Devrimizde Müslümanların kafası karıştırılmış ve Ehli Sünnete muhatap anlayıştan uzak kalınmış olsa bile Ehli Sünnet müçtehid imamlarının üstünlüğü tartışmasız yerini koruyor.
                      Mezhepsiz ve reformistler, “elini sallasan ellisi” hesabı mezhep kurmaya kalksalar bile hiçbiri tutunamamaktadır. Hak bir, batıl ise sayısız…İmam-ı Azam’ın eline su dökemeyecek olanlar bir başarı elde edemeyecekler; ancak istikametini bulamamış kafaları biraz daha karıştıracaklardır o kadar.Edep, insaf ve iz’an sahibi her Müslüman, Ehli Sünnete ve tasavvufa dil uzatan bu müçtehid taslaklarına yüz vermez. Fakat bazıları yılan gibidir, hak derken batılı zehir gibi sokarlar. Reformistlerin niyetleri farklı, onları dinleyenlerin psikolojisi ise daha farklıdır. Boşluktan istifade ile kendi akıllarını bütün ölçülerin üstüne koyarlar. Güya tefekkür ediliyor; Kur’andan başka her şey sorgulanıyor. Aslında kafalar daraltılmakta, karşısındakinin anlayışına mahkûm edilmektedir. Ya da mihraksız düşüncenin başıboşluğunda zevkli (!) ve heyecanlı (!) tartışmalarla hiçbir hakikate varılamamaktadır. İslâmda ise başıboş düşünce değil, selim akıl ile araştırmak vardır. Ne aradığını bilmeden ne bulduğunu da bilemezsin. Herkesin kafasını ölçü almasıyla İslâmî tefekkür zenginleşmez. Ortada olan ise curcuna ve kafa karışıklığından başka bir şey değildir.
Akıl sayısınca yol varken, akıl tek başına nasıl rehber olsun? İmam-ı Gazali, “aklı sonuna kadar gerdim, kopacak gibi oldu. Peygamberlik nuruna sığındım. Kurtuldum” diyor. Aklın müderrisi böyle derken, akıl çilesi de çekmemiş, birkaç malumatla allameliğe kalkanlara “ilim insanın cehlini alır, ahmaklık bâki kalır.” sözünü hatırlatırız.
Batı’nın “Aydınlanma Çağı” ile birlikte aklı ön plana çıkarması bizdeki reformistleri de besleyen bir damar oldu. Zaten reformistler Batı etkisinde kalıp ve İslâm’a eksiklik izafe eden ve onu dıştan payandalamaya çalışan yarım akıllılardır ve tabiri caizse yarım imanlılardır.
İtikadî ölçüleri gevşek ve “mezhebi geniş” bazı Müslümanların mezhepleri dinden ayrı imiş gibi görmeleri reformistlerin ekmeğine yağ sürmektedir. Adeta onlara gün doğmaktadır, müçtehidliğe soyunma fırsatı vermektedir. Fakat “mezheplere gerek yok” diyen bile bu görüşü ile bir yol-mezhep önermektedir, “mezhepsizlik mezhebi” olarak. Şunu da belirtelim ki, itikadî ve amelî ölçüler şarttır. Namazı nasıl kılacağız, abdesti bozan ve bozmayan unsurlar nelerdir gibi. Yani uygulamada mezhepsizlik diye bir şey olmaz. Mezhepler konuşulduğunda sual şudur: “İmam-ı Azam mı, filan reformist mi?” tercih edilmelidir.
