Bir yakını vefat eden kimseye taziyede bulunmaya gitmiyoruz. Ya neye gidiyoruz? Bir yakını ölen kimseye başsağlığına gidiyoruz. Yakını ölene “başın sağ olsun” diyoruz. “Giden gitti, sen hayattasın buna sevinmelisin” der gibi. 

Bir insan malik olduğu ve ifade ettiği kelimeler dünyası ile insanlığını dile getirir. Bu kelimeler dünyasının inceliklerine gösterdiği vukufiyetine göre âlem-cemiyet-insan ilişkilerini düzenler. İnsan, kelime dünyası kadar zekâsını işler, tarih ve dil şuuruna sahip olur. Her kelime, tarihî macerası ve cümle kalıplarında farklı mizaç ve hususiyetleriyle anlam dünyamızı zenginleştirir. Kelimesi zengin bir insan, tefekkürî bir buuda çok daha rahat yükselirken ruhunun zarafet ve nezaket ile iç içe oluşuna bizzat şahitlik eder. Hangi mevzuda iş tutarsa kendini daha güzel ifade etme imkanına nail olur. Kelimeler dünyasına uzağız. O yüzden birlik ve beraberlik içinde hareket edemiyoruz. Birbirimizle kavga ediyor, sürekli nefret tohumları ekiyoruz. Çok az kelimeyle donanıp, yaşarken en güzel eserleri anlaşılmadık kelimeler var deyip bırakıyor, sabırla örülen ilim dünyasından kendimizi mahrum bırakıyoruz. 

Her şeyin kolayına kaçıyoruz. Evet, kolayına kaçmak... Çocuklarımız strese girmesin, oyun oynasın, imtihan olmasın, sınıfları geçsin istiyoruz. Eğitimde alınması gereken süreçleri inkıtaya uğratan en temel yanlış bu olsa gerek. İlim kolaya kaçmakla elde edilir mi? Kolaya kaçmak ile ilim yapılır mı? Hız dünyasında teknolojinin ve kurumların her an değişip geliştiği bir zaman-mekan düzleminde başka alemlerle yarış yapılıp onları geçme imkanı böylesi yanlış bir anlayışla mümkün mü? Artık kendimizi yalana kaptırmaktan ne zaman kurtulacağız? “Kral çıplak” diyen o saf ve halis çocuğun keyfiyetine ne vakit ereceğiz? Gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenirse diğer düğmelerin yanlış olması elbette mukadder. Okullar her şeyden önce bir ilim yuvası... İlmin verildiği mekanlarda her şeyden önce disiplinin olması ve fikir terlerinin dökülmesi gerekir. Okullara, ana okulu anlayışıyla yaklaşmak temel bir yanlış. Buralarda sadece oyun, şarkı, dans ve eğlence mi olsun? Sınav kalksın, sınıfta kalma olmasın, çocuklarımız strese girmesin. Oh ne ala, işler tıkırında. Herkes rol yapıyor, oynar gibi yapıp gerçek mânâda sahada oynamıyor. Bir boksörün aynaya bakıp aynadaki aksiyle boks yapması gibi. Oysa, rüştünü ispat edeceği yer ring ve karşısında kendi gibi bir rakip. Ringe çıkıp boks yapma kaygısı yok. Yapsa makyajları dökülecek ve gerçek su yüzüne çıkacak çünkü. 

