“İdealist filozofların atası zaten Eflâtun’dur. Bütün bir maddî âlemin, her şeyin aslının ideler âleminde olduğunu, içinde yaşadığımız görünüşler âleminin, fenomenler âleminin, maddî âlemin, aslında o ideler âleminin başarısız, eksik ve hatalı kopyaları olduğunu, insanların bu eksik ve hatalı kopyalar üzerinden aslî idealar, yani fikirler âlemine ermesi gerektiğini savunur. ”İdea”nın Grekçede görmek mânâsıvardır; Latincede de “video” olarak geçer. Tasavvufta, ihsan mertebesi veya müşahede makamı olarak geçer. Müşahede, görmek demektir Arapçada.”(1)

“Görmek” aynı zamanda “şahid olmak” mânâsınadır; topyekûn varlığa şahidlik! Bunun zirve noktası, Mutlak Varlık olan Allah’ın birliğine ve O’ndan başka İlâh olmadığına (Kelime-i Tevhid!) şahidliktir. Kelime-i Tevhid nurunun renginin mavi, mavinin ise “yeryüzüne yayılıp döşenmek” mânâsından mütevellid Hazret-i Mehdî Aleyhisselâm’ın da renginin mavi olduğunu İBDA Mimarı’ndan biliyoruz. Sokrates’e yol gösteren “mavi ışık” esprisi bir yana, Büyük Doğu Mimarı’nın bizzat İBDA Mimarı’nı “mavi ışık” olarak karşılaması, (ayn, kün ve kûn üzerinden görmenin de bizzat kendisi olması), zevken idrake mevzu olsa gerektir. Evet; Mutlak Varlık olan Allah’ın birliğine ve O’ndan başka İlâh olmadığına şahidlik, ya eser veyahut da müessirde derinleşmeyi gerektiriyor. Ya eserden müessire yol bulmak, (Vahdet-i Vücud), veyahut da müessirden esere (Vahdet-i Şuhud) yol bulmak(2)... 

“Ölmeden önce ölmek sırrına eren” Velîler ile, “Ölüpte ölmemek sırrına eren” Şehidleri mânâda en büyük şahid yapan hakikat, Mutlak Varlık olan Allah’a olan şahidlikleridir. Bütün bu anlatılanlardan anlaşılan o dur ki, öyle veya böyle, ya “nefsin fedası”, veyahut da “bedenin fedası” üzerinden “görmek” hassasına, hakikatine ermek gerekiyor. Tam da bu noktada bir “üçüncü yol” yok mudur? sorusunu sormak gerekiyor. Böyle bir soruya uygun ve de tatmin edici bir cevap vermek gerektiğini söylemeye ne hacet! Bana soracak olursanız, “gerekeni gerektiği yerde gerektiği kadar yapmak”, “fikirse fikir, kavgaysa kavga”, “yapabilmek için bilmek”, “düşünce varlığın aynıdır” ve “lisan ayniyle insan” vb. gibi terkibî hükümlerden de hareketle denilebilir ki, gerek “nefs terbiyesi” çerçevesinde “nefsin fedası” ve gerekse Müslümanı münafıklık alametinden kurtarıcı olan “cihad şuuru” çerçevesinde “bedenin fedası”nı tek yekûn içinde cem eden olarak, -Cemü’l cem, ki; tevhid makamlarından Sıddıkıyyet makamı ile de doğrudan ilişkilidir; ki bu da Hazret-i Ebu Bekir (R.A) üzerinden Nakşiliğe, baş ve son esprisi üzerinden de “Nakşi Sırrıdır Kavgam” diyen İBDA Mimarı’na kadar sarkan bir mânâyı muhtevidir-, Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemi bir “üçüncü yol” olarak liyakat şartlarını yerine getiren, getirecek olan sahici ilim ve fikir erbabını beklemektedir. Çok açık ve net söylemek gerekir ki, Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemine nisbetle herhangi bir mevzuda derinleşmek ve sözkonusu mevzu üzerinden derinliğine ve genişliğine doğru yol almak ve bunun da cemiyet meydanında kavgasını vermek, sözkonusu “üçüncü yol”un başlangıç noktasına taalluk eden bir mânâyı mündemiç olmakla birlikte, büyük bir nasibi de beraberinde getirmektedir. Tabiri caizse, nasıl ki Asr-ı Saadet’te Allah Resûlü’ne iman edip şahidlik edenler Müslümanlar arasında Sahabî olmak gibi büyük bir nasibin sahibi oldular, aynı şekilde, ahir zamanda yaşadığımızın şuuruyla, Büyük Doğu ve İBDA ruh ve fikir sisteminin muradına uygun olarak, insan ve toplum meselelerinin halli noktasında herhangi bir mevzuda derinliğine ve genişliğine doğru meydan yerinde gözükmek, ahir zaman Müslümanları arasında da büyük bir nasibin sahibi olduklarının alamet-i farikası olacaktır. Allahü âlem!