Reformistlerin günümüzdeki öncüsü Hayrettin Karaman’ın Yenişafak gazetesinin 12 Aralık 2013 tarihli nüshasındaki “İhtilaftan Tefrikaya” başlıklı yazısı vesilesiyle kimlerin tefrikaya yol açtığının üzerinde durmak istiyorum. H. Karaman, Ehli Sünnet ulemasının, “Hz. Ali haklı, fakat Hz. Muaviye ile aralarındaki ihtilaf içtihad farkından çıkmıştır” şeklindeki tesbitini utanmadan “tefrika” olarak nitelemektedir. Ehli Sünnet görüşünün aksini iddia etmenin Hz. Muaviyenin yanında yer alan Sahabîlerin yarısına dil uzatmak ve bunun da Şii söylemine arka çıkmak olduğunu H. Karaman elbette bilir ama asıl ukdesi Ehli Sünnet’le olduğu için bunu yine yapar. Aynı yazısında yine tefrika tohumları ekmeye devam eder ve Hanefî ve Şafiî fıkıhçılarının, kendi mezhep mensuplarının birbirinin arkasında namaz kılamayacakları şeklinde fetva verdiğini söyler. Hâlbuki Hanefî Şafiî birbirinin arkasında pekâlâ namaz kılar. Mezhepsizlerin her zaman yaptıkları gibi naklettikleri noksandır veya İslâm tarihinden böyle bir iki örnek bulup, “mezhep taassubu” iddialarını destekleyip oradan “mezheplere gerek yok” algısına yol açmak isterler.
İlahiyattan emekli profesör olan Hayrettin Karaman, “ben ömrümü üç ismin (Cemalaeddin Afgani, Muhammed Abduh ve Reşit Rıza) anlaşılmasına adadım” diyebilen biri. Hatırlatalım: Cemaleddin Afganî, “Peygamberlik sanatlardan bir sanattır” diyen ve maskaralıkları yüzünden Abdülhamit Han tarafından kovulan biri. M. Abduh’un ise masonluğu ve Afgani hayranlığı malum, Reşit Rıza da mason ve onun öğrencisi. Bu üçlüden ne hayır geldi ki H. Karaman’dan da bir hayır umalım? Dikkatli okurların gözünden kaçmamıştır. H. Karaman yazılarında Ehli Sünnet ulemasının görüşlerini en başta verir fakat sonunda kendi yorumunu ve nihaî hükmü koyar, kendisi hepsinin üstünde mutlak müçtehid(!) ya. Bu taktiğe aldanmamalı. Bu sinsi taktikten dolayı İlahiyat çevrelerinde, “Karaman’ın Koyunu Sonra Çıkar Oyunu” sözü darb-ı mesel olmuştur.
Cemalettin Afgani, Mevdudi ve Ali Şeriati gibi isimleri tavsiye eden reformist ve mealciler, Ehli Sünnet çizgisi ve tasavvuf çizgisinden ve de içlerindeki gölgede kalma ukdesinden dolayı Büyük Doğu’yu “ilmî” bulmuyor. “İlim”den ise batı normlarında bir ilim anlaşıldığı için yanlış değerlendiriliyor. Hâlbuki ilmi, irfan ve hikmetle birlikte düşünürsek Büyük Doğu ilmîdir, irfanîdir ve hakîmdir.
Evliliği dinî akitten çıkaran ve belediye nikâhına cevaz veren Hayrettin Karaman’a o zamanlar (Ekim 1976 tarihinde Rapor 2’de) Üstad şöyle fikrî ve ilmî cevap verir:
“İçinde, Allah huzurunda, Allahın emri ve Resûlünün kavli şuur ve ilânı bulunmayan her evlenme İslâm indinde bâtıl ve herhangi bir çiftleşmeden farksız olduğuna göre, böyle bir fetvâ nasıl verilebilir?
Birçok ilim adamının göremeyeceği derinlikte işin püf noktasını işaretleyip doğru yolun fetvasını veriyor Üstad. İşte bu nokta ilmin de bağlı olduğu irfan ve hikmet boyutudur ki, reformistlerin ve kuru akılcı Müslümanların anlamadığı bu husustur. Belediye nikahına cevaz verirken içini ve ruhunu boşaltmaktadır ve dini demokratik ve laik düzene uydurmaktadır. İslâm’da şekil ve ruh birliktedir.
