Esselâmü aleyküm.
Nasılsınız?
(Av. Güven Yılmaz, iyi olduğunu söylüyor, Carlos’a kendisinin nasıl olduğunu soruyor.)
Bugün hava oldukça soğuk burada; rüzgârlı. Onun dışında, herşey yolunda.
Bu sabah Avustralyalı bir şair geldi ziyaretime. Ayrıca, buradan gönderilen ve cezaevindeki tiyatro faaliyetlerinden bir dönem sorumlu olan edebiyat öğretmenimiz de görmeye geldi yine.
Velhâsıl, birlikte iyi vakit geçirdik bu sabah.
Bu arada, İngilizce bir şiir yazmıştım geçen Perşembe ve onu da takdim ettim misafirlerime.
Cezaevinde berbat bir hayat sürüyoruz sonuçta. Elden geldiğince zihnen verimli olmaya çalışıyorum bu yüzden. Cezaevi gibi suçlularla kuşatılmış bir ortamda tamamen dejenere olmamak bakımından, mahpuslar için bu tür şeyler mühim.
Suçlu derken, sırf kanun karşısında suçlu olan insanları kasdetmiyorum. Kirli işler yapmış olanları, fuhuşsuçlularını falan kastediyorum. Her türlü pisliği yapmış olanları…
Neyse…
Türkiye’den ne haberler var?
(Av. Yılmaz, herhangi bir problem olmadığını, hep benzer haberlerin sözkonusu olduğunu söylüyor.)
Özel bir şey yok diyorsunuz.
Peki, Beşşar Esad’a yardım ediyor mu Erdoğan, yoksa henüz başlamadı mı?
(Carlos, yaptığı lâtife dolayısıyla gülüyor ve “daha önce de birçok kez ifâde etmiştim” diyerek, Suriye rejimini, ülkesini ve halkını tanıdığını; ayrıca, orada yoldaşları da olduğunu söylüyor. Dürzîleri, Alevîleri, Suriyeli müslümanları, Kürtleri, hepsini tanıdığını söyleyen Carlos, PKK’dan önceki Kürt liderleri bile tanıdığını ekliyor…
Rejimin tıkandığını ve artık böyle devam edemeyeceği bir noktaya vardığını söyleyen Carlos, buna rağmen, rejim değişiminin şiddet kullanılmadan yapılması gerektiğini vurguluyor. Hele mezhebî şiddetin hiçbir şekilde işe yaramayacağını ifâde ediyor…
Bu noktada, tüm çatışmaların sonlandırılması ve milletlerarası gözetim altında seçimlere gidilmesi gerektiğini; bu seçimlere Cumhurbaşkanı Beşşar Esad’ın liderliğinde de gidilebileceğini; fakat kimin devlet başkanı olacağına Suriye halkı dışında başka hiç kimsenin, ne Amerikalıların, ne İsraillilerin, ne de NATO ülkelerinin karar veremeyeceğini vurguluyor…
Ancak bu temel ortaya konulduktan sonradır ki, halkın seçimlere giderek yeni bir rejim, yeni bir anayasa ve yeni bir devlet başkanı seçebileceğini ifâde eden Carlos, dışarıdan askerî bir müdahale olmaksızın, halkın aynı veya farklı bir devlet başkanı seçmekte tamamen hür olması gerektiğini söylüyor…
Suudîlerin bugün hem dürüst cihadçıları ve hem de Baasçı Nakşibendîleri yönlendirdiğini; busavaşın ve yıkımın daha uzun bir zaman sürmesinden şahsen korktuğunu belirtiyor…
Belli olan şeyin ise, IŞİD’teki kardeşlerin ve Şam’daki Suriyeli arkadaşların belli bir anlayışı paylaşması, her iki tarafın da hükümet gibi davranması ve ülkeyi kırıp dökmekten kaçınması olduğunu; örnek olarak da birbirlerinin bölgelerindeki petrol endüstrisini tahrib etmediklerini ifâde ediyor…
