“Kâbusnâme”, Keykâvus tarafından hicrî 475 (miladî 1082) yılında Farsça yazılmış mensur bir nasîhatnâme olup dilimize defalarca tercüme edilmiştir. Bu eseri 14. asırda Türkçeye çeviren Şeyhoğlu Sadreddîn Mustafa’nın tercümesinde Eflâtun’a dair şöyle bir anekdot nakledilir: Bir dostu Eflâtun’u ziyarete gittiğinde sohbet sırasında ona “Bugün filân kişi sizi övdü” demiş. Bunun üzerine Eflâtun ağlamağa başlamış... Arkadaşı hayretle niçin üzüldüğünü sorduğunda, filozof şu manidar cevabı vermiştir: “Acaba benden hangi yaramaz hareket çıktı ki, o cahilin tabiatına hoş geldi?!” 

Yukarıdaki sözden hareketle, Eflâtun ile İBDA Mimarı arasındaki “maddî” benzerlikten mütevellid şu şekil bir değerlendirme yapmak sanırım saçma olmaz: Üstad Necip Fazıl, İBDA Mimarı’na hitaben, meâlen, “İnsanlık hiç bu kadar alçalmadı” der. Aynı zamanda yaşanılan zaman dilimi hakkında da “Bomboş devir” tabirini kullanır. Bu sözler, “hikmet” planında İBDA mimarı tarafından lâyıkı veçhile değerlendirilmiştir. Bu değerlendirmeler ışığında bizim anladığımız odur ki, Eflâtun’un kendi dönemi insanı için söylediği söz, İBDA Mimarı’nın şahsında tecelli eden mânâyı ziyadesiyle açık etmektedir. Yaşanılan yeni zaman ve mekânda yedisinden yetmişine, cahilinden okumuşuna kadar bütün bir toplum tarafından ademe (yokluğa) mahkûm edilen İBDA Mimarı’nın lâyıkı veçhile anlaşılamamasının hikmetlerinden biri de, yine onun sözlerinin LAYIKI VECHİYLE ANLAŞILMASININ ZARURİ OLUŞUNDANDIR. Diğer bir ifadeyle de, “cahil cühelanın tabiatına hoş gelmeyen sözler söylendiğindendir.” Daha sarih bir ifadeyle, “cahilin tabiatına hoş” gelmeyen bir dil ve diyalektik kullanılmış olduğundandır. Ademe, dolayısıyla da yokluğa mahkûm edilmek, mânâda varlığa, dolayısıyla da Mutlak Varlık olan Allah’a mahkûm edilmek demektir. Bu da, “İstikbâl İslâmındır!” müjdesiyle örtüşen bir mânâdadır. Allah vaadinden dönmez! Üstad Necip Fazıl’ın, “Derviş Muhammed”e yazdığı bir mektub olarak okunabilecek “Zindandan Mehmed’e Mektub” isimli şiirinde, “Beni Allah tutmuş, kim eder azat?” sorusu da tıpkı “Ben Kimim?” sorusu gibi bir istifhamdır ve bu sorunun cevabı, İBDA Mimarı’nın “Ben Kimim?” istifhamında cevabını bulur. Üstad Necip Fazıl’ı anlayan tek kişi olarak, İBDA Mimarı’nın Tilki Günlüğü -Ufuk ile Hafiye- isimli eserinde yer verdiği bir “Yevmiye” aşağıdadır. Sözkonusu “Yevmiye”, Eflâtun’a atfedilen söz dikkate alınarak okunsun isterim.  
“YEVMİYE: Sende benim bu zamana kadar yokluğundan en çok şikâyet ettiğim mücerret fikir istidadı çok fazla… İfrat hâlde tecrid var! Herşeyde kıvam; kıvamı bozmayacaksın… -“İfrat hâlde olduğunu biliyorum Efendim!”… Tamam, çok güzel söylüyorsun; ifrat… Önce müşahhas bir realiteyi ortaya koyacaksın, sonra mücerret fikiri massedip-yedirip, yutturacaksın. Sana Akıncı Güç için de söyledim, Rapor’da da söyledim; âlelâdeyi bırakıp çok mücerrede dalıyorsun, anlamazlar! Ben mücerretler adamıyım, benim kumaşım mücerret… Benim hayatımı yazarken en dikkat edeceğin husus da bu; ben hep yedirdim, indim, hatta fazlaca indim. Bu millet saf fikirden anlamaz!.. Ama fikre de kıymamak lâzım. Benim yazılarımı anlamadıklarını söylüyorlar, dönüp tekrar okuyorlar… Ben öyle anlaşılmaktansa, böyle anlaşılmamayı tercih ederim!”(1)