Üstadın da takriz yazdığı “Dini Tamir Davasında Din Tahripçileri” isimli güzel bir kitabı olan Yüksek İslâm Enstitüsü’nün ilk müdürlerinden rahmetli Ahmed Davutoğlu hoca, “belediye nikâhı câiz değildir” dediği için reformcuların ispiyonuna uğramış ve 1 yıl cezâ almıştır. Bu bilgi notunu da ilâve edelim. Bu kitap, Kitap Yurdu’nda temin edilebilir.
Din Eğitimi Genel Müdürlüğü de yapan reformist Tayyar Altıkulaç eliyle Yüksek İslâm Enstitülerinde talebelere zulmedenler, İmam-Hatip ve İlahiyatlarda çöreklenen reformist ekiptir. Talebelere baskıları ve mezhepsizlik faaliyetleri boykotlara ve çatışmalar şeklinde tepkilere yol açar. İstediklerini asistan yaparak (Yaşar Nuri gibi) İlahiyatlarda birçok mezhepsiz yetişmesine yol açtılar. Medreselerin de kapatılmasını fırsat bilip ve Kemalist rejim ile de işbirliği yaparak mezhep ve tasavvuf düşmanı nesiller yetiştirirler. Bu açıdan da bakarsak Hayrettin Karaman ve Tayyar Altıkulaç’ın sicili hiç de temiz değildir. 28 Şubat’ta sesi çıkmaz, hatta düzenbaz Zekeriya Beyaz’ın yanında yer alırlar. 2001 yılında H. Karaman üniversiteden atılmış değildir, emekliliğini istemiştir. H. Karaman rejimle hiç çatışmamıştır.
Kendileri hâkim ideoloji karşısında ezik olanların (reformistlerin), ezik İmam-Hatipli nesil yetiştirecekleri de açıktır. Hâlbuki İslâm eksik veya eskimiş değildir; Üstad’ın tabiriyle, “eskimez, solmaz, pörsümez yeni”dir. Yenilenecek olan reformistlerin sandığı gibi İslâm değil, İslâm’a muhatap anlayıştır. Kısaca söylersek hâkim davaya mahkûm tavır yakışmaz.
Düzen yanlısı bazı grup ve cemaatlerin (Gülen ve Işık cemaati gibi) Ehli Sünnet olmalarına bakarak Selefiler ve Şiiler Ehli Sünnet hakkında karalama yapmak istemektedirler. Fakat Ehli Sünnet çizgisi devrimcidir, hakkı ve şeriatı üstün tutar. Ehli Sünnet’in imamları (İmâm-ı Azam, İmâm Ahmed Bin Hanbel vb.) ve tasavvuf büyükleri (İmâm-ı Rabbânî, Mevlana Hâlid vb.) ve günümüzde BD-İBDA Hareketi ve dünyada savaşan birçok Müslüman Ehl-i Sünnet’in direniş ve devrimci ruhuna misâldir.
Ehli Sünnet ölçülerini tanımayan Hayrettin Karaman’ın düştüğü saçmalıklardan bazı misaller: Zina edenlere recim cezasını inkâr eder, enflasyonla ilişkilendirerek faize cevaz verir, Katılım Bankalarının “kar payı” adı altında dağıttıkları faize fetvalar verir, her fırsatta ve sinsice Ehli Sünnet ulemasını küçük görür, Batının şiddet tarifine uyarak cihad eden Müslümanları eleştirir, diyalog fitnesinde Fetullah Gülen’le birdir, şirk koşmayan Yahudi ve Hristiyanların cennete girebileceğini söyler (ne demekse?), kadından devlet başkanı olabilir der, hemen her mevzuda modernizme uygun fetvalar verir ve “İslâmî demokrasi”den bahseder.
Hâlbuki fıkıhçı şüpheli şeylerden İslâmı koruyan, İslâma aykırı fikir ve uygulamaları İslâm binasına sokmayan kişi demektir. Fakat H.Karaman’ın fıkıhçılığına bakın ki, modernizmin bütün pisliklerini İslâma sokuyor ve onlara hiçbir zaman reddiye dizmiyor. Ayetler ve hadisler modernizme uyduruluyor, mezhepler bir kenara atılıyor. Demokrat ve muhafazakâr Müslümanlara göre ise Hayrettin Karaman oluyor “hocaların hocası”.