Herkes imaj verme derdinde vizyon-misyon nakaratlarıyla sürüp giden bir süreç. Siyasetçisi, bakanı, müdürü; kurum ve kuruluşlarda hizmet vermesi gerekenlere hizmet edeceğine imaj vermekte çok ustalar. Halkın gözünü boyamada oldukça mahirler. Aynada kendi görüntüsüyle yapmış olduğu hareketleri boks yapıyorum diye yutturmada oldukça yetenekliler. Bu kişiler bütün cehd ve gayretlerini buna harcıyorlar. Hakikate samimi anlamda talip olma ve bu talipliğe muhataplığında çalışma iştiyakı yok. “Bugün Allah için ne yaptım?” nefs muhasebesine yanaşan gerçek insan soylusu ara ki bulasın. Herkes “bu insanlar benim hakkımda ne düşünüyor?” veya bu insanları şu düşüncelere sevk etmek için nasıl bir tanıtım yapmalıyım diye zavallıca düşünüyor. Bulunduğu makamın gereklerini yerine getirse, her an kendini mesleğinde yenileyici ve tevazu kanatlarını açıcı olsa her şey düzelmeye başlayacak. Bunu yapmıyor. Niye? Çünkü makama hak ederek gelmedi. Hayatın tesadüfleri veya üstteki makamların kendine yol açması ile başa geldi. Çünkü sistem bunun üzerine kurulu. Ehil ve çile sahibi olmadan da üstteki makam ve mevkilerle “al gülüm, ver gülüm” edasında gelebileceğinin herkes farkında. Eğitimde düzeltilmesi gereken bu temel yanlışa son vermek gerek. Evet, oyun olacak sanat faaliyetleri olacak, hem de en ciddi tavır ve müfredatla. Ancak ilim de olacak. İlim ehli olma yolunda adımın atıldığı okullarda liyakat ve ehliyet esas alınacak. Her iş ve tutumda ADALET tesis edilecek. 

Talebe bir yıl boyunca tembel tembel yatmış, ana ve babasının eline verdiği cep telefonu ve tablet başında geçirdiği sürenin yüzde birini derslerine ayırmamış ama sınıf geçecek. Şimdi bu adalet mi? Küçük yaştan itibaren adalet mefhumundan ve hak etme kaygısından bihaber yaşayan ve günlük hayatta bunu görmeyen bir çocuk ilerde nasıl olur bilir misiniz? Layık değilse kalacak. Çocuk ders çalışmamanın başta kendisi, sonra ailesi ve milleti için en büyük üzüntü kaynağı olacağını idrak edecek. İnsanın özü de bunu gerektirir. Çalışan insan çalıştığının semeresini görünce çile ve emeğin ne güzel bir şey olduğunu anlar. Semeresini gören ve mutlu olan insan çalışmamaktan üzülür ve boş vakit geçirmekten çekinir. Çünkü o çocuk ruh ve nefs kutupları arasında, ruhî hakikatin zevkini tatmış, nefsini dizginlemenin ne anlamlı olduğunu fark etmiştir. Çocuklar sınav olmasın, imtihan yapılmasın anlayışı bilakis eğitimin özünün bozulmasına sebep olur. Dünyaya kalp hakikatinde, ruh ve nefs kutuplarından birini gerçekleştirecek insanoğlunu, nefs kutbuna mahkûm edici bir duruma sokar. Şeytana giden yollar sonsuz iken hakikate giden yol birdir anlayışı felç olur ve istikametini şaşırır. Çocuk sınıf geçmeyi hak etmiyorsa kalacak ve acı çekecek. Acı çekmenin ve ceza görmenin halini yaşayacak. Öylesine bir süreç yaşayacak ki, sonunda anne, baba, kardeşler ve diğer destekçilerinin de yardımıyla kalkıp yürümesini öğrenecek. Her şey tadında ve dozajında olacak. Kendim ettim, kendim kalkacağım şuurunu elde edecek. “Nefsinin oyuncağı olup da çalışmamak ne kötü bir şeymiş.” deyip bir daha bunu yaşamamaya ahdedecek. 

Dedelerimiz ve bizlerin zamanında, sınıfta kalma ve imtihan vardı. Strese girdik lakin kimse psikolojik hastalık geçirmedi. Peki, şu anda psikolojik hasta olanlar kimler? Kimler okullarda rehberlikçilerin odalarında cirit atıyor? Strese girmeyen, sınıfı her ne olursa olsun geçip ellerinde cep telefonu ile sanal dünyaya gömülen nesil. Ağızları açık her gün en az iki dizi ve insanı tahkir edici programları seyreden ebeveynlerin evlatları. Herkes çocukların durumlarını sorgularken bu çocukların anne ve babaların yaptıkları cinayetleri sorgulayan yok. Anne ve baba soruyor, çocuk okulda mutsuz ve evde ders çalışmıyor. Onca yıl çocuğu sanal dünya ile oyala, çocuğu sanal dünya ile avutup, AVM’lerde her ihtiyacını gör ve her istediği şeyi elde etmesini sağla, her şeyi okula ve öğretmene yükle... Çocuk elbette okulda mutsuz olur. Şöyle veya böyle okul diz çöküp kafa cehdinde bulunması gereken yer... Sanal dünyada cennet rüyalarıyla yaşayan insanın, gerçek alemle karşılaşması elbette güç olur. Ve suç hep öğretmende kalır. Ebeveyn sebep iken sonuç okulda ortaya çıktığı için öğretmen geçer bir not alamaz. Çocuğun bu durumunda sorgulanan hep okul ve tabiî ki öğretmen olur. Sorgulanması gereken oysa veli ve çocuktur. Öğretmen olarak, velinin suçlu olduğunu söylersen yandın. Öğretmenin vazife yaptığı müessese de suçu öğretmende görür ve problemi okul-öğretmen-öğrenci arasında çözmeye niyet eder. 