İBDA Mimarı, “Ölüm Odası” isimli eserinde, “Ol emri” mânâsına “kün” kelimesi ile “göz” mânâsına “ayn” kelimesi arasındaki ebced tevafukuna (70) işaret eder ve ekler: “İNSAN, Allah katında bakan bir gözbebeği gibidir.” Yine aynı tevafuk çerçevesinde “ayn” kelimesinin “pınar, nehir” mânâsı hakkında da, “mecazî olarak ruh için de kullanılır” der. Bu arada “ayn” kelimesinin diğer mânâlarını da verelim: “Zât. Kavmin şereflisi. Eşyanın hakikati. Tıpkısı. Muayene etmek.”(3)

Yine İBDA Mimarı’nın “Ölüm Odası”ndan: “Allah, bir kelime olan “kün” emri ile ve her tür cismanîlikten münezzeh bir surette bütün mahlûkatı yoktan varlığa çıkarmıştır.”

Daha evvel Baran Dergisi’nde yayımlanan “Acb-üz-zeneb’in Peşinde” isimli yazı dizisinde “Ol emri” mânâsına “kün” kelimesi ile “kuyruk sokumu bölgesi; arka, makat, kıç” mânâsına “kûn” kelimesi arasındaki mânâ ilişkisine vurgu yapmış ve “acb-üz-zeneb”in “ölümden sonra dirilişin tohumu sayılan madde” ve “kuyruk sokumunda bulunan ve insanın tekrar yaratılışında çekirdek görevini görecek olan hücre; bir tür genetik şifre” mânâsına dikkat çekmiştik.(4) Ayrıca, hadîs ile sabit olduğu üzere, acb-üz-zeneb’in bir diğer isminin “us’us” olduğuna işaret etmiş ve bunun da sevenle-sevilen arasındaki ilişkiye işaret etiğine vurgu yapmıştık. “Us”un akıl mânâsına geldiğini biliyoruz. Buradan hareketle de “us’us”un birbirini seven iki akıl, veyahut da kendi aksini seven akıl gibi mânâları davet ettiğine de vurgu yapmak gerekiyor. İnsan, kendi zâtında kendi encamını seyreder. Kalb hakikatinde bitişik, birinden birinin tarafı olarak ruh ve nefs kavgasına şahidlik eder. Dolayısıyla da zâtiyle kişisel menkıbesini yaşar. Emanuel Kant’ın “Saf Aklın Kritiği” üzerinden “kendinde şey” (Ding an sich) dediği şeyin menbaını hatırlatan durumlar.