Hâlbuki gerçek fıkıhçı bozulmuş düzen ve toplumla mücadele eden mücahit bir zat olmalı idi. Böyle bir devirde gerçek bir İslâm fıkıhçısının risk alıp bir çok yanlışlıkla mücadele etmesi ve hatta bu uğurda zindanlara girmesi gerekmez mi? İmam-ı Azam’ın zindanda kırbaçla ölmesi gibi, İmam-ı Ahmed bin Hanbelin işkencelere maruz kalması gibi. Hakkı hukuku her şeyin üstünde tutan geçmişteki büyük imamlar nerede, günümüzün müçtehid taslakları nerede?
Osmanlının son zamanlarında ve Cumhuriyetle birlikte ulema sınıfı tükenmiş ve öldürülmüş ve ortada İslâma muhatap anlayış kalmamıştır. Otorite fikir ve şahıslar kalmamıştır. Sünnî bir İslâm devleti yoktur ve sapık kollar meydanı boş bulmuştur. Tâ ki Büyük Doğu’nun Sünnet ve Cemaat Ehli yolunu bir emirsubaylığı olarak çerçeveleyişine kadar. Tabiî ki ferdî planda alimler ve bazı gruplar olmuştur ama yeni bir anlayış olarak İslâmın aslına uygun sistemleştirilmesi Büyük Doğu iledir. Estetik, ahlak, dil ve diyalektik, hukuk ve iktisad, müsbet ilimler ve güzel sanatlar vs. bütün şubeleriyle İslâmî düşüncenin örgüleştirilmesinden bahsediyoruz. Çünkü Ehli Sünnet itikadi ve ameli ölçüleri çerçeveye alıyor, siyasî ve sosyal sistem va’z etmiyor. Bağlılarından ise çağının ihtiyaçlarına göre, siyasî ve içtimaî çözümler üretmelerini ister, itikadî ve ameli ölçülere uygun olarak. Necip Fazıl’ın örgüleştirdiği ve Salih Mirzabeyoğlu’nun yürüttüğü “Başyücelik Devlet Modeli” böyle bir cemiyet modelidir.
İslama muhatap anlayışı örgüleştiren Necip Fazıl, “İdeolocya Örgüsü” ve “Doğru Yolun Sapık Kolları” adlı eserlerinde ham yobaz sınıfını belirttikten sonra onun anti tezi reformcular sınıfı ile de mücadele edilmesi gerektiğini işaretler. Esseyid Abdülhâkim Arvasî’nin, dini içten yıkan İbni Teymiyye hakkındaki tesbitleri de malumdur. Necip Fazıl ilmini, irfanını zevk ve edebini zahir ve batın alimi, Büyük İrşad Kutbu Esseyid Abdülhâkim Arvasî’den almış ve ideolocyasını örgüleştirmiştir. İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu da Büyük Doğu’ya nisbetle davasını yürütmüştür. Görüldüğü gibi hepsi nisbetini göstermiş, beylik ve yeni bir mezhep davasına girmemişlerdir. Bundan dolayıdır ki, BD-İBDA İslâma muhatap anlayışı, Sünnet ve Cemaat Ehline çağımızda eklenen bir halkadır, Kurtuluş Yolu-Doğru Yol’dur. BD-İBDA çizgisi kuru kuruya “Ehli Sünnetim!” demekle kalmaz, ölçülere doğru bakacak “ölçülendirme ölçülerini”, dil ve diyalektiğini sistemli olarak ortaya koyar ve böylece Ehli Sünnet çizgisini yürütmüş ve yaşatmış olur.
