarını; buna rağmen hayatta kalmayı da başardıklarını; çünkü Sırbistan tarafıyla ortodoks Avrupa ve Hırvatistan tarafıyla katolik Avrupa arasında sınır bölgesi olma vasfını taşıdıklarını vurguluyor…
Derken, Kosova’da Sırpları yenen müslümanlar Bosna’ya ulaştıklarında da, o dönemin en açık fikirli, en medenî, başka inançlara en hoşgörülü topluluğu olan müslümanların inancından etkilendiklerini; tek olan Allah inancını kendi mezheblerine de yakın ve vahiy çizginin devamı olarak görerek “sahici” müslüman olduklarını ekliyor…
Sonra uzun uzun Yugoslavya’nın dağılmasıyla ve bölgede yaşayan hiçbir kavmin çıkarına olmayan ayrılıklarla ilgili olarak, daha önce de BARAN için konuştuğu çerçevede bilgi veriyor; ne var ki, Srebrenitsa katliamının, bugün Türkiye’ye karşı, İsrail müttefiği Sabetayist subaylar tarafından zamanında Ermenilere karşı yapılan katliam çerçevesinde örnek gösterilerek aleyhte kullanıldığını ifâde ediyor…)
 
11 Temmuz 2015
Baran Dergisi 446. Sayı