Eflâtun, bütün bir fikriyatını sevgili hocası Sokrates’in fikirleri üzerine bina etmiştir. Evet, Eflâtun’un fikriyatında Sokrates esastır, temeldir. Ancak, Eflâtun sadece Sokrates’in fikirlerinden istifade etmemiş, Sokrates’in yanı sıra Pythagoras, Parmenides ve Herakleitos’un fikirlerinden de azami derecede istifade etmiştir. Meselâ, Orpheusçu kültür(1), yani dinî eğilim, ölümsüzlük inancı, öteki dünya tasavvuru, rahiblere özgü ses tonu ve mağara benzetmesi gibi fikirleri Sokrates’ten, gerçekliğin öncesiz-sonrasız ve zamansız olduğu, mantıkî gerekçelerle her değişimin aslında bir yanılsama olması gerektiğine dair inancı Parmenides’ten, duyulur dünyada hiçbir şeyin kalıcı olmadığına dair olumsuz öğretiyi Herakleitos’tan, bilginin duyulardan elde edilemeyeceği ve bilgiye ancak zihinle ulaşılabileceğine dair düşünceyi ise Pythagoras’tan almıştır.(2)

Eflâtun’un fikriyatında diyaloglar çok önemli bir yer tutar. En önemli diyaloglarından biri de Devlet’tir. Devlet isimli eserinde Eflâtun, ideal bir devlet nasıl olmalı sorusuna cevap aramıştır. Denilebilir ki, ideal devlet plan, program ve projesi Eflâtun’u günümüz dünyasına taşıyan en önemli noktadır. Yine denilebilir ki, Eflâtun’un en önemli buluşu ideler âleminden ziyade, ideler âlemini gaye noktasına erdiren, daha doğrusu ideler âlemi veya fikirler âlemini sûretlendiren bir fikre de tekabül eden, diğer bir ifadeyle de merkezinde beşerî akıl olan veya beşerî akıl çerçevesinde şekillendirilen ideal devlet ütopyasıdır. Bu arada hemen şunu da söylemek gerekir ki, Yürüyen Büyük Doğu-İBDA’nın en önemli eseri olan Başyücelik Devleti, selim akıl(3) çerçevesinde şekillendirilen bir ideal devlet plan, program ve projesi teklifidir. Başyücelik Devleti’nin plan, program ve projesi beşerî aklı değil, ilahî emir ve yasaklar çerçevesinde şekillendirilen selim aklı referans almıştır. Hemen belirtelim ki, selim akıl, İslâm’a teslim olmuş, diğer bir ifadeyle de İslâm ile şereflenmiş olan akıldır. Mutlak Ölçü” ile sabit olduğu üzere, “Allah indinde din İslâmdır.” (Ali İmran, 19). “İBDA, beşer zekâsının sekreteridir”, terkibi hükmünü bir de bu çerçevede değerlendiriniz.

Eflâtun, o denli bir ideal devlet ütopyası örgüleştirmiştir ki, sözkonusu devletin yönetici kadrosuna sadece filozofları, diğer bir ifadeyle de bilge insanları layık görür. Eflâtun’a göre devletin bir anayasası olmalı ve bunun da temeli adalet olmalıdır. Bu arada, İBDA Mimarı’nın 2014 yılında Haliç Kongre Merkezinde vermiş olduğu “Adalet Mutlak’a” (Yaşanmaya Değer Hayat İçin…) Konferansını hatırlatmak isteriz.

Günümüz dünyasında adaletin en önemli sembollerinden biri, hatta başlıcası terazidir. Adalet saraylarının önlerinde konuşlandırılan gözü bağlı kadın heykelinin elinde iki kefeli terazinin varlığı bu mevzuda yeteri kadar aydınlatıcıdır. Gözü bağlı kadın heykeli? Kadın, fikirdir. Fikir, kâfirde nefs, müminde ise ruha delalet eder. Diğer taraftan, söz konusu terazinin her iki kefesinin dengede olması durumu adaletin tecelli ettiğine dair bir işaret olarak kabul edilir. Bunun ruh ve beden arasındaki muvazeneye bir atıf olduğu, bunun da kâfirde “küllî” nefs, müminde ise küllî ruhun tecellisine yataklık ettiği pekâla düşünülebilir. Allah, ruhtan yanadır. Çünkü Allah İslâmdan yanadır, imandan yanadır, insandan yanadır, müminden yanadır.

