Ebussuud Efendi risalesinin son kısmında vakfın tescili konusunu ele almış ve oldukça detaylı ve dakik bir yol tesbit etmiştir. Özetle aktarmak gerekirse; para vakıflarının İmam Muhammed’in görüşlerine dayandırılması durumunda vakfeden ve mütevellinin kadıya gitmeleri gerektiğini belirtmektedir. Vakfedenin vakıf işleminden dönme talebinde bulunması, mütevellinin vakfın geçerli (sahih) ve bağlayıcı (lâzım) olduğunu ileri sürerek bu talebin reddini istemesi üzerine kadının vakfın geçerli ve bağlayıcı olduğuna hükmetmesi neticesinde para vakfı tescil edilmiş olur. Tescilin İmam Züfer’in görüşüne istinad edilmesi durumunda ise öncelikle İmam Züfer’in görüşüne dayanılarak vakfın geçerli olduğuna, ardından da İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’in görüşüne istinaden vakfın bağlayıcılığına ayrı ayrı hükmetmek gerekmektedir. Her iki hüküm birbirinden müstakil kabul edildiğinden bir konuda iki ayrı müçtehidin görüşünü birleştirmek gibi olumsuz bir durum da (yani halt-ı mezahib) söz konusu değildir. Ebussuud Efendi’ye göre para vakfının geçerliliği ve bağlayıcılığı birbirinden bağımsız iki ayrı meseledir. Dolayısıyla kadı, her iki meselede farklı müçtehidlerin görüşlerine istinaden hüküm verebilir. Maslahata binaen bu tür uygulamaların yapılmasında mahzur yoktur.

Ebussuud Efendi, her ne kadar risalesinde para vakıflarının İmam Muhammed’in tanımladığı teamül esasına dayandırılmasını savunsa da, uygulamada vakfiyelerin İmam Züfer’in görüşüne göre yazılması tercih edilmiştir. İçlerinde Ebussuud’un da olduğu ilim adamlarınca düzenlenip padişah onayına çıkarılmış bulunan 1548 tarihli emirnamede, para vakıflarının İmam Züfer’in görüşüne göre tescili öngörülmüş, tescil usûlü olarak da Ebussuud’un risalesinde ileri sürdüğü prosedür benimsenmiştir. Anlaşıldığı kadarıyla para vakıfları gibi tartışmalı bir konuda meseleyi örfe istinaden çözmektense, para vakfını açıkça caiz gören bir otoriteyi delil göstermek daha makul kabul edilmiştir. Para vakfını serbest bırakan emirde İmam Züfer’e atıf yapılması bu duruma işarettir. Uygulamada para vakıfları İmam Züfer’in görüşüne göre tescil edilirken, bu vakıflara meşruluk kazandıran fıkhî anlayış çerçevesinin şekillendirilmesinde Ebussuud’un risalesinde savunduğu temellendirme tarzı ile mutabık kalınmıştır. Para vakıflarının meşruiyetinin İmam Muhammed’in teamül prensibine dayandırılabileceğini, cevazı yalnızca İmam Züfer’in içtihadına hasretmenin doğru olmadığını savunan ulemanın görüşleri de emirnamenin gerekçesinde yerini almıştır.

Öte yandan Ebussuud Efendi “Bidâat’ül-kâdî” isimli eserinde para vakfının tescili ile ilgili olarak geliştirdiği belge örneğinde “Vakfeden, mezkûr meblağın mütevelli aracılığıyla riba şüphesinden uzak, şer’î muameleler ve geçerli kâr oranları çerçevesinde çalıştırılmasını şart koşmuştur” ifadelerine yer vermiştir. Böylece vakfedilen paranın mütevelli aracılığıyla riba şüphesinden uzak, şer’î muameleler ve geçerli kâr oranları çerçevesinde çalıştırılmasını şart koşmak da tescil prosedürü içerisine dâhil olmaktaydı. Zira ifade ettiğimiz gibi Ebussuud Efendi, paranın muamele-i şer’iyye yoluyla işletilmesini, haram olan riba kapsamında görmemektedir. Ancak muamele neticesinde devletin belirlediği oranın üzerine çıkılamayacağını, bu oranın üzerindeki rıbhın meşrû olmadığını, böyle davrananların cezalandırılması gerektiğini ifade etmiştir. Buradan da anlaşılmaktadır ki, vakıf paranın muamele yoluyla çalıştırılmasında sakınca görmeyen Ebussuud, meselenin makul ve kanunî ölçülerde kontrolünden yanadır. Nitekim kimi araştırmacıların da dikkat çektiği gibi, vakıf paraların devletin belirlediği oranlar çerçevesinde işletilmesi, kredi kullananlar açısından oldukça olumlu neticeler vermiş ve tefeciliğin önlenmesinde etkili olmuştur. Sağladığı kredi imkânlarının yanı sıra, savunma harcamalarına yönelik para vakıfları da kurulmuştur. Ebussuud Efendi’nin bu amaçla para vakfedilmesini uygun gördüğü fetvalarından anlaşılmaktadır.