Devlet menfaatini korumaktaki bu ortak hassasiyet dolayısıyladır ki, gelecekte bu iki tarafın belli bir anlayış noktasında buluşabileceğini; İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin geçmişte kurduğu Suriye ve Irak devletlerinin bugün aynı sınırlarla sürdürülemeyeceği noktasında bir anlayış birliği tesis edebileceklerini; o bölgede yeniden çizilecek sınırlarla muhtemelen yepyeni devletlerin ortaya çıkacağını; kendisinin bölünmeden değil birleşmeden yana bir insan olmasına rağmen, gidişin oraya doğru olduğunu söylüyor…
Fakat, böyle bir yeni sınır çizilmesi durumunda bile, orada yaşayagelmiş irili ufaklı kavim veya azınlıkların millî haklarının; aynı şekilde, o bölgedeki tarihî mezheblerin millî ve mezhebî haklarının da tanınması gerektiğini vurgulayan Carlos, millî, dinî ve mezhebî hakların Filistin’deki müslümanlar, hıristiyanlar ve yahudiler için de tanınması gerektiğini, ancak siyonist İsrail varlığının başbakanının “Filistin devleti diye bir şey asla olmayacak!” şeklinde bir açıklama yaptığını belirterek, madem bölgedeki haritalar yeniden çizilecek, o hâlde bu “daha tabiî” sınırlar oluşturmak çerçevesinde olsun diyor. Ne var ki, tüm bu plânlar yapılırken, “daha tabiî” sınırlar oluşturmak diye bir düsturun Filistin için sözkonusu edilmediğini, bunun da merak uyandırıcı olduğunu ifâde ediyor…
Bugün ABD emperyalistleri başta olmak üzere, bölgede emperyalistlerce yürütülen “müdahale” politikasının ardında, atılan her bir bomba için mantıksız biçimde kendilerine milyonlarca dolar ödenen silâh tüccarlarının ve silâh fabrikalarının  bulunduğunu; bu paranın finansmanının da ABD halkından ve ABD tarafından sömürülen insanlardan çıkartıldığını; zaten nükleer silâh sanayiinden dolayı, bundan böyle yeni bir dünya savaşının gerçekleşemeyeceğini; bu yüzdendir ki, artık ihtiyaç duyulmayan o  silâhların bölgede kullanılarak tüketildiğini; böylece kapitalist idareci sınıfların ve malî suçluların ceplerini de doldurma fırsatı bulduklarını söylüyor…
İslâmın büyüklüğünün faizi yasaklaması ve bunu büyük bir günah sayması olduğunu vurgulayan Carlos, İslâmda paradan kâr sağlama telâkkisinin şeriatça kesinkes yasaklandığını, paranın ancak bir mübadele vasıtası olarak kabul edildiğini ifâde ediyor. İslâm’daki gibi net biçimde yasaklanmamış olmasına rağmen, faizin hıristiyanlar için de günah olduğunu, ancak ABD gibi güya protestan bir ülkede bu günahın apaçık işlendiğini belirtiyor…
“Saçmalıklar dünyası”nda yaşadığımızı söyleyen Carlos, bu tür şeylerin artık aynı şekilde devam edemeyeceğini, dünya halklarının artık buna tepki göstereceğini düşündüğünü ifâde ediyor…
Yaşanan saçmalıklara bir diğer örnek olarak, ABD’nin Venezüella’yı kendisi için “tehlike” olarak ilân eden son kararını gösteren Carlos, Latin Amerika’nın her yerinde bu kararı protesto eden gösteriler düzenlendiğini; Latin Amerika’nın tüm devlet başkanları da dahil olmak üzere, sendikaların, Amerikan ajanı olmayan politik partilerin, herkesin bu kararı protesto ettiğini söylüyor…
