Sufi yayınlarından çıkan Mim Kemal Öke’ye ait söyleşi tarzında bir kitap. Mim Kemal Öke, adını, Atatürk’ün doktoru, İttihat ve Terakki camiasında yetişmiş, pozitivist, mason teşkilatı içerisinde olmuş, Masonlukta en üst mevkilere kadar yükselmiş, 1911’den başlayıp ölümüne kadar Mustafa Kemal’in yanında olmuş ve CHP milletvekili olarak siyasette yer almış bir dededen almıştır. Anne tarafından dedesi Bülent Üstündağ,1946 seçimleri için, başyazar olduğu Demokrat İzmir gazetesinde ‘nesebi gayri sahih’ diye bir tanımlama kullandığı için ailesi çok büyük bir acıyla baş başa kalıyor. Dede o sırada asker olduğu için bu yazıdan dolayı anneanne İnönücüler tarafından tutuklanıyor. Çünkü gazetenin sorumlu yazı işleri müdürü olarak onun adı geçiyor. Dede de buna dayanamayıp intihar ediyor. Bu intihar vakası Mim Kemal’in ailesinde siyasete karşı bir soğukluk uyandırıyor. Evde radyo dinlenmiyor, siyaset konuşulmuyor, asla siyaset konuşmayacaksın diye sık sık tembihlerde bulunuluyor. Annesi de bu yüzden nöbetler geçirmektedir. Mim Kemal’in çocukluğu hüzünlü, disiplinli bir ailede, yalnızlık içinde geçmiştir. Yaşıtları sokakta top oynarken ‘sen bu ailenin çocuğusun’ sokaklara çıkamazsın, denmiş. Bu yüzden devamlı çalışmış yalnızlığını kitap okuyarak gidermeye çalışmıştır. Ailesi Fatiha ve ihlası öğretmiştir. Ancak ameli bir Müslümanlık yoktur. Ailesindeki ortak düşünce “yakınlarda Teşvikiye Camii vardır ama buraya kapıcılar gider” şeklindeydi. Kentsoylu, yüksek sınıfın böylesi bir yerde işi olamazdı. Mim Kemal Öke’nin evinde Ramazan ayında dahi bir değişiklik olmazdı. Ramazan geldiği vakit radyoda kulağına gelen eğlence babından kantolar ve tangolardan dolayı bu ayı gayrı Müslimlere mahsus bir folklor zannetmektedir. Nişantaşı’nda yaşayan yazar oradaki iki kitapçıda mevcut bütün kitapları henüz ortaokul çağlarında okumaya muvaffak olmuştur. Okuyacağı dünya klasikleri kalmamıştır. Ondan sonrada Türk klasiklerini bitirmiştir. Kemal Tahirler, Sabahattin Aliler… Nişantaşı’ndaki Musevi kitapçı ‘evladım seni artık burası kesmez. Kitap arıyorsan buradan çıkıp sahaflara git. Orada sana hitap edecek daha fazla kitap bulursun’ ihtarıyla bambaşka bir dünyaya açılmıştır. O sırada Robert Koleji’ne de başlamıştır. Sahafların müdavimi olan Mim Kemal Öke, dinî ve tarihî kitapları okumaya yoğunlaşmıştır. Sahaflardan bir tanesi şöyle demiştir: ‘Buraya üç Robert Kolejli gelirdi. Cem Boyner, Celal Şengör ve Mim Kemal Öke. Celal Şengör ateisttir, Cem Boyner Atatürkçüdür, Mim Kemal Öke de dincidir.’
TASAVVUFLA TANIŞMASI
“O sırada dinî karakterimin gelişmesi babında bir kitapçı çok dikkatimi çekerdi. İsmini bilmiyordum. Dükkânda sigara kokusu vardı ve devamlı çay içilirdi. İçerisi her zaman kalabalıktı, sohbet bitmezdi. Bir gün gittim, içeride fazla kimse yok. Sadece dükkân sahibinin kendisi var. Selam verdim, raflara yöneldim. Bir şey demedi. Ama süzdüğünü fark ediyordum. Kitaplara baktım, sonra rahatsız ettiğim düşüncesiyle kendisine döndüm, ‘Evladım, senin nasibin burada değil’ dedi. ‘Af edersiniz efendim’ deyip çıktım. Ne dediğini anlamamıştım. Yıllar geçti yine karşılaştık.