Günümüzde Ehli Sünnetim diyen bir çok cemaat ve tarikat vardır, fakat İBDA’nın farkı, Ehli Sünnet çizgisinin yürüyen hali ve diyalektiği olarak sistemli fikir ve aksiyon oluşudur. BD- İBDA dünya görüşü, sadece geleneksel olarak Ehli Sünnetten ibaret kalmayıp onun cemiyet modeli olarak sistemleşmiş hali olmuştur; Başyücelik Devlet modeli olarak da cisimleşmiş hali olmak amacındadır. Diğer tarikat ve cemaatlerin böyle bir amacı, projesi ve buna göre teşkilatlanması yoktur. İslâm inkılabı için ideolocya ve ihtilal şartı böylece İBDA tarafından yerine getirilmiştir. Şuurunda olunsun veya olunmasın, Ehli Sünnet ve tasavvuf çevrelerinin ideolojisi ve cemiyet modeli, BD-İBDA’dır. İslâm’ın dinamizmi yeni meselelerin çözümü buradadır.
Şunu hassaten belirtelim ki, “Ehli Sünnet” demek İslâm demektir; Ehli Sünnet, İslâm’ın bir fraksiyonu, ayrı bir kolu değildir, İslâmın ta kendisir. Ehli Sünnet ana cadde (cadde-i kübra) olup, Ehl-i Bid’at ise ana caddeden sapan kollardır. Ehli Sünnet isminin kullanılmasının sebebi, İslâm’ın içine dahil olmaya çalışan Ehli Bidat fırkalarla İslâm’ın farkını belirtmek ve sünnete bağlılığa vurgu yapmak içindir. Çünkü sapık fırkalar (Selefî, Şiî, Harici, Mutezili) kendilerini İslâm diye gösteriyorlar ve Müslümanların fikirlerini çalma amacı taşıyorlar idi. Günümüzde mezhepsiz ve reformistlerin yaptığıda budur ve onun için Üstad tarafından Büyük Doğu’larda çift başlı yılanlı çerçeveye alınmıştır önemli reformistler.
Bu çalışmamızda meselemiz isimler değil, yanlış fikirlerdir; şahısların iddiaları ve temsil ettiği çizgidir mevzumuz. Ve biz ölçülerimizi ve nisbetimizi göstererek eleştirilerimizi yapıyoruz. Edep ve usulümüz budur. Takdir ehlinindir. En iyi bilen ise Allah’tır.
Mihrakı ve nisbeti olmayan mezhepsiz ve reformistler tek ölçü olarak putlaştırdıkları akıllarına göre ayetleri yorumlar, hadisleri atarlar, zaten icma ve kıyası da kendileri yapar ve birçoğu da tasavvufu inkâr ederler. Mustafa İslamoğlu gibiler Kaderi, Nuzûl-ü İsa’yı, Kabir Azabı’nı inkâr ederler. “Ehli Beyt” lafı altında Ehli Sünnet’e düşmanlık ederler. Böylelerinin her ifadesine şüphe ile bakmalı.
Edep ve ölçü tanımayan mezhepsizler, Hadis Müessesine de saldırırlar. Çünkü hadisler kafalarına göre at oynatmaya manidir. Mezhep imamı da olan Ahmed Bin Hanbel büyük bir muhaddisti. Öyle ki, bir milyon hadisi ezberinden bildiği gibi, bu hadislerde geçen altı milyon raviyi de eksiksiz biliyordu. Hadisler çok büyük aşk, emek ve ilmi disiplinle toplanmıştır. Hadis müessesesi Batılıların bile hayranlığını çekmiş olup böyle bir ilmî Müessesenin tarihte başka bir örneği yoktur. Fakat edepsiz ve şebek mezhepsizler, hadis ilmi içindeki meseleleri “zayıf hadis-kuvvetli hadis” diyerek şüphe ve fitne tohumları ekmek için dar kafalarına göre yorumlarlar. Hâlbuki zayıf hadis de hadis olup, ravi zinciri ile ilgili bir noksanlıktandır. Yani hadis âlimleri o kadar ciddi çalışmışlardır ki ayrıntılı tasnife gitmişlerdir. Buhâri ve Müslim başta olmak üzere “Kütübü Sitte” ve diğerleri ile hadisler kayıt altına alınmıştır. İmâm-ı Buhari’nin hayatına ve hadis toplamadaki çile ve disiplinine bakın, bir de büyük hadis alimleri yaşamamış gibi hadis tartışmaları çıkaranlara bakın ve aradaki dağlar kadar farka göre karar verin. Haddi aşan günümüzün uyduruk ulemasına dikkat edelim. Ve şeytanın da, cinlerin ve meleklerin hocası iken sapıttığını unutmayın. Sahabîlere düşmanlıkla maruf Şiilerin hadislerin yüzde doksanını reddettiklerini ve bundan dolayı aramızda ortak bir din kalmadığını da hatırlatalım. Hadislerle alakalı olduğu için sahabîlerin her birinin ehemmiyetini elbette idrak edelim. Doğru Yolun Sapık Kollarının hadislerle niçin uğraştığını da anlayalım.