Eflâtun’a göre dünyada insan, bir mağarada, yüzü duvara dönük, mağaranın önünden geçen “gerçek varlıklar”ın duvara yansıyan gölgelerini görüyor gibidir. İBDA fikriyatında yerini, değerini ve izahını bulan Zat âlemi, Ruh âlemi ve Halk âlemi arasındaki ilişkiler ağını hatırlatan durumlar. Eflâtun, mağara benzetmesi üzerinden, sanki, “hakkında çok az şey bildirildiği” mutlak ölçü ile sabit olan “ruh”un sırrını kurcalamak iştiyakındadır. Bu çerçeveden olarak, Eflâtun, tabiri caizse, “şiddetli Bir”in bir aksı hâlinde “Bir” olan ruhu önce iki ana bölüme ayırır: Akıl ve istek (irade)… “Aklın ruhi bir keyfiyet” olduğunu ispatlarcasına, akıllı olan ruh, daha çok kuramsal (teorik) işleyen yandır der ve ekler: Bu ruh (veya akıl), idealara (mücerred fikir; “beyaz”, “nuranî”) yöneliktir, onları kavrar. Ruhun isteyen (irade) yanını ise iki bölüme ayırır: Gelip geçici istekler, duygulanımlar, sıradan gereksinmeler ve günübirlik hayat ile ilgili olan bölüm ki dünyevî, bedenî, nefsanî, beşerî istekler ve cüzi irade gibi mevzular bu bölümde yer alır. İsteyen ruhun öteki yanı ise aklın (selim akıl!) buyruğunda yaşanmaya değer hayat hakkında sahici sorgulama yapmaya, daha soylu, daha genel geçer etkinliklerde bulunmaya çabalar. Uhrevî, ruhî, ruhanî, melekî, ilâhî istekler ve küllî irade (“bütün fikir”) gibi mevzular da bu bölümde yer alır. Ruhun bu yanına (uhrevî) uyan bir hayat Eflâtun felsefesinde olumlu görülen, gelişen ve insana yaraşan hayattır. Ve; ruhun soylu istekleri doğrultusunda hayat süren bir kişi aklını kullanırken, onu idealara doğru yükseltecek bir ikinci itici güç daha vardır ki, o da Eros’tur. Eros, lûgatta “sevgi ve aşk” mânâsınadır. İlâhî aşk! Allah sevgisi!.. “İnsan, bilerek veya bilmeyerek Allah’ı arıyor!”

Eflâtun, eros’u değişik yönleriyle ele alır. Daha evvel, bizzat Eflâtun ismi üzerinden yola çıkarak, eflâtun’un mor renk mânâsı üzerinde durmuştuk. Fransızcada aşk mânâsına gelen amorun ise, -a mor, yani mor olmayan mânâsından mütevellid-, mor ötesi mânâsına geldiğini, bunun da miraç ile ilişkilendirilebilecek bir mânâyı beraberinde getirdiğine vurgu yapmıştık. Bu kısa hatırlatmadan sonra mevzumuza geri dönelim.  Eflâtun ideaların en üstünde iyi, doğru ve güzel olan ideayı görür. Bu çerçeveden olarak, eros, ölümsüz olmaya yöneliştir (miraç!). Edmund Husserl’in Fenomenolojisindeki en temel kavramlardan biri olan “yönelim” (intentio)(5) kavramının menbaını bu noktalarda aramak gerekiyor. Diğer taraftan, eros, bu dünyadan sıyrılıp ideal olan dünyaya (ebedî âlem!) yönelmeyi sağlayan bir güç olarak da okunabilir gözükmektedir. Vecd, fenafillah!.. Aşk, erdiricidir. Fikir, erdiricidir. Kadın, erdiricidir. Kadın (nefs, beden, dişil, fikir) ve erkek (ruh, eril, “horoz”) birlikteliği ve “nikâhta keramet vardır” mutlak ölçüsü!.. Allah Resûlü’ne dünyada sevdirilen üç şeyden birinin kadın olması ve kadının fikir ile olan yakın ilişkisi yanında, erkeğin sol kaburga kemiğinden yaratılmış olması hasebiyle de “bütünleyici unsur” olarak kendisini bir ihtiyaç olarak göstermesi ve dahi, Allah’a olan ihtiyaca yataklık etmesi vs!.. 
Temel ölçü: “Bütün varlık, Allah’a doğru bir akış hâlindedir”… Cemattan nebata, nebattan hayvana, hayvana insana doğru olan bu akış, insandan sonsuz varlık olan Allah’a doğru bir seyir takib eder.