İBDA Mimarı hayatı boyunca niçin ademe mahkûm edilmiştir? Bu sorunun makul bir cevabı olsa gerektir. Bana sorarsanız bu sorunun en makul cevabı, en başta, çağımız insanının idrak seviyesindeki düşüklüktür. Ancak, bence söz konusu düşüklüğün en önemli sebebini, yaşadığı çağın iğdiş edilmiş idrak yoksunluğuna değil de, “İstikbâl İslâmındır” mânâsı üzerinden, “yaşanmaya değer hayat”ı insan gibi yaşamak isteyenlere hitap etmiş olmasında aramak lazımdır.

18. asır şairlerinden Fennî Mehmed (ö. (tahminen) 1120 h./1708 m.), Eflâtun’u “hakîkat-bîn” (gerçeği gören) sıfatıyla vasıflandırır: “Sikender-seyr isen de sedd-i nutk it pîş-i kâmilde Felâtûn-ı hakîkat-bîne nakl-i mâcerâ olmaz” (Sâlim Efendi, 2005: 563; Esrar Dede, 2000: 419). (İskender gibi dünyayı gezip dolaşmış olsan da olgun insanın önünde konuşma yolunu kapa! Çünkü hakikati gören Eflâtun’a macerayı nakletmek olmaz).

Not: Bana soracak olursanız, İBDA Mimarı, kendisiyle oturulup konuşulacak biri değildi. O, kendisinin konuştuğu yerde sadece dinlenilecek birisiydi. O konuşacak herkes dinleyecekti. Ama olmadı, olamadı, oldurulamadı! Yine bana sorarsanız onun “beynini kanatan” sebeplerden biri de karşısındaki muhataplarının çapsızlığıydı. Bu mevzuda bu satırların yazarı kendisine özel bir yer vermiş değildir. Sahici söz sahibine kulak olamamanın çapsızlığını halihazırda duyan ve yaşayan biri olarak beyhude hayıflanmanın sefasını, -ki bizim cefamız da bu kadar!-, sürmektedir. 
“İkinci bin yılın müceddidi” olarak kabul edilen İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (h.d.971-h.ö.1034- m.d.1564-m.ö.1624), Müstakimzâde Süleyman Efendi (m.d. 1131-m.ö 1202- h.d. 1719- h.ö. 1788) tarafından Türkçeye çevrilmiş Mektûbâtında yer alan bir mektubunda, Eflâtun’un Hz. İsâ ile aynı çağda yaşadığını, fakat nefsinin safasına güvendiği ve peygambere uymaktan kaçındığı için felâkete sürüklendiğini anlatır. (Müstakimzâde Süleyman Sâdeddîn, 1270/1853: I, 283). Burada Eflâtun’un Milâttan birkaç asır önce yaşadığı yaygın kabulüne aykırı olarak Hz. İsâ ile aynı devrin insanı olduğu; üstelik adı geçen peygambere uymayı kabul etmediği ileri sürülmektedir. Bunun zayıf ve anakronik bir fikir olduğunu söylemek mümkündür. (2) Bu mevzuya daha evvel değinilmişti.