Eski Yunan kültürünün en önemli kavramlarından biri harmoni (armoni)dir. Harmoni kavramı denge, muvazene, ahenk, tenasüp, uyum vs. mânâsınadır. İlkin ruh ve beden arasındaki dengeye işaret eden harmoni kavramı, aslında ruh ve bedenin dengeli bir şekilde geliştirilmesi gerektiğine dair her türlü duygu, düşünce ve iradi hareketi mündemiçtir. Harmoni kavramının tecrübeye taalluk eden “müşahhas idrak zemini” üzerinden jimnastik ile olan ilişkisi bir yana, tecride taalluk eden “mücerred idrak zemini” olan edebiyat üzerinden felsefe ile olan ilişkisine dikkat çekmek gerekiyor. Üstad Necip Fazıl tarafından “doğruyu bulmanın değil de yanlışı düzeltmenin müessisesi”(4) şeklinde tavsif edilen tüm felsefî ekollerin aslında ruh ve beden arasındaki ilişkide bir denge unsuru olma iddiası taşıdığı pekâlâ söylenebilir. Buna biz horoz borcunu yerine getirme iddiası da diyebiliriz.

Harmoni kavramı ile jimnastik arasında nasıl bir ilişki vardır? Spor dünyasının en önemli mottolarından biri de, “Spordan gaye sağlıktır” sözüdür. Peki, sağlıktan kasıd nedir? Bizce sağlıktan kasıd, ruh ve beden sağlığıdır. Diğer bir ifadeyle de insan sağlığıdır. İnsan, ruh ve bedenden müteşekkil bir varlıktır. Hâl böyle olunca, gerek jimnastikte (tecrübe, müşahhas), gerekse felsefede (tecrid, mücerred) denge amilinin küllî ruh olduğu hemencecik anlaşılır. Demek ki, harmoni kavramının kullanılmasından kasıd, ruh ve bedenden müteşekkil olan insanın küllî ruhun temsilcisi (İnsan-ı Kâmil!) olduğuna bir atıf olduğu çok açıktır. Bu arada, “terazi ipleri kendinde toplanan halka” mânâsından mülhem, terazi kefelerinin kaidesine veya istinad noktasına horoz denildiğini de hatırlatalım. Horoz’un hurus, hurus’un ise şah veya hükümdarlıkla olan ilişkisine daha evvel değinmiştik. Bu durum, horoz borcu esprisinin derinliğine doğru nasıl bir mânâyı mündemiç olduğunu görmemiz açısından çok mühim olsa gerektir.

Eflâtun, adil bir bireyin meydana getirilmesinden evvel, adil bir devletin meydana getirilmesi gerektiğine inanır. Bu, “İslâm devletsiz yaşanmaz” hakikati ile birlikte düşünüldüğünde daha bir anlamlı olmaktadır. Evet, doğrudur, bir Müslüman her ne şart altında olursa olsun, İslâm’ın emir ve yasaklarına riayet etmekle mükelleftir. Bu, hürriyete açılan bir zorunluluktur. Nitekim kâfir bir devlette de olsa bir Müslüman, İslâm’a göre yaşamak zorundadır. Kâfir bir devlette bir Müslümanın tabi olacağı hükümler, Dârü’l Harb çerçevesinde vuzuha kavuşturulmuştur. Ama aslolan, Dârü’l İslâm hükümlerine tabi bir devlette yaşamaktır. İslâm’ın bir cemiyet nizamı olduğu “Mutlak Ölçü” ile sabittir. Hal böyle olunca, cemiyeti meydana getiren esas unsurların veya müesseselerin en üst müessesi olarak devleti bir zorunluluk olarak ortaya çıkarır. Eflâtun tarafından dile getirilen adil bir fertten evvel adil bir devletin varlığına duyulan ihtiyaç, yeni zaman ve mekânda daha bir anlam kazanmaktadır. 