Eros, insanda coşku uyandırır (hayret duygusu!). Çünkü insan iyi, doğru ve güzelin karşısındadır ve ona ulaşmak istemektedir. İyi, doğru ve güzelin karşısında olan insan sadece iyi, doğru ve güzele ulaşmak istemiyor, bizzat iyi, doğru ve güzel de olmak istemektedir. 

Temel ölçü: “Allah, güzeldir güzeli sever!” 

Güzel olmak, güzelleşmektir. Kelime-i Tevhid gereği Allah’tan başka İlâh olmadığına göre, insana düşen sedece ve sadece ilahîleşmektir. 

Eflâtun’a göre eros’tan mahrum olmak idealar dünyasına yönelmeyi imkânsız kılar. Demek ki idealar dünyasına adım atabilmenin asgarî şartı, âşıklık istidadında olmayı gerektiriyor. Ki; söz konusu istidat tüm insanlarda potansiyel olarak mevcuttur. Özetlersek; “sevgi, aşk ve muhabbet” mânâlarını mündemiç eros, hayatın her düzeyinde ideal olanın görülmesine vesile olan bir melekedir. 

Temel ölçü: “Kalblerin tatmini ancak Allah’ı zikretmekle olur.” 

Symposion (Şölen)(6) diyalogunda Eflâtun, kişinin önce günübirlik hayatta iyi, doğru ve güzelin ardına düşmesi gerektiğini söyler. Güzel tatlardan (mânâ) ve güzel bedenlerden (suret) coşku duyan bir insan giderek birinde görünen güzelliğin hepsinde aynı olduğunu (vahdet-i vücut) fark edecektir. Bu fark ediş onu daha üst, daha yetkin güzelliklerin ardına düşmesini sağlayacaktır. Ve böylece, yavaş yavaş iyi, doğru ve güzelin hakikatini de elde etme imkânına kavuşacaktır (vahdet-i şuhud). Çoşkular eşliğinde veya vecd hâlinde, gerçekten ölümsüz olan hayatın tadını almaya başlayacaktır. Bu çerçeveden olarak, yönelimin nasılına ve niçinine dair bir cevab olarak, İBDA fikriyatında yerini, değerini ve izahını bulan şu temel değer ölçüsünü zikretmek yerinde olacaktır: 

“Doğruyu mu istiyorsun? Allah ile Resûlü’nün bildirdiği!.. Güzeli mi istiyorsun?.. Allah ile Resûlü’nün gösterdiği!.. İyiyi mi istiyorsun? Allah ile Resûlü’nün öğrettiği!..”

Allah ile Resûlü’nün bildirdiği, gösterdiği ve öğrettiği her şey iyidir, doğrudur ve güzeldir.” 