Not: Kanuni Sultan Süleyman’ın hilafetinin hemen akabinde yaşamış din âlimlerinden biri de Müçtehid ve Müceddid-i Elf-i Sani, Hindistan’ın Büyük Güneşi olan İmam-ı Rabbânî Hazretleri’dir. Üstad Necip Fazıl, Osmanlı Devleti’nin çöküş sürecini niçin Kanuni’den başlatmıştır acaba? Bunun madde ve mânâda pek çok sebebi olabilir. Ancak bunun esaslı bir sebebi veya hikmeti olmalı? Bunun en önemli sebebi veya hikmeti bizce, İmam-ı Rabbânî Hazretleri ile ilgilidir. Üstad Necip Fazıl, Osmanlı Devleti’nin çöküşünü Kanunî’den başlatmakla aslında mukadderata bir atıf yapmış olmaktadır. Bilindiği üzere, İmam-ı Rabbânî Hazretleri’nin dünyaya teşrifi Mehdiyyet’in başlaması ile doğrudan ilişkilidir. Yine bilindiği üzere, topyekûn varlık Allah Sevgilisi’nin yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır. Muhammedî Ruh!.. Bütün bir insanlık ise, Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’ın çocuklarıdır. “Hazret-i Âdem’in babası vardı!” diyen din pezevengi ve avanesini, tıpkı Hazret-i İsa Aleyhisselâmı, -hâşâ sümme hâşâ / asla ve asla, kesinlikle öyle değil!-, “Allah’ın oğlu” olarak kabul eden sapık anlayışların çağımızdaki “new age” versiyonları olarak kabul edelim ve işin doğrusunu bir kere daha zikrederek söyleyelim ki, Hazret-i Âdem Aleyhisselâm, bütün bir insanlığın atası ve tabii ki de babasıdır. Nitekim ilk insan ve ilk peygamber, Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’dan başkası değildir. Hazret-i Âdem Aleyhisselâm, hatası sebebiyle cennetten dünyaya halifeliği görünsün diye sürgün edilmiştir. 

Bütün âlemlerin sahibi Allah ve O’nun Sevgilisi Allah Resûlü… Bütün insanlığın atası Hazret-i Âdem Aleyhisselâm ve O’nun çocukları… Allah, Allah Sevgilisi ve Hazret-i Âdem Aleyhisselâm… İmam-ı Rabbanî Hazretleri, Mevlânâ Halid Hazretleri ve Esseyyid Abdulhakîm Arvâsî Hazretleri… Hindistan; Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere; Anadolu ve İstanbul… Hacerü’l Esved; Ud-i Hindî ve Kust-i Hindî; siyah ve beyaz; ruh ve nefs; mümin ve kâfir; cem-i ezdad; Mehdiyyet ve Deccaliyyet!.. Baş ve son esprisi üzerinden de, Asr-ı Saadet ve Başyücelik Devleti! 
Eflâtun’un felsefesi beş bölümde incelenmektedir: “Bilgi”, “idealar”, “ruhun ölümsüzlüğü”, “kozmogoni”(3) ve “devlet” ile ilgili kuram, teori veya duygu ve düşünceler. Tüm ilhamını Sokrates’ten alan Eflâtun, bütün hayatı boyunca hocası Sokrates’in fikirlerine yataklık etmiştir. Ahlâkı ise Sokrates’in ahlâkı olmuştur.

Sokrates, dolayısıyla da Eflâtun’a göre felsefenin ana gayesi, “yaşanmaya değer hayat”ı bilgi, görgü, kültür, irfan ve üstün idrak üzerinden mânâlı kılmak ve güzelleştirmektir. Eflâtun’a göre onurlu ve sahici bir hayat, ancak erdemli, daha doğrusu ahlâklı bir hayat sürmekle mümkündür. Erdemin, dolayısıyla da ahlâkın temeli “bilgi”, özü “idealar kavramı” veya “ideler/fikirler âlemi”, gerekçesi “kozmogoni/yaradılış”, güvencesi “ölümsüzlük/ruh”, hayatî sığınağı ise “devlet”, dolayısıyla da, -bizce!-, “devlet-i ebed müddet” mânâsıdır.
Diyaloglar üzerinden Eflâtun’un felsefesine bir göz atıldığında orada bilgi kuramı (episteme) üzerinde yoğunlaşıldığı görülür. “Bilginin ne olduğu”, “insanın nasıl bildiği” ve “bilgi türlerinin ne olduğu” meselesi, Eflâtun’da “bilgi sorunu” olarak ortaya çıkar. Burada mesele haline getirilen bilgi, hiç şüphesiz ki “en üst bilgi”, yani “bilgelik (sophia)” bilgisidir. Eflâtun’da “episteme” (bilgi) ve “sophia” (bilgelik) örtüşen bir mânâdadır. “Bilgi” ve “bilgelik” aslında “bilen” ve “bilinen” arasındaki münasebet ile ilgilidir. İBDA külliyatına aşina olanlar, “İlmi ile amil olmak” mutlak hakikati çerçevesinde, “bilmek yapmaktır”, “bilen bilinenin aynıdır”, “lisan ayni ile insan”, “bilgi bilene var”, “düşünce varlığın aynıdır”, “düşünüyorum öyleyse varım” ve “varım öyleyse düşünüyorum” sözlerini hatırlayacaklardır.

