Esselâmü aleyküm.
Nasılsınız?
(Av. Güven Yılmaz, iyi olduğunu söylüyor, Carlos’a kendisinin nasıl olduğunu soruyor.)
İyiyim, güzel bir hava var burada, ama ortam çok gürültülü.
(Carlos, Av. Yılmaz’dan müsaade alıp konuşmasına ara veriyor ve telefonda konuşan bazı mahkûmlardan yüksek sesle konuşmamalarını rica ediyor.)
Türkiye’den ne haberler var?
(Av. Yılmaz, aynı durumların sözkonusu olduğunu, herhangi bir problemin bulunmadığını söylüyor Carlos’a.)
Aynı durumlar var, anlıyorum. Peki, bana soracağınız herhangi bir soru var mı?
(Av. Yılmaz, sorusu olmadığını söylüyor Carlos’a.)
Sudan’la ilgili olarak gündemde olan bir hâdise hakkında konuşmak istiyorum öyleyse. Sudan’ın -kendi sahasında- en büyük partisinin (Millî Ümmet Partisi) milliyetçi sufi lideri (eski başbakanlardan) Sadık el-Mehdî, birkaç haftadır düzenli olarak El-Cezire televizyonuna çıkıyor ve her hafta, farklı bir konuda kendisiyle gerçekleştirilmiş bir görüşmeye yer veriliyor, bu Arabça mülâkatlar da haftanın farklı günlerinde yayınlanıyor.
Bu zâtın, insanlar hakkında, ülkesi hakkında, şu veya bu konuda yaptığı açıklamalar, ister istemez 21yıl öncesine, hattâ daha öncesine götürüyor beni.
Kendisiyle şahsî bir temasım olmadı gerçi. Görüşmek de istemedim. O zamanki Sudan hükümetinin düşmanıydı kendileri ve yine o sıralar büyük bir karmaşa içerisindeydi çünkü Sudan.
Çürüme ve yozlaşma, İsrail ve NATO’nun sabotajı olan bir ihanet ve münafıklık almış başını yürümüş; İslâma ve Şeriat’a saygı göstermeyen “İslâmcı” bir hükümet, para karşılığı fuhuş yapanlara eş, kendisini satmış, yâni para karşılığı beni, Usame bin Ladin’i, Ebu Nidal’i ve İmad Mugniye’yi satmışlardı. Öyle aldıkları politik bir pozisyondan dolayı da değil, sırf para için!
Şöyle söyleyeyim: Şayet o gün onlara bir milyon dolar verebilseydik, Sudan’da olurdum bugün hâlâ; bu kadar basit.
Televizyon programına dönersek; vatansever ve Sufi müslüman büyük bir aileden gelen Sadık el-Mehdî’nin büyük büyük babası, İngiliz işgaline karşı direnişe liderlik etmiş; sonuçta İngilizlerce mağlubiyete uğratılmış olsa bile, emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı savaşan -müslüman olsun olmasın- herkes için siyasî çerçevede bir örnek teşkil etmiştir.
Bu vesileyle, beni şaşırtan bir şeyden bahsedeceğim: Sudan aklıma geldiğinde, -oradan “satılıp” Fransa’ya cezaevine gönderilmiş olsam bile- nedense hiçbir nefret hissetmiyorum. Aksine, Sudan’ı ve Sudanlıları seviyorum. Hartum’un bahsi geçince duygulanıyorum. Sudan’ın o farklı unsurlar barındıran melez toplumunu seviyorum. Dost canlısıdır oradaki insanlar.
Sudan bahsinde beni çok şaşırtmış ve başka hiçbir Arab ülkesinde de rastlamadığım bir hâdiseyse şudur: Çok hürdür orada kadınlar. Kendi an’anevî elbiselerini giyinmiş olarak, her yerde boy gösterirler. Öyle başka Arab ülkelerindeki gibi utangaç veya ikinci sınıf pozisyonda değildirler. Güya Şeriat’ın uygulandığı ülkeler dahil, başka her yerde kadınlar cemiyet meydanından uzak tutulmaya çalışılır oysa. İşte Sudanlı kadınların bu özelliği, orada bulunmuş herkesi gibi, beni de çok etkilemiştir. Kendine has bir toplumdur kısacası Sudan toplumu.
Diğer yandan, Sudan hükümeti ve ordusu, üstelik tüm katmanları bakımından, İsrail’e karşı verilen mücadelenin safları arasında olagelmiştir daima ki, bu da elbette iyidir.
Sudan hükümeti de, an’anevî olarak, milliyetçi bir çizgi takib edegelmiştir. En azından resmî olarak böyledir. Arablar için konuşuyorum tabiî. Sudan’ın güneyi ise, dinî ve etnik yönden daha farklı bir toplum yapısına, aşiret yapısına sahibtir.
Arab Sudanlılara gelince, bunlarda Arab kanı, Arab dili ve Arab kültürü mevcuttur. İşte böylesi Sudanlılarda, başka hiçbir yerde rastlayamayacağınız özellikler sözkonusudur. Bir örnek vermek isterim size:
Son derece az sayıdaki Hıristiyan varlığı dışında, çok dindar bir müslüman halkı vardır Sudan’ın. Yine aynı zamanda, Sudan’ın, başka hiçbir Arab ülkesinin almadığı pozisyonları vardır. Erkeğiyle kadınıyla ezici çoğunluğu okur yazar olan Sudan halkının, kendilerine göre bir bağımsızlık duygusu vardır ve hiç kimseden emir almazlar.
