Bugün Şabat, o hâlde “Şabat Şalom” demeyi unutmayalım. Madem yeri geldi, söyleyeyim:
Bağımsız bir ülke değil, bir İsrail sömürgesidir Türkiye. Gönüldaş Erdoğan, Türkiye’yi İsrail’den, NATO’dan ve Avrupa Konseyi’nden bağımsızlaştırmalıdır bu bakımdan. İşte bunları yaptıktan sonra, Atatürk’ten çok daha yüksek bir seviyede geçecektir tarihe.

Bu vesileyle, Kumandan Mirzabeyoğlu’nu sımsıkı kucaklayın benim için. Bazen kendisini düşünüyorum burada. Zira dünyanın o kısmında içinde bulunduğumuz bu politik karmaşa arasında, müstesnâ şahsiyetlerden biridir O. Muazzam adam!.. Kendisine çok iyi bakmalıdır bu bakımdan, çünkü sözkonusu bölgede, bilhassa Türkiye çerçevesinde, Irak-Suriye-Türkiye arasındaki Anglo-Fransız sun’i sınırlarının Türkiye tarafında oynayacağı tarihî bir rolü var O’nun.

Evet, gülünç bir durum belki ama tek kelimeyle bir İsrail sömürgesidir Türkiye ve bu bahiste bu kadarını söylemek bile yeter. Gönüldaş Erdoğan’ın işi zordur bu bakımdan ve Türkiye’ye bağımsızlığını yeniden kazandırmak için, Türkiye’yi Siyonist İsrail devletinden bağımsızlaştırmak için hayatını riske atmaktadır. Ve yine NATO’dan da bağımsızlaştırmaya çalışmaktadır ki, ancak –sadece askerî üsleri değil- Türkiye topraklarındaki istihbarat üslerini de kapatmakla olur bu.

Bu arada, Türk ordusu ve Türk ordusuyla müttefik Suriyeli birtakım isyancı grublar, “İslâm Devleti”nin elindeki El-Bab kasabasına –sanıyorum dün itibariyle- girmiş bulunuyorlar. Bilvesile merak ettiğim husus şudur:

Burası, Türkiye-Suriye sınırının Suriye tarafında kalan bir sınır kasabası olmasına rağmen, müttefik güçlerin bu kasabayı alması geçen seneden bu yana çok uzun bir zaman sürdü. Türkiye’nin böyle bir kasabayı alması bile geçtiğimiz seneden bu yana bu kadar uzun zaman sürüyorsa, üstelik bunun için bazı isyancıları falan kullanmak zorunda kalıyorsa, acaba ne düşünmek gerekir?

İsyancılar demişken, Suriye ve Irak’taki böylesi insanlar arasında “en iyiler” ile “en kötüler” aynı ânda bulunmaktadır. Bazı isyancılar gerçekten dürüst, antiemperyalist ve antisiyonist müslümanlar iken, diğerleri ise sadece paralı asker veya ajan yahut aptal insanlardır.

Türk ordusuyla beraber El-Bab’a girenler “en iyiler”den midir bilmiyorum ama bana öyle geliyor ki, Arab vatanseveri değiller bunlar. Zira kendilerinden hoşlanalım veya hoşlanmayalım -ki ideolojik olarak kendileriyle aynı değilim- politik bakımdan tarih, “İslâm Devleti”nden yanadır. Çünkü, -aynı Türklerin geçmiş hâkimiyet devirlerindeki gibi- tüm Suriye ve Irak’ı yeniden birleştirme mücadelesi veriyor onlar. O zamanlar İstanbul’a bağlıydılar belki ama bugünkü gibi bölünmüş değil, bir bütündüler toprak olarak.

Evet, El-Bab gibi sınırın hemen dibindeki küçük bir kasabayı almak, hacimce en büyük ve askerleri de gerçekten yiğit bir NATO ordusunun geçen seneden bu yana bu kadar uzun zamanını aldı. Sözkonusu kasabayı vermesi, “İslâm Devleti” için bir utanç değildir. Bu, o toprakları işgal edenler için bir utançtır ancak.

Türkiye’nin stratejik bakımdan o toprakları kontrol altına almak istemesini çok iyi anlıyorum. Fakat hava gücü olmayan ve aralarına “neo-vahhabiler” sızmış olsa bile sadece inançlarına ve cesaretlerine dayanan bu insanların direnişine karşı geçen seneden bu yana bu kadar zaman harcamaları üzerinde düşünmek lâzım.