Eflâtun, hayâlini kurduğu devlette üç sınıf insana yer verir. Bunlar; halk, askerler ve liyakat şartlarını haiz ve çok az sayıda olmak kayd u şartıyla siyasi yetki sahibi olan koruyuculardır. Üstad Necip Fazıl, İdeolocya Örgüsü isimli eserinde Büyük Doğu’yu “İslâmın emir subaylığı” olarak tavsif eder. Diğer taraftan, Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemi veya içtimai sistemi ordu-millet birlikteliğini idealize eder. Bütün bunlar bir yana, İBDA fikriyatında varlık kavramı üzerinden Emr âlemi, Ruh âlemi ve Halk âlemi tasnifi hepimizin malumudur. Ruh âlemi her iki tarafa bakan olarak berzah keyfiyetini haiz bir noktadadır. Arş horozu, İnsan-ı Kâmil ve Hükümdâr veya Horoz çerçevesinden düşünüldüğünde, Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sisteminin mücessem hali olan Başyücelik Devleti yapılanmasında Mutlak İradeyi temsil eden Başyüce ve onun kurmay kadrosunun tasarrufunda topyekûn Halk ve bu ikisi arasında konuşlanan berzah keyfiyetini haiz “Aydınlar Aristokrasisi” tasnifi var ve bu, Eflâtun tarafından hayâli kurulan ütopik bir devletin mütekâmil noktasına da işaret eder. Sokrates’ten mülhem olarak, Eflâtun tarafından beşerî akıl üzerinden çerçevesi çizilen ideal devlet plan, program ve projesi, Büyük Doğu ve İBDA Mimarları tarafından selim akıl üzerinden mütekâmil bir çerçeveye oturtulmuştur. Başyücelik Devleti ise bunun bir suretinden ibarettir! “İslâmda idare şekli yoktur, idare ruhu vardır” esprisine dikkat!

Eflâtun’un ideal devlet ütopyasında en önemli ve en değerli şey talim ve terbiyedir. Eflâtun, talim ve terbiyeyi iki ana başlık altında ele almaktadır. Bunlardan biri müzik, diğeri ise jimnastiktir. Hemen belirtelim ki, Eflâtun’un ideal devlet ütopyasında müzik ve de jimnastik bugünkü anlamından çok daha geniş bir anlama sahibtir. Meselâ müzik denilince, esin perilerinin alanına giren hemen her şey onun kapsama alanına girer. Jimnastik ise, idman ve zindelikle ilgili hemen her şeyi kuşatıcı bir keyfiyeti haizdir. Bertrand Russell’in ifadesiyle, Eflâtun’un ütopik dünyasında müzik, neredeyse kültür veya irfan dediğimiz şey kadar geniştir. Jimnastik ise, atletizm veya spordan daha fazla bir şeydir. Eski Yunan’da beden terbiyesi ve spora taalluk eden tüm bedenî faaliyetler, modern dünyanın kültürel bir unsuru olarak temayüz eden modern sporun tüm sportif faaliyetlerinden çok farklı bir muhtevayı içerir. Eski Yunan’da sportif faaliyetler Paganizme yol veren bir noktada mistik bir yapıda iken, modern sporda tüm sportif faaliyetler seküler/dünyevî bir çerçevede ele alınmaktadır. Üstad Necip Fazıl’ın, futbol hakkında, “İdealsizlik ideali ve başıboşluk sembolü meşin topa lanet!” sözünü hatırlatmakta fayda vardır. Yeri geldikçe bu mevzu üzerinde duracağız.

Bertrand Russell: “Kültür, büyük ölçüde Eflâtun sayesinde İngiltere’de bilinen anlamda, erkekleri “beyefendi” yapmaya yöneliktir. Onun zamanında Atina’sı, bir bakımdan, on dokuzuncu yüzyıldaki İngiltere’ye benzer: İkisinde de servet ve toplumsal itibar sahibi olan, ama siyasal iktidar tekeline sahib olmayan bir aristokrasi vardı; ikisinde de aristokrasi, etkileyici davranış yoluyla olabildiğince çok güç elde etmek zorundaydı, ama Eflâtun’un ütopyasında aristokrasi denetimsiz yönetir.”(5)