İşte buna bir örnek olarak, Arab dünyasının o dönem en büyük komünist partisi olan ve tam 200 bin aktif üyesi bulunan Sudan Komünist Partisi, müttefiği olsalar dahi hiçbir zaman Sovyetler’in ajanı olmamış; çok dindar olmasalar bile daima Arab ve müslüman kalmış; Moskova’ya bağlı diğer tüm komünist partiler İsrail’in o tarihteki kuruluşunu hoş karşılar ve Arab dünyasındaki komünist partiler ise rahatsız olsalar da açıkça seslerini yükseltemezken, sadece Sudan Komünist Partisi buna açıkça karşı çıkmış ve İsrail’in kuruluşunu kınamıştır. Hem liderliği hem de üyeleri bakımından Sudan Komünist Partisi, Sovyetler’den ayrı böyle bir yaklaşımı savunma cesaretini göstermiş, bunu asla kabul etmeyeceklerini ilân etmiştir. Sudan halkının büyüklüğünü gösteren küçük bir örnektir bu hâdise.
(Carlos, Sudan’ın bir süreden beri hem iç çatışmalar hem de yabancı müdahaleleri dolayısıyla zayıf düştüğünü, Güney Sudan içerisindeki savaşın bazen duraklayarak bazen alevlenerek bile olsa daima süreceğini, Sudan’ın kalanının ise azalan petrol gelirleri dolayısıyla daha da fakirleşeceğini söylüyor. Hartum’daki mevcut hain rejimin temsilcilerinin ise, Suudîlerin yanında Yemen Zeydîlerine savaş açmaları hâdisesinde olduğu gibi, kim ceplerine birkaç milyon dolar koyarsa ona yanaşmaya ve kendilerini satmaya devam ettiğini ekliyor. Libya’da Kaddafî’ye nasıl ihanet ettiklerini ve sınırlarını kapattıklarını da bilvesile hatırlatıyor.)
Bugün size Sudan’dan bahsetmeme de, işte televizyonda bu öğleden sonra karşıma çıkan Sadık el-Mehdî oldu. Kendisiyle Sudan’da görüşebilirdim ama güvenlik mülâhazaları dolayısıyla bu gerçekleşmedi. Hartum’da yaşadığım yıllarda çok tuhaftı çünkü durum.
Sudan için en iyisinin olmasını dileyelim.
Bu arada, ihanet sadece Sudan’da yaşanmıyor. Çok ama çok üzücü bir durum olarak, tüm Arab dünyasında kol geziyor.
Daha önce de birçok kez dile getirdiğim bir tesbitimi tekrar hatırlatarak bitireceğim:
Mükemmel olmaktan çok uzak olan bugünkü Suriye rejimi, bir süre daha iktidarda kalacaktır. Öbür tarafta ise, dünyanın tüm büyük güçleri, Irak ve Suriye’deki İslâmcı hükümete cebhe almış durumdadır. Hernekadar aralarına belli bir Suudî sızması olsa bile, dünyanın tüm emperyalistleri, hattâ Ruslar dahi bu insanlara karşıdır. Buna rağmen, atom bombaları olmayan, hava kuvvetleri olmayan, modern silâhları olmayan, özellikle Kuzey Irak’ta fethettikleri bölgelerde ele geçirdikleri ve Amerikan ordusundan güya Irak Cumhuriyet Ordusu’na devredilmiş silâhlarla savaşan bu insanlar kimseden korkmuyor da, karşılarındaki herkes, tüm bir dünya onlardan korkuyor!
Demek ki, Batı ajanı olmayan, münafık olmayan bu insanlara; siyasî bakımdan bulundukları pozisyonları net olarak bilmiyor olsak da, sayıları azınlıkta olsa da, direnişin lider kademelerinde bulunan Baasçılara saygı duymalıyız en azından. Iraklı bu mücahidler, daha güçlü pozisyonlar kazanıyor günden güne ve umarım çok uzun bir süre daha hep böyle direnmeyi başarırlar. Zaten oradaki jeopolitik durum da değişmek; 1916’da Fransızlarla İngilizler tarafından bozulan –İslâma, Arablara, Kürtlere, yüzde 90’ından fazlası müslüman olan tüm bölge halklarına ters- iğrenç sınırlar, kendi tarihî, an’anevî ve tabiî hâline döndürülmek zorundadır.
Bundan önce de birçok defa söylediğim gibi, bir şey çok açıktır:
Korku, “Büyük Suriye” veya “Tabiî Suriye” topraklarında başkaldıranların, devrimcilerin, Baasçıların veya İslâmcı mücahidlerin safında değil, dünyanın tüm diğer güçlerinin safındadır.
Allahü Ekber.
 
(Carlos, mutad konuşması bittikten sonra, Kumandan Mirzabeyoğlu’na çok selâm söylüyor, zaman zaman O’nu düşündüğünü ve O’nun örnek bir lider olduğunu ifâde ediyor.)