1548 tarihli emirnameden sonra para vakfı tartışmaları yatışmış ve bu vakıflar büyük hüsnü kabul görmüşlerdir. 16. asrın büyük Hanefi hukukçusu İbn Nüceym, yapılan tartışmalara hiç girmeksizin, para vakfının cevazına fetva vermiştir.

Ayrıca, para vakfı uygulaması yerleştikten sonra bu konuya dair yapılan itirazlar dikkate alınmadığı gibi tepki de görmüştür. Bunun en uç örneği, Şeyhülislam Yenişehirli Abdullah Efendi’nin fetvasıdır. 18. Asır şeyhülislamlarından olan Abdullah Efendi, para vakıflarının ve muamele-i şer’iyye ile işletilen vakıf paranın haram olduğunu, para vakfedenlerin cehennemlik olduğunu, bu vakıftan para alarak görev yapan imama uyulmayacağını iddia ederek ahali arasında karışıklık çıkmasına ve halkın mescitlerden soğumasına neden olanların şiddetle cezalandırılıp, iddialarından vazgeçinceye kadar zindanda tutulmaları gerektiğine dair fetva vermiştir.

Diğer taraftan Ebussuud Efendi’nin risalesinde, para vakıflarının işletilme tarzının ne olacağına dair bir beyan yoktur. Yalnızca el-Attabiyye’den yaptığı nakilde paranın mudarebe (emek-sermaye ortaklığı, yani sermaye vakıftan, emek ise sermayeyi kullanandan) yoluyla işletileceği söylenmektedir. Para vakfına karşı çıkanların gerekçelerinden biri, para vakfının bey’-i îne gibi muamele-i şer’iyye adı verilen uygulamalar yoluyla işletilmesidir. Fetvalarından anlaşıldığı kadarıyla Ebussuud Efendi’ye göre muamele uygulaması içtihad ve yoruma dayandığı için bu uygulamaya karşı çıkanlara küfür isnad edilemez. Bu noktada bu kişileri iman tazelemeye davet eden İbni Kemal’den ayrılmaktadır.

Ebussuud Efendi Osmanlı Türklerinin yaşadığı Anadolu ve Rumeli yörelerinde örf haline gelmiş para vakfı uygulamasını Hanefi mezhebi çerçevesinde ele almıştır. İmam Muhammed’in menkul malların vakfında örfü kıstas alan yaklaşımını geniş bir tarzda yorumlayarak kendi yaşadığı dönem ve coğrafyada oluşan örfü hukuken geçerli saymıştır. Buna mukabil muhalifleri ancak müçtehid imamların yaşadığı dönemde geçerli olan örfün -icma kapsamında- kaynak olarak kabul edilebileceğini, müçtehid imamlardan sonraki devirlerde oluşan örflerin, müçtehidlerin dönemlerindeki örflere ilhak edilebildiği ölçüde dikkate alınacağını savunmuşlardır. Aradaki fark bu noktada kendisini göstermektedir. Ebussuud nasslar çerçevesinde hukuk ile hayatı irtibatlandırmıştır.