Not: “Philos”, Yunanca “dost, arkadaş” demek… “Sophia” ise “hikmet”… Felsefe, hikmet dostluğu; ve filozof “hikmet dostu”…(4)

Eflâtun’da “bilgi nedir?” sorusunun cevabı, “Bilgi algıdır (aisthesis)” şeklinde özetlenebilir. Yani; bilgi duyularımızla bir nesneyi algılamamızdır. Diğer bir ifadeyle de bilgi görmek, duymak, koklamaktır. “Bilgi algıdır” önermesi, aslında bütün bir Yunan düşünce dünyasını ele veren temel bir önermedir.

Not: Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl, Ayasofya Camii(5) hakkında niçin bir konferans vermek ihtiyacı duymuştur acaba? Ayasofya niçin bu kadar çok önemli? Hem Batı dünyasını ve hem de Doğu dünyasını çok derinden etkilemesinin yanı sıra İslâm dünyası açısından da “Ayasofya’yı bu kadar çok önemli kılan nokta nedir?” şeklinde bir soru sorsak, herhâlde bunun cevabı, isminde saklı olan “bilgi” ve “bilgelik” veya “bilen” ve “bilinen” mânâsı olsa gerektir. Ayasofya, “horoz borcu” açısından da çok önemli bir noktaya işaret eder.

Not: Ayasofya (6) adındaki “Sofya” kelimesi eski Yunancada “Bilgelik” anlamındaki “Sophos” sözcüğünden gelmektedir. Dolayısıyla da “Aya Sofya” adı “Kutsal Bilgelik” ya da “İlâhî Bilgelik” anlamına gelmekte olup, Ortodoksluk mezhebinde Tanrı’nın üç niteliğinden biri sayılır.(7)

Bu arada hemen şunu da söylemek gerekir ki, Ayasofya, hadîs ile müjdelenen bir kahraman, kutlu asker olan “Dünya Fatihi” Fatih Sultan Mehmet Han Hazretleri’nin İstanbul’u Fethi sonrasında “kılıç hakkı” çerçevesinde Câmii olarak vakfedilen mekân üstü bir remzdir. Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri olan ve Arapçada “toplamak, bir araya getirmek” anlamındaki cem‘ kökünden sıfat olan ve sözlükte “toplayan, bir araya getiren, buluşturup birleştiren” anlamına gelen câmi‘ bu şekliyle, ayrıca aynı kökten türeyen fiil kalıplarıyla çeşitli âyet ve hadislerde Allah’a nisbet edilmiştir. Bu kullanışlarla yirmiyi aşkın âyette yer alan cem‘ kavramı gerek bu âyetlerde gerekse ilgili hadislerde daha çok Allah’ın kıyamet günündeki cem‘ fiilini ifade etmekte, bazı âyet ve hadislerde ise O’nun dünya hayatıyla ilgili toplama ve düzenleme fiillerine işaret edilmektedir.(8)