Mezhepsizler kendi akıllarıyla gittikleri için aslında birbirlerini de nakzederler. Bir araya gelseler anlaşamazlar, fakat Ehli Sünnete karşı birlikte hareket ederler ve birbirlerine laf söylememeyi tercih ederler. Birbirlerine girenler de vardır, Zahidül Kevserî’nin sözünü nakledelim: “mezhepsizlik dinsizliğe giden köprüdür.”
Vehhabi hareketinde İngilizlerin parmağı olduğu bilinmektedir. İslâm’ın şuurlu düşmanı İngilizlerin temiz İslâm itikadı olan Ehli Sünneti tahrip edecek her fırka ve düşünceyi desteklediğini biliyoruz. İngilizlerin reformist fikirlerde parmağı olduğu da bilinmektedir.
Müslümanlara bir mezhebe bağlanmamayı öğütleyen mezhepsizler, verdiği kaynaklar arasında çelişiyor; verdiği kaynaklara dahi hakkıyla vakıf olmadıkları görülüyor. Yahut kaynakları, kendi emelleri için yanlış yorumluyorlar. Reformistlerin “ilmi” fitnelerini tek tek göstermek de mümkün. Ebubekir Sifil, Taha Hakan Alp, İhsan Şenocak, Cübbeli Ahmed Hoca ve birçok hoca bunu yapıyor. Fakat şu hususa da işaret edelim ki, sistemli bir tefekkürden gelerek İslâmî ve diğer ilimler yeniden sınıflanmalı ve ocaklaşmalıdır. “Ölçüler yerli yerinde ama ona bakacak göz nerede?” davası anlaşılmalıdır. İmamı Gazalinin’ de işaret ettiği “Fıkıh-fehm-anlayış” ve İslâm’a muhatap anlayış davası yeterince idrak edilemiyor hâlâ. Aslında küfür bize sistemli saldırıyor. Fakat İBDA Mimarının “sistem şuuru”yla mücadele yürütme tezi anlaşılmıyor.
İlahiyattan bir hocanın İmam-ı Rabbani Sempozyumunda sarf ettiği şu söz mezhepsizlik hastalığının da kaynağını gösteriyor: “Çağdaş ilahiyatçılarda haddini bilmeme gibi bir hastalık var.”
İslâm’ı belli şekil ibadetlerinden ibaret sanma, cemiyet meselelerinden uzaklık ve dertsizlik, meraksızlık ve zevksizlik Müslümanlar olarak arazlarımızdandır. Davanın ehliyet şartları ve meselelerin çözümleri yerine rehavete ve cemaatçilik-hizipçilik derdine düşmüşüz. Bu rehavet ortamında modernizm, liberal ve ılımlı İslâm ve “meâlci” denen mezhepsizlerle de yeterince mücadele etmiyoruz. Adeta iman hassasiyetimiz körelmiş.  “Doğru Yol anlayışına bağlılığım nasıldır, İslâmın sanat, siyaset, iktisat anlayışı nedir, hangi örgütlenme ile zafere ulaşabiliriz?” şeklindeki sualleri cevaplandırmaktan kaçmakla meselelerden kurtulamıyoruz. Dünyada akan Müslüman kanıdır ve bizlerin mesuliyeti vardır. Asırlar öncesinden çözümlenmiş mezhep meselelerini kurcalayarak değil, çağımızın meselelerine çözümler olan tekliflerimizle meydan yerini tutmalıyız.