Bu meselede Ebussuud ve Birgivî’nin yaklaşımlarını mukayese eden Katip Çelebi’nin beyanına göre, “Birgivî Efendi müttekî ve müteşerrî olmakla beraber, ahval-i nâsa (insanların hallerine) vukuf için tarih kitaplarını dahi incelememiş” bir insandı. “Bundan dolayı para vakıfları ile ilgili teklifi örfe muhalif olmakla asla faydalı olamamış, uygulama imkânı bulamamıştır.” Ebussuud’un başarısı işte tam burada ortaya çıkmaktadır. Nitekim Ebussuud’u “hikmet-i nazariye ile hikmet-i ameliyeyi birleştiren ulema” arasında zikreden Cevdet Paşa’nın da belirttiği gibi, içtihadın bir şartı da insanların hal ve işlerine vakıf olmak, içinde yaşadığı cemiyeti tanımaktır. Ebussuud’un meselede içtihad çerçevesinde değerlendirilebilecek fıkhî faaliyetler gerçekleştirebilmesinde bu husus önemli bir amil olmuştur. Ancak burada vurgulanması gereken bir nokta da şudur: Para vakıfları meselesindeki yaklaşımı o dönemin içtimaî durumundan etkilenmekle beraber Ebussuud Efendi, konu ile ilgili temellendirmelerinde bu hususu fazla ön plana çıkarmamıştır. İbn Kemal ve Sofyalı Balî Efendi ise para vakıflarına temas ederken çağın şartlarına, para vakfının o günkü fonksiyonuna bilhassa vurgu yapmışlardır. Vakıf akarların yangın vb. nedenlerle harap olduğu, bundan dolayı halkın para vakıflarına yöneldiği, Rumeli’deki birçok imaret, medrese, mescit ve câmiin, kasaba ve şehir sularının para vakıfları sayesinde finanse edildiği gibi hususların altını çizmişlerdir. Zamanın değişmesiyle bazı hükümlerin değişeceği, para vakfı konusundaki görüş ayrılığının hakiki bir ihtilaf değil, zamanın ve şartların farklılığından kaynaklanan bir ihtilaf olduğu gibi değerlendirmelere yer vermişlerdir.

Ebussuud ise bu gibi hususları ön plana çıkarmadan para vakfının, İmam Muhammed’in “teamül oluştuğu takdirde menkullerin vakıf konusu olabileceği” görüşü kapsamına girdiğini savunmuş, temellendirmesini bu anlayış üzerine kurmuştur. İbn Kemal ve Balî Efendi, muhtemelen, para vakfının meşruiyetini İmam Züfer’in görüşüne dayandırdıkları için bu temellendirmelere ihtiyaç hissetmişlerdir. Zira Hanefilikte genel eğilim öncelikle İmam-ı Azam, İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’in görüşleriyle fetva verilmesidir. İmam Züfer bunlardan sonra gelmektedir. Bununla birlikte Hanefi âlimleri yirmi kadar meselede İmam Züfer’in görüşüyle fetva vermişler, bu tercihlerini de deliller ve örfe uygunluk vb. mülahazalarla desteklemişlerdir. Ebussuud Efendi’nin ise para vakıflarını İmam Muhammed’in görüşüyle temellendirdiği için sosyal şartlara fazla vurgu yapmadan meseleyi fıkıh mantığı içerisinde ele almayı tercih etmiş olması muhtemeldir.
Ebussuud Efendi’nin Osmanlı devletinin hukuki yapılanmasında örfî ve şer’î hukukun ahenkli bir bütün oluşturmasına yaptığı katkı birçok araştırmacı tarafından vurgulanan bir husustur. Kendisine Ebu Hanife-i Sânî (ikinci Ebu Hanife) unvanı verilmesinde, devletin çeşitli inanç, gelenek ve etnik kökene sahip tebaasının ihtiyaçları doğrultusunda “dinî usul ve kaideler” ile “örfü” şeriatın emrettiği istikamette telif etmek ve bunu hukukî düzenlemelere yansıtmak hususundaki başarısının etkili olduğu rahatlıkla söylenebilir. Osmanlı’da asırlarca devam eden para vakfı uygulamaları da kesin hukukî temellerine Ebussuud’un çabaları neticesinde kavuşmuştur.