Oğlum Alihan ciddi bir kalp ameliyatı geçirecekti. Ameliyat Türkiye’de yapılamıyor. Oğlumun ameliyatı için yurt dışına gideceğiz. Gitmeden önce çok sevgili dostlarımdan biri ‘Gitmeden önce istersen sana bir dua alalım’ dedi. Çok ihtiyacım olduğunu söyleyip kabul ettim. Karagümrük’e Cerrahi Tekkesi’ne gittik. Tekkeye girdiğimiz vakit, Ahmet Özhan ve Tuğrul İnançer’in yanında muhterem bir zat oturuyordu. Onun önüne götürdüler beni. Hatta ilk kez zikre girdiğim gün o gündür. Daha sonra Safer Dal hazretleri olduğunu öğrendiğim zat ‘Evladım kendini biraz rahat bırak’ dedi. Beni çekti, aldı. Koluma girdi ve birlikte zikre, devrana girdik… Tam çıkarken arkadaşımı çağırdı. Ben orada yalnız kaldım. Arkadaşım geldi. ‘Benim hakkımda mı bir şey dedi?’ diye sordum. ‘Evet. Bu çok değerli bir gençtir. Bunu Koruyun. Ama nasibi bizde değildir’ demiş. ‘Bunu daha önce de birisi söylemişti’ dedim. Koridordan tam çıkarken bana onu söyleyen sahafın resmi orada olmasın mı? “Kim bu?” diye sordum. ‘Muzaffer Özak’ dediler. O gün jeton düştü. Benim tasavvuf hayatıyla tanışmam işte o gün orada oğlum Alihan vesilesiyle olmuştur.    
SİZİ KİLİSEDE HİÇ GÖRMEDİM
17-18 yaşında Robert Koleji’ni bitirip İngiltere’ye gittim. Üniversitelere nasıl girilebileceğini inceledim. Bir yıl hazırlık kursuna gittim. İngiltere’nin açtığı genel bir üniversite sınavına girdim ve kazandım. Cambridge’nin özel sınavını da kazanarak öğrenime başladım. Burası 12. yüzyılda yapılmış ve mimarisi muhafaza edilmiş. O ortama girdiğin vakit zaten kendini okumak zorunda hissediyorsun. Orada yalnız bir adamsın. Ya kendini aşacaksın ya da tamamen melankolik olacaksın. İngilizler ABD’liler gibi değildir. Daha içe kapanıktır. Onların güvenini kazanmak zordur. Arkadaşlık etmek zordur. Ama bunu başardım. Bir sene içinde en aktif öğrencilerden biri oldum. Çok çalışkandım. Orada tiyatro kulübüne giderdim. Spor yapardım. Tekvandoda siyah kuşak sahibiydim ve iyi bir çevrem olmuştu. Geceleri de kulüpler, publar, kızlar… Bir eğlence hayatım vardı, doğrusu. Biraz babama benzemiştim… Öğrencileri kaynaştırmak için resepsiyonlar verilirdi. O resepsiyona bizim kolejin şapelinin rahibi geldi. Yanıma oturdu, ‘Sizi kilisede hiç görmedim’ dedi. ‘Kusura bakmayın. Ben Müslümanım’ dedim. Sonra havadan sudan konuştuk… Bir iki hafta sonra, ‘Seni papaz çağırıyor’ dediler. İçimden geçiriyorum, ‘Ya bu papaz kiliseye gelmezsen mezun olamazsın derse?’ O korkuyla gittim yanına. Bana ‘Burası, İngiltere din ve vicdan hürriyetinin olduğu bir ülkedir. Burada her öğrencinin ibadetini yapacağı bir mahal vardır. Ama sizin yok’ dedi. ‘Siz kendinizi üzmeyin. Biz Müslümanların işi kolaydır. Seccadeyle ibadetimizi odada da hallederiz’ dedim. Hâlbuki ne seccadem var, ne de namaz kılmayı biliyorum. Rahip, ‘İyi ama sizin toplu halde kıldığınız namazlarınız var. Cuma, bayram namazlarınız var’ dedi. ‘Peki bunlar ne olacak diye sordu.’ Bir tek ben varım’ dedim. Devam etti, ‘Olsun, biz bunu başlatırız, ne kadar hoşgörülü olduğumuzu gösteririz. Belki ileride başka Müslüman öğrenciler de gelirler. Hatta başka kolejlerden ve şehirden gelenler de olur. Müslüman öğrencilere bir jestimiz olur. ‘Niye beni buldun?’ diye içimden geçirmeye başladım, öyle konuşunca. ‘Mescit için bir oda verdiniz. İmam ne olacak?’ sorusunu sordum. ‘Sen ne güne duruyorsun? Sizin dininizi tetkik ettim. İlahiyat mezunu olmanız gerekmiyor, namazı kıldırmak için’ dedi. Büyük bir utanç içindeyken rahibin başıma iş açtığı düşüncesi içindeyken her şeye rağmen ‘İyi peki. O zaman odayı gidip görelim’ dedim. Deliliğe Övgü’nün yazarı Erasmus’un odasını verdiler bana. Zira Erasmus 1510-1515 yılları arasında bizim kolejde kalmıştı. Baktım, odayı döşemek için halı modellerine kadar her şeyi düşünmüş rahip. ‘Sen seç döşeyelim burayı’ dedi. Mescidin açılışını da üniversite yönetimiyle birlikte yapacağımızı belirtti. Cambridge Üniversitesi’nde mescit açılacak. Mim Kemal Öke imam olacak; durum vahim.
Hemen bizimkilere mektup yazdım. Çocukluğumdan hatırladığım Mızraklı İlmihal’i istedim. Ailem kızdı bana. ‘Oralarda ne yapıyorsun, nerelere karıştın? İlmihalle işin ne?’ diye soruyorlar. Meramımı anlatamamışım ki, bir yandan başka bir bombardıman da yaşıyorum. Pazar günü oluyor çok sıkılıyorum. Arkadaşlarıma gidiyorum; erkekler futbol oynamıyor; kızlara gidiyorum gezmek istemiyorlar. Devamlı da çanlar çalıyor. O her çaldıkça da kafama vuruyorlar sanki: ‘Sen kimsin? Senin dinin yok mu? Hepsi üst üste geldi. Kütüphaneye gittim. Namazla ve İslâmiyetle ilgili kitapları sordum. Sekizinci katta olduğunu söylediler. Kata çıktığımda baktım ki sahaflarda gördüğümün belki yüz misli İslâmî eser var. Hem de her dilden. Orada istediğim her şeyi buldum. Namazı, oradaki kaynaklardan öğrendim. Ama Arapçayı telaffuz etmekte zorlanıyorum. Hemen gittim Şarkiyat Fakültesi’ne… Arapça öğrenmek istediğimi  söyledim. Orada istediğin dersi istediğin fakülteden alabilirsin. Ben hem tarih hem de iktisat okuyordum. Şarkiyat Fakültesi’ne gidince. ‘Hangi Arapça?’ dediler. Nasıl yani? Ukalalık edip, ‘On tane mi Arapça var?’ dedim. ‘Evet on tane Arapça var var’ dediler, ‘Maşrık mı mağrip mi? Maşrıkta Suriye mi, Irak mı, Lübnan mı? Mağripte, Tunus mu, Cezayir mi, Berberi mi?’ ’Kur’an, Kur’an’ deyiverdim. Sınıfa girdik, 25 öğrenci var. Hepsi Hırıstiyan, Kur’an Arapçası öğreniyor. İskoç bir de hoca var. İngilizceden Arapçaya, gramer, fiil çekimleri, okuma parçaları, sözlükler… Hala saklarım.

Baran Dergisi 464. Sayı