Bertrand Russell’ın yukarıdaki tespiti, modern sporun beşiğinin İngiltere olması hasebiyle daha bir anlam kazanmaktadır. Russell’ın “Beyefendi” şeklinde dile getirdiği kelime, İngilizce’de Gentleman(6) Türkçe’de ise centilmen -ilişkilerinde ince ve görgülü (erkek)- olarak da kullanılmaktadır. Spor literatüründe ise sportmen olarak yer etmiştir. Bütün bunlar Batı’da, aristokrat bir ailenin vasıfları olarak da bilinir. İngilizlerin dünya hakimiyetinde söz sahibi olmalarını oyunu kuralına göre oynamalarına mı bağlamak lazım? Diğer taraftan, eski Yunan’da Helen (Yunanlı) olmayan bir kimse jimnastik faaliyetlerinden mahrum bırakılırdı. Zeus adına yapılan Olimpiyat Oyunlarından da mahrum bırakılırlardı! Zeus adına yapılan Olimpiyat Oyunlarına Helen soyundan olan kadınlar dahi katılamazdı, o da ayrı mesele… Diğer taraftan, günümüz dünyasında Modern sporun merkezî spor teşkilatlanması UOK (Uluslararası Olimpiyat Komitesi) ve USF’ler (Uluslararası Spor Federasyonları) üzerinden gerçekleştirilmektedir. Söz konusu teşkilatlanmalar dernek statüsünde gerçekleştirilmesine rağmen, hesapları denetlenemez ve de tüm devletlerin mer’i kanunlarından tam bağımsızdırlar. Bu mânâda, modern sporda “mutlak” hakimiyet tesis edilmiştir. UOK’ya “Dünya Devleti” tabir edilmesi çok düşündürücüdür. Bugün Kristal Krallık hayali kuran Şeytanın döllerinin elinde büyük bir imkân olarak kullanılan modern spor, UOK örneği üzerinden ne yapılmak istenildiğini anlamak için çok önemli bir ipucu olsa gerektir.

Eflâtun’un eğitim anlayışı ciddiyet, edeb ve cesaret üzerine kuruludur. Eflâtun, literatür ve müzik üzerinde katı bir sansürü öngörür. Anne ve dadılar çocuklara yalnızca izin verilmiş öyküler anlatabilirdi. Eflâtun’a göre çocukların kafalarının ifsad edilmesine asla fırsat verilmemeli ve müsamaha gösterilmemelidir. Bu tür bir hassasiyetten ötürüdür ki, Eflâtun’un eğitim anlayışında ünlü destanlardan Homeros ve Hesiodos’a asla ve kat’a yer yoktur. Çünkü Eflâtun’a göre söz konusu destanlar Tanrıları kötü davranırken gösterirler ve bu durum, hiç mi hiç eğitici ve öğretici değildir; çocuklara Tanrılardan asla kötülük gelmeyeceği öğretilmelidir, çünkü Tanrı bütün şeylerin değil, yalnızca iyi şeylerin failidir. Evet; Eflâtun, İlâhî bir din ve edeb anlayışından uzak olduğundan olsa gerektir ki, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmamaktadır. Tam da bu noktada, daha doğrusu bu vesileyle şunu da söylemek icab ediyor: Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri bir sohbetlerinde, meâlen şöyle buyuruyorlar: “Eflâtun’un hareketlerini gören üstadı “Hikmet, zâyi’ oldu” demiş. Bizde ise, Eflâtun en büyük filozof bilinir.”(7) Beşerî aklı selim akıl dairesine ulaştıramamak, bir nevi hikmetin zayi’ olması mânâsında değerlendirilebilir. “TILAİ 10 İRANÎ-Mehdî’yi Hamil On Süvarî (İmâm-ı Rabbanî Hazretleri’nden Abdülhakîm Arvasî’ye kadar Hacegân silsilesi)”nin(8) birincisi olan İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin Eflâtun hakkında söyledikleri de, mevzuumuzun ruhunu ele vermesi açısından düşündürücüdür: “Eflâtun, nefs-i emmaresine taalluk eden safayı; İsâ’ya (a.s.) nisbet edilen kalb safası sandı. Zarurî olaraktan da, onu tehzib edilip temize çıkmış olarak tahayyül etti. Dolayısı ile İsâ’ya (a.s.) tabi olma devletinden mahrum oldu. Ebedî hüsran damgasını da yedi. Allah-ü Taâlâ bizi böyle belâdan korusun.” (313. Mektup).