Burada bir çıkıntı yapalım ve Ehli Sünnet Kurtuluş Yolu ama sadece “Ehli Sünnet’im” demeyle kurtulamayacağımızı, yine Ehli Sünnet büyüklerinin bir uyarısı olarak belirtelim. Çünkü insanı kurtaracak olan amelinden çok imanıdır. Bir din büyüğünün sözü şöyle: “Büyüklerin meclisinde bulunur da, onların söylediklerinin aksine bir hal içinde bulunursanız Allah birden kalbinizden imanı alır, amelleriniz de fayda etmez.”
Burada ihlas ve kibire düşmemek öğütleniyor. Öyle ki, iman ve ihlas kalpten çıktıktan sonra namazı kimin için kılıyorsan, ilmi kimin için öğreniyorsan sevabı da ondan istersin artık. Din büyüklerini tanımamanın ve hadlere riayet etmemenin sonu hüsrandır. Ehl-i Sünnet Yolu’nda hadler çerçevelenmiştir. Allah, Peygamber, Sahabîler, Âlimler ve Müminler… Müminler de derece derece…
Mezhepsiz-reformist taife “Kur’an İslâm”ı diye bir söylem icad edip hadleri çiğneyen, din büyüklerini tanımayan, Hadisleri tartışmaya döken ve aslında Kur’an’ı da anlamayan zavallılardır.
Bir gönüldaşın rahmetli kayınvalidesinin sekerat döneminde söylediklerini ibret nazarıyla burada aktarmak istiyorum:
“Bizim namazında-niyazında ve iyi zannettiklerimizi öte âlemde kötü, kötü bildiklerimizin ise su kenarında yeşillikler içinde görüyorum.”
Buradan, amel önemli değil, anlamı çıkmaz; imanla amelin ehemmiyeti ortaya çıkar. Hem ümit hem korku dengesi içinde Allaha yalvarmalıyız. Kendi iman, ihlas ve amelimize bakmalıyız; çünkü cennet kimseye garanti değil. Ehli Sünnetin (İslâm’ın) uyarısı budur.
İlmiyle amil olmayan ve ilmi kendisine fayda etmeyenlerden ve faydasız ilimden Allah’a sığınırız.
Reformculuk ham yobaz sınıfına tepki olarak doğdu. Biz ise reformcuları reddederken, ham yobaz sınıfını da reddediyoruz. Zaten ham yobaz ve reformcular, İslâm’ı içten karartan iki sınıftır. Ehli Sünnet yolu, sıratı müstakimdir, cadde-i kübradır, itidal yoludur. Ehli Sünnet yolu, ifrat ve tefrit haricindedir, Ehli Sünnet, “Ümmetin temel yapısı” olan Sahabîlerin yoludur. Onun için velev ki aralarında ihtilaf olsun sahabîlere bakışı bir bütündür ve çok isabetlidir; Sahabîlerin hiçbirine dil uzatmaz. Akılsız akılcıların ve Şii taifesinin sahabî düşmanlığı yoktur Ehli Sünnet’te. Yobazlık da, ölçüleri çiğnetmek de yoktur yolumuzda. Tekfircilik ve haricilik de Ehli Sünnet’in reddettikleridir.
Beytullahda Dört Hak Mezhep Hanbeli İmamın arkasında namaz kılar, Âlemlerin Rabbine gönülden dua ederler. İslâm âleminin kahır ekseriyeti Ehli Sünnet’tir. Fakat maalesef devletleri yoktur ve şuurlanma zayıftır. Şiî’lerin ve Vehhabî’lerin devleti vardır ama İslâm’ın sahih çizgisi Ehli Sünnet’in devleti yoktur. Çünkü Osmanlı’nın yıkılışına dayanır bütün bu ihanetler.