Eflâtun, söz konusu diyaloğunda eros’tan sonra üzerinde en çok durduğu kavram erdem, diğer bir ifadeyle de ahlâktır. Eflâtun’a göre erdemli olmak, daha doğrusu ahlâklı bir hayat sürmek, insanı kendi özüne yaklaştıran en büyük oluşum şekli veya davranış biçimidir. Eflâtun tam da bu noktada devlet mefhumunu gündeme getirmekte ve devletin temel görevini belirlemektedir. Eflâtun’a göre devlet insanın erdemli veya ahlâklı yaşamasını sağlayan bir kuruluştur. Eflâtun’a göre insan ancak bir devlet düzeni içinde mutlu olabilir. Burada cevabı verilmesi gereken çok önemli bir soru ortaya çıkmaktadır ki, o da şu: İnsanı hem erdemli ve hem de mutlu kılacak bir devlet nasıl bir devlet olmalı ve iktidarın kaynağını nerede aramalı veya görmelidir? 
Eflâtun’un devlet anlayışında esas olan, her insanın kendi sınırlarını, yani becerilerini ve yeteneklerinin gücünü bilip, o yolda toplum içindeki yerini almasıdır. İBDA Mimarı’nın gönüldaşlara sıkça, “Bir mevzunuz olsun! Mevzunuzu bulun!” ihtarını hatırlamamak mümkün değil. Böylece her insan başarılı olacağı alanda etkinlik içinde olur. O alanda en iyisini bilecek ve sağlam bilgiler nedeniyle de etkinliği iyi, doğru ve güzel olacaktır. 

Ruh anlayışındaki bölümler uyarınca, daha doğrusu “şuur seviyesinin her değişiminde gerçeklik seviyesinin de değişeceği” gerçeğinden hareketle, toplum katmanlarından en üste teorik akla (bilge, âlim, aydın vs.) karşılık gelen toplumun elit veya aydın kesimi, toplumun en büyük azınlık kesimini oluşturur. Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sisteminin mücessem hâli olan Başyücelik Devleti’nde bunun adı “Aydınlar Aristokrasisi”dir. Bu tür bir azınlığın tüm eylemleri akla -selim akıl!-, diğer bir ifadeyle de belirli bir ruh ve fikir sistemi veya dünya görüşüne, -Büyük Doğu-İBDA!-, nisbetle yerini, değerini ve izahını bulur. 

Daha evvel söylendiği üzere, Eflâtun’un ideal devlet plan, program ve projesinde üç büyük öbek bulunur: Besleyiciler (halk), koruyucular (asker) ve yöneticiler (aristokrat). 

Eflâtun’un devlet anlayışında bir toplumun çok katmanlara ayrılması öyle çok da önemli değildir. Çünkü Eflâtun’un çerçevesini çizdiği devlette belli başlı erdemler vardır ve bu erdemlerin en belirgin olanı “ölçülülük ve adalet”tir. Ölçülülük; armoni (harmoni), denge (muvazene), uyum, uygunluk, tenasüp, “adlî tıb”, “horoz”, “küllî ruh” vs. 

Eflatun’a göre “ölçülülük” iki yönden mutluluk alametidir: Kişinin kendini tanımasına ve yine kişinin haddini bilmesine imkân verir. Eflatun’a göre sınırını ve yerini bilen ve görevini en iyi ifa eden kişi mutludur. Evet; kendini tanıyan, dolayısıyla da haddini bilen insan mutludur. 

Hadîs-i kutsi meâli: “Kendini bilen Rabbini bilir!” 

Temel ölçü: “Edeb, hadlere riayettir!” 

Ölçülülüğün akıl ile bağlantısına gelince, o da şu: “Bir insanın zekâ ölçüsü İslâm büyüklerinin sözlerini anladığı kadardır” ve Hazret-i Ali Efendimiz (r.a) buyuruyorlar: “Eşyayı yerli yerine koymak akıllılıktır.”   

Eflâtun’un devlet modelinde fertlerin toplum içerisindeki yerleri becerilerine ve yetkinliklerine göre belirlenir. Yani liyakat usulü belirleyicidir. Nitekim adalet mefhumu da bu bağlamda ortaya çıkmaktadır. Her sınıfın, her sınıftaki her ferdin görevini yerine getirmesi, Eflâtun’a göre adaletin tecellisine imkân veren bir durumdur. Böylece Eflâtun iki temel erdemi (ölçülülük ve adalet) birbiri içinde eriterek mutlulukla bütünleştiriyor. 