Kıyamet öncesi Hazret-i Mehdî Aleyhisselâm topyekûn dünyaya İslâm’ı hâkim kılacak ve yine topyekûn dünyayı ilâhî adalet üzere yönetecektir. Bu çerçeveden olarak, Hazret-i İsa Aleyhisselâm üzerinden topyekûn Hıristiyan dünya Müslüman olmak gibi bir nasibe konacaktır. Demek ki, topyekûn insanlığın tek noktada birleşmesine remz teşkil eden Ayasofya, sıradan bir mabed değil, mekân üstü bir remzdir. Ayasofya’nın İstanbul’da bulunması hasebiyle, İstanbul’u “Kültür Başkenti” olarak ilan eden Deccal taifesini bir kenara bırakacak olursak, “Beşer zekâsının sekreteri” olan İBDA’nın da merkezinin “Payitaht” İstanbul olması çok manidardır. Bu arada, hâlihazırda Ayasofya’nın esaretimizin sembolü olarak görülmesi de çok düşündürücüdür. Ayasofya sadece Müslümanların esaretinin değil, aslında topyekûn insanlığın esaretinin bir sembol mekânıdır. Hak ve hakikat düşmanı bir klik tarafından ne Müslümanlara ve ne de Hıristiyanlara yâr edilmeyen Ayasofya, söz konusu klik tarafından kendi pagan kültürünün bir mabedi olarak kalmasını istemekte ve müze statüsünde tutulmasını sağlamaktadır. Allah’ın gazabını celbeden ve doğrudan Allah’ın lanet etiklerine her türlü maddi ve manevi imkânı altın tepside sunan Ahbes-i Lâin’in lanetliliğini de birde bu açıdan değerlendirmek gerekiyor. 
Eflâtun’un gençlik dönemi, Sokratik Dönem olarak adlandırılır. Çünkü her zerresiyle Sokrates’i yansıtır. Sokratik diyaloglarda bilgi ve erdem üzerine yoğunlaşılır. Ana sorun iyi ve ona göre yaşamaktır. Eflâtun’a göre iyi, Sofistlerin iddia ettiği gibi göreli bir şey değildir; mutlaktır. İyi olan aynı zamanda doğrudur. Doğru bilgi en sağlam dayanaktır. Doğru bilgi insanı erdemli/ahlâklı yapar. Temel sorun doğru bilginin nasıl temellendirileceği üzerinedir. Diğer bir sorun, doğru bilginin alanının belirlenmesidir. Bu, gerçek ve değişmez bilginin belirlenmesi mânâsınadır. Eflâtun için gerçek ve değişmez bilgi, idealar dünyasıdır. İdealar dünyası (ideler âlemi/fikirler âlemi) kesin ve mutlaktır. İdeler dünyası, insanın yaşadığı veya yaşayabileceği bir dünya değildir. İnsan kesin bilginin değil, zannın (doxa), diğer bir ifadeyle de değişen ve gelişen bir bilgi dünyasının içinde yaşar. Eflâtun’a göre, insan idealar dünyası ile iletişime geçmelidir. Tedaisi, “Mutlak Fikrin Gerekliliği”… Eflâtun “Mutlak Fikir” sorununu Ruhun Ölümsüzlüğü üzerinden çözmeye çalışır. Eflâtun’a göre insan bu dünyaya