Yukarıda İmam-ı Rabbanî Hazretleri tarafından Eflâtun ile Hazret-i İsâ Aleyhisselam arasında kurulan ilişki çok ilginç olsa gerektir. Her şeyden evvel, Hazret-i İsâ Aleyhisselâm ile Eflâtun (d. 427- ö. 347) arasında yaklaşık olarak tam 400 yıl var. Söz konusu ilişkilendirme mânâ açısından mıdır, doğrusu bilemedim. Bu durum bize, bir ihtimal, Allah Resûlü’nü Suriye topraklarında (Şam) gören ve son peygamber olarak âlemi şereflendireceğini önceden haber veren Râhib Bahîra’yı hatırlattı. Bilindiği üzere, Allah Resûlü’nün amcası Ebû Tâlib, Kureyş büyüklerinden bir grupla Şam’a gitmişti. Peygamber Efendimiz de onunla beraberdi. Yolda, Râhip Bahîra’nın manastırına yakın bir yerde konakladıklarında, o zamanki Hıristiyanların en büyük âlimi olan Bahîra’nın dikkatini bazı olağanüstü hadiseler celb etti. Meselâ kervan gelirken bir bulutun, içlerinden bir kişiyi gölgelediğini, ağacın gölgesine indikleri zaman da ağacın dallarının yine aynı kişinin üzerine doğru eğildiğine şahidlik etti. Bunun üzerine sonrasında gelişen hadiseler malumdur. Özetlersek; Râhib Bahîra, Allah Resûlü hakkında, “Bu Âlemlerin Efendisi’dir. Bu Âlemlerin Rabbi’nin Rasûlü’dür. Allâh O’nu âlemlere rahmet olarak gönderecek!” dedi.

Üstad Necip Fazıl’ın Eflâtun hakkındaki hükmü: “Hiçbir din değil, fakat müstakil bir fikir çıkışının yükselebileceği üstün nokta bu görüş… Eflâtun, İlâhî teyide mazhar bir nebî olmanın ulaşılmaz derecesi altında, fakat insan aklının çok üstünde… O’na nebî denemez; çünkü; zamanın nebî’sine bağlı olmayan hiçbir fertte ve idrakte bu imtiyaz düşünülemez.”(9)

Üstad Necip Fazıl’ın söylediklerini merkeze alarak ne söylenebilir diye düşündüğümde, Eflâtun, beşer aklının ulaşabileceği en yüksek mertebeye ulaşmasına rağmen, diğer bir ifadeyle de Peygamberlerin haber verdiği mutlak hakikate çok yaklaşmasına rağmen, selim aklın imkânından mahrum kaldı, denilebilir. Dolayısıyla da gerek Efendi Hazretleri ve gerekse İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin söyledikleri daha bir anlaşılabilir oldu.

Dipnotlar 
1-Orpheus’un Musa Kalliope’yle Kral Oiagros veya tanrı Apollon’un oğlu olduğu söylenir. Yunanlıların ilk ozanıdır. Lyrasını (Lir) öyle ustalık ve duyarlılıkla çalarmış ki; en vahşi hayvanlar sakinleşir, ağaçlar ve taşlar büyülenirmiş. Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü’nde Orpheus’u şöyle anlatır: “Orpheus dillere destan olmuş bir ozandır. İlkçağda ünü ‘orfizm’ denilen mistik bir akım yaratacak kadar çok yayılmış, kişiliği üzerine anlatılan masallar her türlü sanatçıyı etkilemişti.”  Efsaneye göre Orpheus Trakya doğumludur. Doğduğu söylenilen yer bugün Yunanistan, Bulgaristan ve Türkiye sınırlarının kesişimine yakın bir yerdedir. Böylece Orpheus, önemli bir geleneği olan, Anadolu’nun eski halklarının geçiş noktası olan bir yerde doğmuş kabul edilir. Bazı araştırmacılar, doğum yerinden ötürü, Orpheus’un bir şaman olduğunu söylemişlerse de büyük bir kesim tarafından bu bilgi doğru kabul edilmez… Orpheusçuluk ruhun varlığını ve ölümsüzlüğünü kabul eden bir öğretidir.