Eflâtun’un felsefesinde devlet ahlâkî bir yapı olarak ele alınmıştır. Eflâtun’a göre devletin temel işlevi fertlerin erdemli ve mutlu yaşamalarını sağlamaktır. Hâl böyle olunca, devletin en önemli kurumu ister istemez eğitim olarak ortaya çıkmaktadır. Eğitim büyük dava! Her alanda ve her adımda eğitim, bir toplumun var olması ve var kalması için zaruri. Büyük Doğu-İBDA külliyatından biliyoruz ki, belirli bir ideolacya çerçevesinde, “eğitim, muhatabına belirli duygu ve düşünce alışkanlıkları kazandırma davasıdır.” Burada “belirli” ifadesine dikkat! Neye göre belirli? sorusunun cevabına da dikkat! Eğitim bir bütündür. Meselâ toplumu meydana getiren aile, okul ve çevre unsurları, “unsur üstü” bir mânâ olan devlette buluşur. Devlet denilen mefhum, sözkonusu bu üç unsuru dengeli bir şekilde adalet üzere tanzim eder. Bundan maksad şahsiyetli insanlar yetiştirmektir; dolayısıyla da şahsiyetler topluluğunun meydana gelmesini sağlamaktır.

Spekülatif bir bakış açısıyla eros kelimesini irdelemek icab ettiğinde, doğrusu “os”u “us” olarak okumaktan yanayım. Erus?

Erus… Er us… Us, akıl mânâsınadır. Er us; er akıl, erkek akıl, “horoz”, fail akıl, faal akıl, “pratik akıl”, tabii akıl, saf akıl, mücerred akıl, “beyaz” akıl, “nuranî” akıl! Tedaisi, “akıl, ruhanî bir keyfiyettir!”
 
Dipnotlar
1-http://m.nabizhaber.com/burak-cileli-ibda-fikriyatinda-ruh-ve-beden-dualizmi-ii-18449h.html
2-“Eserde müessiri görmek”, İBDA Mimarı’nın yüksek ifadeleriyle, “bizzat maddeyi ruhun delili addetmek hakikati” ile örtüşen bir mânâdadır. (S.M., Ölüm Odası, b-yedi / Giriş, İBDA Yayınları, İstanbul, 2012, sh. 22)
3-Salih Mirzabeyoğlu, Ölüm Odası B-Yedi / Giriş, İBDA Yayınları, İstanbul, 2012, sh. 17.
4-http://www.barandergisi.net/acb-uz-zenebin-pesinde-iii-makale,1860.html
5-Descartes ile başlayan Kartezyen Dualitenin ötesine geçen, özne-nesne ayrımını bilinç-yönelim kavramlarıyla çözümleyen ve varoluşçuluğun temellerini atan Edmund Husserl, bilincin (ben’in) zaman ve mekânda bulunmadığını göstererek, fazlalık olma duygusunu bilincin hep bir şeylerin bilinci olmasıyla da destekleyerek varoluş bunalımına neden olmuştur… Husserl, maddenin akıldan bağımsız olmadığını, kendinden kanıtlı bir bilginin mümkün olabileceğini savunmuştur. (https://eksisozluk.com/edmund-husserl--149790). Bizce bu kendinden kanıtlı bilgi “Mutlak Varlık” olan Allah’ın “Mutlak Fikirleri”nden başkası değildir. Bu, bütün varlığın Allah’ın “Ol!” emri ile varlığa çıktığını göstermekle birlikte, bütün bir varlığın Allah’ın kelimeleri olduğunu da göstermektedir. 
6-Symposion, Eflâtun tarafından yazılmış diyaloglardan biridir. Aşkı konu alan ve aşka övgüler içeren konuşmaların yer aldığı bir diyalogdur. Kelimesi kelimesine çevrildiğinde “birlikte içme” anlamına gelen Symposion, Yunan kültürüne ait bir toplumsal olgudur.

Baran Dergisi 603. Sayı