Türkiye’nin, nüfusuyla, ordusuyla, gelişen sanayiiyle büyük bir ülke, hassas bir bölgedeki güçlü bir ülke, oynaması gereken tarihî rolü olan bir ülke olduğunu söyleyen Carlos, sırf böyle diye, “Türkiye’nin ABD için bir tehlike teşkil ettiğini kabul edebilir misiniz?” diye soruyor. Türkiye nasıl aradaki onca mesafeden dolayı ABD’nin kendisi için bir tehlike  teşkil etmiyorsa; Türkiye kadar olmasa bile, yine aralarındaki uzaklıktan dolayı Venezüella’nın da ABD’nin kendisi için bir tehlike teşkil etmediğini vurguluyor. Böyle bir “tehlike”nin ancak Erdoğan’ın liderliğindeki müslüman Türk hükümetinin doğru safı seçmesi durumunda, ABD’nin emperyalist politikaları için geçerli olabileceğini ekliyor. Hattâ böyle bir durumda Türkiye’nin, ABD’nin stratejik plânları için Venezüella’dan çok daha büyük bir “tehlike” teşkil edebileceğini söylüyor…
Böylesi saçmalıkların herkesin farkında olduğuna bir örnek olarak, Latin Amerika Milletler Birliği’nin başkanı olan eski Kolombiya cumhurbaşkanının bile –ki devrimci bir insan olmadığını ve Kolombiya’nın köklü bir oligarşik ailesinden geldiğini vurguluyor Carlos-, bir açıklama yaparak, “Venezüella ABD’ye nasıl tehlike oluyormuş?” diye sorduğunu anlatıyor…
Fakat Venezüella’nın bir bakıma tuzağa düşmekte olduğunu ve asıl yapması gerekenler dururken konuşmakla, propagandayla, kınamayla, ABD’nin Venezüella’ya yönelik askerî darbe komplosunun belgelerini göstermekle kaldığını ifâde eden Carlos, ABD’nin son aldığı ve Venezüella’yı kendisine tehlike sayan kararının, tüm saçma görüntüsüne rağmen, aslında saçma olmadığını belirtiyor. ABD’nin sözkonusu ilânının ardında, Venezüella’nın elindeki delillerle beraber uluslararası kuruluşlara giderek ABD’yi sembolik olarak bile olsa “haydut ülke” statüsüne sokabileceği korkusunun yattığını, “tehlike” ilânının da işte bunu engellemeye yönelik bir hamle olduğunu düşündüğünü söylüyor.
Venezüella’nın, Roma, Cenevre, Lahey merkezli milletlerarası hukuk zeminleri yanında, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, UNESCO gibi milletlerarası kurum ve kuruluşlarda ısrarlı bir mücadele vermesi; ABD’yi sembolik olarak bile olsa “haydut ülke” statüsüne sokulabileceği ve bir takım müeyyidelerle karşı karşıya kalabileceği bir noktaya getirmeye bakması gerektiğini, ancak Venezüella hükümetinde böyle bir cesaretin görünmediğini söylüyor…
Hâlbuki böyle yapıldığında, Nazilerin 12 yılda öldürdüğünden çok daha fazla insanı son 200 yılda katleden ve dünyanın beş kıtasında işlenmedik cinayet bırakmadığı gibi, hâlâ da bunlara devam eden ABD’nin ve suç ortaklarının bugüne kadar müslüman ülkelere saldırmak için istismar ettiği “uluslararası hukuk”un artık kendi aleyhlerine döneceğini, ellerinden bu silâhın alınacağını vurguluyor.
Ne var ki, Fransız “Lambertist” Troçkist danışmanların etkisinde kalan Venezüella devletinin bir türlü doğru kararlar alamadığını ekliyor…
Hem kalbinden hem beyninden gelen bir ifâde olarak “Lâ ilâhe illâllah, Muhammedun Rasûlullah” dediğini vurgulayan Carlos, Allaha güvendiğini söylüyor ve mükemmel bir insan olmamasına, küçük günahları olmasına rağmen, bunların utanç verici şeyler olmadığını, bu bakımdan, müslüman kardeşlerinin kendisiyle gurur duyabileceğini söylüyor ve tekbir getiriyor.
Kumandan Mirzabeyoğlu’nı sımsıkı kucakladığını söyleyen Carlos, Türkiye’deki durumu iyileştirmek için hareketlenmemizi; şiddet yoluyla değil, politik çerçevede hızlanarak bunu gerçekleştirmemiz gerektiğini söylüyor ve konuşmasını bitiriyor.)

Baran Dergisi 428. Sayı