Tabiî ki burada okul ve öğretmenin tamamen suçsuz olduğu iddiasında değiliz. Fakat apaçık bir haksızlık var. Evet... Öğrenci, veli, öğretmen, okul, bakanlık bir bütündür ve hep beraber sorunu gördüğümüz yerde yüklenmeyi bileceğiz! Sorun varsa hep birlikte aşmanın çarelerini arayacağız. Topu başkasına atma kolaycılığına sapmayacağız. Evet, kolaycı olmayacağız bütün dünyaya numune teşkil edici bir millet ve devlet olacaksak, bu şuuru kuşanıp buna göre hareket edeceğiz. Eğitimi birebir kopyaladığımız felsefi ve pratik anlayışlarla idare etmeyeceğiz. “Bizim de bir görüşümüz, tarihî dinamik ve tecrübelerimiz var.” deyip yola koyulacağız. Kolaycı olmayacağız. Çalışmayana eğitim dünyasında yer yok. Kalırsın, bedelini öder ve dersini alırsın. Toplum olarak seni bir köşeye atmıyoruz. Her daim yanındayız, lakin sen de adım atmalı uzattığımız eli tutmasını bilmelisin. İmtihan edeceğiz. İmtihandan yeterli notu alacaksın. O dersi, o ilmi öğrendiğini bize isbatlayacaksın. Sana sahte diploma vermeyeceğiz. Her sahtelik, sende ve toplumda derin yaralar açar. Sahte diploma alan hangi meslek grubundan olursa olsun mesleğini layıkıyla yapamaz. Toplumun her ferdi kendinden ve toplumundan iğrenip özgüvenini kaybeder. Yabancı, kendinden ilerde millet ve devletleri yüceltmeye mahkûm olur. En kötüsü de galiba bu olur. Biz adam olamayız anlayışı ve maymunvarî bir haleti ruhiye ile çareyi hep dışarıda arar. Bir şey yapacağı zaman “ben nasıl yaparım?” demeyip “Alman, Amerikalı, Finlandiyalı nasıl yapmış?” der ve onun yaptıklarını alır. Aldıkları ise sadra şifa değildir ve olamaz. Niçin? Her medeniyet ve kültür farklıdır. Yaşadıkları tarihî süreç ve tecrübeler hiçbir zaman birbirine benzemez. O yüzden toplumdan topluma aktarılan fikir ve müesseselerde şifa ve müsbet mânâda atılımlar çok azdır. Galiba son yüzyılımızın eğitim alanında durumunu da özetlemiş olduk.

Evet, bir Müslüman kardeşimizin yakını vefat ettiğinde taziyeye gideceğiz. Taziyede bulunurken ahirete irtihal eden kardeşimize “Allah rahmet etsin, mekanı cennet olsun.” temennisinde bulunup ruhunu huzura erdirici dualar edeceğiz. Geride kalan kardeşimizin acısını paylaşıp “Allah sabır versin.” diyeceğiz ve bu kötü durumunda yanında olduğumuzu hissettireceğiz. Her hal ve yerde kullanmamız gereken kelimeleri yeniden tesbit etmeli ve günlük hayatımızda aksettirmeliyiz. Ancak bu durumda yola sağlam koyulup fert ve cemiyetimizi inşa edebiliriz.


Baran Dergisi 653. Sayı