 2- Bertrand Russell. Batı Felsefesi Tarihi, Alfa Yayınları, c. 1, 1. Basım, İstanbul, 2016, sh. 211

  3-Necip Fazıl: “Aklın bütün hududu İslâmda çizilmiştir. İslâm esas itibariyle akıl değildir, mâkulât değildir demek, aksini iddia etmek kadar saçma… Tabire dikkat edin: Bu, akla gerektiğince kıymet vermek demektir. İslâm, mâkulün üstündeki, onun da üstündeki makuldür. Fakat tâbi mâkul… Ve, akıl hâkimiyeti yoktur İslâmda… Akıl teslim olur. “Ben teslimim!” der ve ondan sonradır ki hakikate erer. Akıl teslimiyette aranır. Teslim olunduktan sonra, nasıl kimse cennet için ibadet etmez, fakat ona cennet verilirse, akıl da bahşolunur, sahibine iade olunur. İşte ona İslâm, “selim akıl” der. Ve o akıl her şeydir ondan sonra…”(Necip Fazıl Kısakürek, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu, bd Yayınları, İstanbul, 2016, 24. Basım, sh. 12)

4-Necip Fazıl Kısakürek, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu, bd Yayınları, İstanbul, 2016, 24. Basım, sh. 14.

5-Bertrand Russell. Batı Felsefesi Tarihi, Alfa Yayınları, c. 1, 1. Basım, İstanbul, 2016, sh. 211.

6-“M.Ö. 5. yy. Atina’sında, tarihçi Herodotos ve komedi yazarı Aristophanes’in metinlerinde Kalokagathia diye bir sözcük geçer. “Yakışıklı erkek” ve “iyi adam, sağlam adam” sözcüklerinin birleştirilip adlaştırılmış hali olan bu ikiz sözcük “seçkinlik” anlamına gelirmiş ama Eflâtun’un devlet’inde Sokrates eğitimin hedef alması gereken ideal insanı dile getirmek için bu ikiz sözcüğün sıfatına usulca el konulmuş: Kaloskagathos… Gel zaman git zaman M.S. 11. yüzyılda bu ikili ideal, Fransa’ya taşınmış, “Bourgeois”nın tersine hem “iyi aile çocuğu, terbiyeli” hem de “erkek adam” anlamına gelen bir sözcükle karşılanmış: Gentil hume. Gentil hume kılığında Kaloskagathos, 16. yüzyılda buradan adalara da geçmiş. hem “yüksek tabakadan gelme” hem “iyi şövalye” gibilerinden: Gentilman. Dahası 17. yüzyılda İngilizceden Fransızcaya geri satılmaktan da geri kalmamış: Gentilleman. Bu çifte kavram Anadolu’ya da sızmış. “Güzel insan, soylu kişilik” anlamındaki “Authentes” de “Efendi” olmuş, “Agathos” da “Bey”: Beyefendi… 20. yüzyılda Türkçede “Beyefendilik” özellikle sporda kullanılmış ama biz de herkes gibi futbolu İngilizden öğrendiğimizden sık sık İngilizcesi yeğlenmiş: Centilmen.” (https://eksisozluk.com/centilmen--44584). Not: Kalokagathia (Erdemli), Fair Play (iyi oyun, oyunun kuralına göre oynanması) ve Centilmen (Beyefendi) kavramları biribirine yakın manadadırlar.

7-“Silsile-i Aliyye”nin Son Altun Halkası Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî “Kuddise Sirruh” Hazretleri, Hazırlayanlar: Fuâd Âsım Arvâs ve Şaban Er, Takrîz: Takyeddin Zâhid Arvâs, Kutupyıldızı Yayınları, s. 1180.

8-http://www.barandergisi.net/olum-odasi-b-yedi/olum-odasi-byedi-takdimimde-gizli-mehdi-yi-hamil-10-suvari-288-h3225.html

9-Necip Fazıl Kısakürek, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu, bd. Yayınları, İstanbul, 2016, 24. Basım, sh. 26-27.



Baran Dergisi 597. Sayı