Ebussuud ve İbni Kemal’in para vakıfları ile alakalı bazı fetvaları
Ebussuud Efendi muamele-i şer’iyyenin ribâ kapsamına girmediğini fetvalarında açıklamıştır. Bir tanesi şöyledir: “İmam ve hatib olan Zeyd yirmi yıldan beri naib olduğundan gayri ribâhor olsa şer’an ne lazım olur? El-Cevab: Tazir ve azil olunup kıldığı namazlar iade olunur. Ribâhor olacak ribânın hükmü budur. (Riba yemek) geri kalan günahlar gibi değildir. (Ama) muamele akçesi yerse ribâ değildir.”

İbn Kemal’in vakıf paralarla alakalı fetvaları vardır. Bunlardan bu paraların muamele ile işletilmesi konusundaki bir fetvası şöyledir: “Zeyd mütevelliden vakıf akçe alıp muamele için mütevelli Zeyd’e bir şey satsa ve Zeyd hemen o anda satılan şeyi yine mütevelliye hibe etse ya da satsa, bu işlem şer’an sahih olur mu? El-Cevab: Olur.” 
İbn Kemal muamele-i şer’iyye uygulamasını benimsediği gibi, bu uygulamaya karşı çıkanları uyarmaktadır. Bu husustaki yaklaşımını ortaya koyan bazı fetvaları:
“Zeyd Amr’a muameleye bin akçe isteyip onun on bir (yüzde on) üzerine bin akçe alsa, Amr kaftanın çıkarıp Zeyd’e yüz akçeye sattım dese, Zeyd de kabul edip kaftanı Bekir’e hibe etse, Bekir de kaftanı Amr’a hibe etse, bu yolla yapılan muamele şeriata uygun mudur? El-Cevab: Uygundur. ‘Bu suretle olan muamele hiledir, bundan hâsıl olan rıbh haramdır’ diyen kimseye ne olur? El-Cevab: Kâfir olur eğer itikaden dese.”

Yine, “bazı hile-i şer’iyyelere Zeyd, ‘hile Allah’ı aldatmaktır’ dese ne lazım olur? El-Cevab: Kâfi gelecek bir ceza ve imanını yenilemesi gerekir.”

Ebussuud Efendi usulüne uygun yapılan muamele-i şer’iyyenin haram olmadığı kanaatindedir. Bunu fetvalarında “muamele sahih olunca haram denemez” ifadesiyle dile getirmiştir. Ancak, yukarda belirttiğimiz gibi, hile olduğu gerekçesiyle muamele uygulamasına karşı çıkanlar için İbn Kemal kadar sert ifadeler kullanmamıştır. Bunun yanı sıra ilmî ve dinî kaygılarla muamele uygulamasını benimsemeyenlerin yaklaşımını da fıkhî bir görüşün tercihi kapsamında değerlendirmiştir. Bu konudaki bir fetvası şöyledir: “Ehl-i ilim tarikinde olan Zeyd, ‘muamele-i şer’iyyeye tâbi tutulan akçenin rıbhı helal değildir’ dese ne lazım olur? El-Cevab: Teverruan (şüpheli şeylerden kaçınmak maksadıyla) o sözü ihtiyar edene taarruz olunmaz.”

Ferdî tercihler için yaklaşım bu olmakla beraber durum tenkid sınırlarını aşar ve cemiyetteki umumi uygulamayı hedef alırsa, bu hususta ısrarcı olanların “tazir” (muhtelif şekillerde cezalandırma) müeyyidesi ile muhatap olacakları Osmanlı hukukçularının fetvalarında tasrih edilmiştir. Ebussuud Efendi’nin fetvaları arasında muamele ile işletilmesi şart koşulan para vakfının tescili, vakıf akçeyi kefilsiz ve rehinsiz muameleye vererek zayi olmasına sebep olan mütevellinin tazmin yükümlülüğü gibi hususlar vakıf paranın muamele ile işletilmesinde bir sakınca görmediğini göstermektedir.

(Bu sayımızda Ebussuud Efendi’nin para vakıflarına dair yaklaşımını ele almış olan Hamdi Okur’un “Para Vakıfları Bağlamında Osmanlı Hukuk Düzeni ve Ebussuud Efendi’nin Hukuk Anlayışı üzerine Bazı Değerlendirmeler” ile Hüsnü Koyunoğlu’nun “Para Vakıfları: 17. Asır İstanbul Uygulaması” isimli incelemelerden faydalandık.)

Baran Dergisi 496. Sayı