Şunu da bir hakikat olarak belirtelim ki, Hanefî mezhebi diğer mezheplere göre çok geniştir. İmam-ı Azam’ın 1000 kadar talebesi vardı. 400 kişilik ilim meclisi vardı. Fetvayı meclise sunardı, en son kendi görüşünü beyan ederdi. Neticede fetvayı alırdı. İmam-ı Azam 60.000 fetva vermiş. Diğer mezheplerde böyle bir fetva zenginliği yoktur. Bir mezhebi üstün görmek için değil, bir tesbit olarak söylüyorum. İmam-ı Azam’ın vefatının ardından İmam-ı Şafî şöyle demiştir: “İmam-ı Azam ilmi aldı götürdü.”
İmam-ı Azam bu fetvaları vermiş ve vefat etmiş. Ondan sonra gelenler bu fetvaları topluyor, Hanefi mezhebi oluyor.
İmam-ı Şafiî de vefat edince fetvalar toplanıyor ve Şafî mezhebi oluyor.
İmam-ı Ahmed bin Hanbel vefat edince fetvalar toplanıyor ve Hanbelî mezhebi oluyor.
İmam-ı Maliki vefat edince fetvalar toplanıyor ve Maliki mezhebi oluyor.
Hak mezhepler 17’ye kadar çıktı fakat diğerlerinin mensubu kalmayınca Hak Mezhepler 4’de karar kıldı.
Hepsinin dayanağı var, birbirleriyle ihtilaflarının da sebebi hikmeti var.
Ameli mevzularda Dört Hak Mezhep vardır: Hanefî, Şafiî, Hanbelî, ve Malikî. Bu Dört Hakkın Mezhebi birdir: Ehli Sünnet vel Cemaat. İtikadî mevzularda da Maturidi ve Eşarîlik var ve onların da mezhebi tektir: Ehli Sünnet vel Cemaattir.
Ehli Sünnet uleması bir derya; hepsinin ilmî, ahlakî ve batınî derinliği var. Delilleri mesnedleri var. Derin vukufiyetleri var. Hayrettin Karaman gibiler güya mezhep kurup kendilerini ortaya çıkarıyor ama bu işi ne o, ne diğerleri başaramazlar. Çünkü batıl dava tutmaz. Ayrıca buna ne ilimleri, ne irfanları yeter. Hepsi toplansa da bir Ehli Sünnet müçtehid imamının ayağının tozu olamazlar.
İçtihad kapısı açıktır ama böyle bir âlim yoktur. Zaten meseleler çerçevelenmiş, ne getirecek? Bu devir ve sonrasında ancak mütefekkirler-müceddidler yenileyicilik vazifesini yerine getirebilir. İslâma Muhatap anlayışı yenileyerek fikrî, siyasî, içtimaî, iktisadî vs. mevzularda ve aksiyonla İslâm nizamını yeniden inşa edebilirler.
Dört mezhep imamı çok güçlü idi, ondan sonra gelenler ise böyle fetva verebilecek seviyeye erişemediler. Çünkü müçtehid olmanın şartları çok ağırdır. Hayrettin Karaman, Mustafa İslamoğlu, Abdülaziz Bayındır, Bayraktar Bayraklı vb. isimleri her neyse bu işin içinden çıkamazlar. Birazcık ilimleri var, onu da kötü yolda kullanıyorlar, kendilerine de yazık ediyorlar, dinleyenlere de…
İmam-ı Gazalî, İslâm müçtehidi idi, fakat Şafiî mezhebinden idi. İmam-ı Gazalî, Şafiî mezhebinde bir yanlış görse uyar mıydı? Şimdikilere ne oluyor? İmam-ı Gazalî’nin büyük gördüğüne tâbî olamıyorlar. İkinci bin yılın yenileyici İmam-ı Rabbanî Hazretleri en büyük müçtehid idi. Buna rağmen İmam-ı Rabbanî Hanefî Mezhebine bağlanmakta hiçbir tereddüt etmedi. Bütün bunlardan sonra şöyle sormak hakkımızdır: Dini reforme etmeye kalkan ve bunun için kendilerine engel gördükleri hak mezheplere düşman olan bu çapulculara ne oluyor?        
             
Baran Dergisi 362. Sayı