gelmeden önce idealar dünyasında yaşıyordu. İdealar dünyasında görüp tanıdığı gerçekler kesin ve güvenilir bilgilerdir. Fakat bu bilgiler, dünyada örtülü kalmıştır. İnsan doğuştan idelere sahiptir, fakat onları yeniden bilmekle mükelleftir. Tedaisi, istidat üst başlığı altında nazari (teorik) ve amelî (pratik) olarak ifâdelendirilen ahlâk veya ruh ve fikir!.. İnsan, potansiyel bilgi (ruh ve fikir) ve ahlâk ile dünyaya gelir. Gerçek bilgiler -empiristlerin iddiasının tam aksi bir durum-, insanda hazır olarak vardır. Bu bilgileri şuura çıkartabilmek için yapılacak tek şey onları hatırlamaktır. Eflâtun burada anamnesis(9) kavramını kullanır. Anamnesis, “hatırlama” veya “şuura çıkartma” mânâsınadır. (10) Eflâtun’un Sokrates diyalog yönteminde ikinci aşama “doğurtma”dır. İnsan ruhunda uykuda bulunan düşüncelerini şuura çıkartmaya çalışır. Sokrates’te “doğurtma”, Eflâtun felsefesinde “hatırlama” olarak ortaya çıkar. Her iki yoldan edinilen bilginin doğru, kesin, değişmez, genel geçer bilgi olacağına inanılır. Eflâtun’a göre insan, “hatırlamak” için pek çok imkânla donatılmıştır. Değişimler dünyası olarak bilinen dış dünya veya görünüşler dünyası bunlardan başlıcasıdır. Dış dünya veya görünüşler dünyası rastgele yaratılmamıştır. Tedaisi, İBDA Mimarı’nın eserlerinde sıkça yer verdiği bir terkib hâlinde, “İlâhî ibdada tekrar yoktur, rastgele ibda da yoktur.” Duyulur dünya, idealar dünyasına, (ideler âlemi veya fikirler âlemi) göre yaratılmıştır. Bu dünya yaratılırken kendisi hem “İyi”, hem de “İyi Olan”a göre eyleyen bir güç olan Demiourgos, en iyi, en güzel ve yetkin olanı yaratır. Ne var ki, bu dünya belli bir mekân içinde yer alır. Mekânın olduğu yerde ise oluş, yani doğma, gelişme ve yok olma bulunmaktadır. Bu ise ideaların yetkinliğinden uzaklaşmadır. Tedaisi, hatası sebebiyle, dolayısıyla da halifeliği görünsün, ortaya çıksın diye cennetten dünyaya, diğer bir ifadeyle de yukarı âlemden aşağı âleme sürgün edilen Hazret-i Âdem Aleyhisselâm! Eflâtun’a göre, ideal yetkinlikten uzaklaşma, mekâna girer girmez kendini gösterir, çünkü mekân boş değildir; henüz biçim bulamamış olan “İlk Madde” ile doludur. Oluş, ilk maddenin biçim bulmasıdır, yani artık en yetkin olan, hiç yetkin olmayanla birleşmiştir. Tedaisi, ruh ve bedenin küllî ruhta buluşması veya birleşmesinin başlangıç noktası! Tedainin tedaisi, tasavvuf literatüründe nefs-i emmare denilen mertebe! 

Eflâtun’a göre kâinattaki uyum, ahenk (denge, tenasüb!) matematikten kaynaklanır. Tedaisi, matematik, hendese, riyaziyat; hesap ilmi; sayı ilmi; ebced ilmi; ledün ilmi; rüya ilmi; nebat ilmi; nurbat; vida; “kadüse”; somun; delik; kara delik; süveyda-ül kalb; “gizli zikir”; Nakşi sırrı; Allah zikri; namaz; secde; miraç; Sidretü’l-müntehâ; Arş horozu ve kıyamet! 
 
Dipnotlar
1-http://www.barandergisi.net/olum-odasi-b-yedi/olum-odasi-byedi-hastahne-ziyareti-252-h3263.html
2-http://dergipark.gov.tr/download/article-file/46130
3-Kozmogoni veya kozmogeni (zaman zaman kozmojeni) evrenin kökeninin araştırması veya evrenin kökeni ile ilgili teori. Türk Dil Kurumu kozmogoniyi şöyle tanımlamıştır: “Evren doğumu.” Kozmogoni sözcüğü Türkçeye, Fransızca cosmogonie sözcüğünden geçmiştir, bu sözcüğün ise kökeni Latince cosmogonia sözcüğüne dayanmaktadır… Kozmoloji, evrenin temel niteliğiyle ilgi¬li dini ya da felsefi İnancın bir parçasını oluşturur. Kozmogoni ise kozmolojinin özgül olarak evrenin yaratılışıyla ilgili bölümüne verilen addır.
4-Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Muzdaribler, “Düşünce Tarihine Bakış”, İBDA Yayınları, c. 1, İstanbul, 1998, sh. 262-263.
5-En ünlü Bizans kilisesidir. İstanbul'un Türkler tarafından fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet'in emriyle camiye çevrilerek, yüzyıllarca bir İslam mabedi olarak kullanıldı. 1935 yılında da müze durumuna getirildi. Ayasofya'nın bugünkü şekli Justinianus çağına aittir (M. S. 6. yüzyılın birinci yarısı), Daha önce Konstantinos l’in ahşap olarak yaptırdığı ve oğlu Konstantinos II’nin basilika şekline soktuğu kilise 404 yılında bir ayaklanma sırasında yanıp harap oldu. 415'te yeniden yapılan binanın ömrü uzun olmadı ve Nika ayaklanması (532) sırasında çıkarılan yangından kurtulamadı… Ayaklanmayı bastıran Justinianus, Ayasofya'nın yeni baştan kagir olarak yapımına girişti. Binanın planlarını yapmak, inşaatı yönetmek görev ve sorumluluğu çağın ünlü mimarları Milaslı Anthemios ile Balatlı İsidoros’a verildi. Kilise 537’de törenle açıldı. Fil ayaklan ve hatıllar kesme taştan, başlıklar, kaplamalar, söveler beyaz veya renkli mermerle mozaikten yapıldı. Binanın asıl duvar, kubbe ve kemerlerinde tamamen tuğla kullanıldı. Ayasofya'nın açılışından 22 yıl sonra bir depremde yıkılan kubbe tekrar yapıldı… Kilise, 869’da bir, 986’da da ikinci defa onarıldı. 1317’de çevre duvarları ve dayanak duvarlarıyla kuvvetlendirildi. 1348’de kubbe tekrar onarıldı. Türkler, Ayasofya'ya daima büyük bir ilgi gösterdiler. Yaptıkları ustaca onarmalarla bu büyük anıtın günümüze kadar gelebilmesini sağladılar. Ayasofya minarelerinden güneydoğu tarafındaki tuğla minarenin, Fatih çağında yapıldığı kabul edilir. Bayezit II çağında kuzeybatı köşesindeki zarif ince minare, Selim II çağında da batı tarafındaki iki kalın minare Mimar Sinan eliyle yaptırıldı. Ayasofya, 1935 yılında malum kişinin emriyle (Ahbes’e lanet!) müze haline getirildi… Latin İmparatorluğu sırasında kısa bir süre katolik kilisesi olarak da kullanılmıştır. Günümüzde görülen Ayasofya binası aslında aynı yere üçüncü kez inşa edilen kilise olduğundan Üçüncü Ayasofya olarak da bilinir. İlk iki kilise isyanlar sırasında yıkılmıştır. Döneminin en geniş kubbesi olan Ayasofya’nın merkezi kubbesi, Bizans döneminde birçok kez çökmüş, Mimar Sinan’ın binaya istinat duvarlarını eklemesinden itibaren hiç çökmemiştir. (https://www.nedir.com/ayasofya)
6-Ayasofya'nın Osmanlı’nın kullandığı farklı bir adı olduğu, Fatih’in 66 metreyi bulan vakıfname yazdırdığı ortaya çıktı. İşte Prof. Akgündüz’ün 20 bin belgeyi inceleyerek ulaştığı bilgiler: Ayasofya’yı ilk kez ayrıntılı olarak anlatan Rotterdam İslam Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, yapının gerçek adınınsa İstanbul'un fethini simgeleyen Fethiye Camii olduğunu söyledi. Başta Fener Rum Patriği olmak üzere dünya Ortodokslarının bir gün âyin yapabilme hayaliyle yaşadığı ve halen müze olarak hizmet halen Ayasofya’nın Osmanlı’daki adının Fethiye Camii olduğu ortaya çıktı. Son günlerde ibadete açıldığı haberiyle gündeme gelen Ayasofya Camii’nin yüzlerce yıllık tarihini ilk kez ayrıntılı olarak kitap haline getiren Rotterdam İslam Üniversitesi Rektörü ve Hukuk Tarihçisi Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, camiye bu ismin İstanbul’un fethinin bir simgesi olması için verildiğini söyledi. Akgündüz, “Böylece Ayasofya Müslümanlaştırılmış, Türkleştirilmiştir. Bu, sonsuza kadar böyle gidecektir.” Dedi (https://www.facebook.com/notes/yedikita-dergisi/ayasofyanın-hiç-bilinmeyen-adı/290295456372/)
7-https://www.nedir.com/Ayasofya
8-http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=070092&idno2=c070036#1
9-Öğrenmek, eskiden bilinmiş bir şeyi yeniden hatırlamaktan, anımsamaktan (anamnesis) başka bir şey değildir.
10-Ayet meâli: “Sen öğüt verip hatırlat. Çünkü, hatırlatmak müminlere fayda verir.” (Zariyat, 55)