Şimdi yeniden Türkiye ve İsrail meselesine geri dönersek…
Gönüldaş Erdoğan iyi bazı tedbirler aldı ve ilk olarak Gülenci CIA sızmasından kurtulmakla işe başladı. Gülencilerin çoğu düşman ajanı değil, iyi insanlar aslında, ama yönlendiriliyorlar, CIA güdümü ve himayesi altındaki bu “CIA tarikatı” tarafından beyin yıkamaya maruz bırakılıyorlar.

Üstelik, İsrail’e çok yakındır bu Gülenciler. İnsanların unuttuğu bir şey de budur: En yüksek seviyedeki kadroları bakımından, Gülenci Hareket çok yakındır siyonistlere. Siyonistlere karşı aldıkları hiçbir tavırları, hiçbir pozisyonları olmamış, bunun tam tersini yapmışlardır.

İsrail ordusunun Türkiye’ye saldırısına gelince; bu sadece 2010’daki –Gazze’ye insanî yardım filosunda yer alan- Mavi Marmara gemisine karşı değil, 2009 yılında yine Türklerin bulunduğu bir başka gemiye karşı daha yapılmıştır. Lübnanlı avukatım Hani Süleyman’ın da yaralandığı ve 2017 başında vefat eden Başpiskopos Capucci’nin de yolcuları arasında bulunduğu Mavi Marmara saldırısı, İsrail ordusunun sivil Türklere karşı ikinci saldırısıdır bu bakımdan.

Ne oldu peki sonra? Erdoğan kızdı falan ama İsrail bu yüzden kanunî takibata uğratılması gerekirken, bu korsanlık tazminata falan bağlanıp kapatıldı sonunda, yâni kanunî takibata uğratılamadı İsrail.

Erdoğan İsrail’i sevdiği ve bir İsrail ajanı olduğu için mi böyle oldu peki? Elbette hayır. Böyle oldu, çünkü bu hükümet, bu sistem, bu devlet bir “İsrail sömürgesi” temelde ve Erdoğan’ın çevresindeki birçok insan da, Erdoğan’ın gerçekleştirmekte olduğu cihada inançlı ve sadık değil. Şimdi karşılıklı olarak yeniden büyükelçilikler açılıyor ve oyun kaldığı yerden devam ediyor. Hâlbuki Türkiye’nin İsrail’le münasebetlerini korumaktan devşirebileceği hiçbir kazanç yoktur.

Erdoğan’ın müslüman dünyadaki, Arab dünyasındaki popülerliği de İsrail karşıtlığı sayesinde oldu fakat yeterli değil bu. Nihayetinde lâftan başka bir şey değil bunlar. Yapması gereken, İsrail’le ilişkileri tamamen kesmekti. Başkan Chavez bunu yaptı meselâ ve öldürüldü. Suriye ve Cezayir haricindeki tüm Arab hükümetleri ise İsrail’in köpeği ve ABD emperyalizminin ajanıdır. Utanç vericidir bunlar.

İsrail’le alâkalı olarak bu yaşananlar, Erdoğan’ın kendi kararı olmasa gerek. Hayatını riske atmış bir insan zira kendisi. Ne var ki, gerekenleri yapmazsa, Gönüldaş Erdoğan’ın liderlik ettiği İslâmcı Türk Devrimi gerçekleşmeyecek ve kendisi için de tarihe küçük bir not düşülecektir sadece. Çünkü kendisini ortadan kaldıracak ve kendisinden kurtulacaklardır. Böyle bir sondan yalnızca ihanet ederse kurtulabilir ki, Erdoğan da bir hain değil. Tamam, hain değildir ama, düşmanın sahib olduğu bu pozisyonları korumaya da devam etmektedir. Fakat kurtulmayı bilmelidir artık bunlardan.

Şimdi yeni ABD Başkanı Trump, ABD’ye her gün –tam olarak ne kadardır bilmiyorum- milyonlarca ama milyonlarca dolar masrafı olan başka ülkelerdeki Amerikan üslerini kapatmak istiyor. Dolayısıyla, Türkiye’deki üssün de kapanması ve Türkiye’deki üs için artık tek kuruş bile harcamayacak olması, Trump’ı ziyadesiyle mutlu edecektir eminim.

Cezaevinde kalan bir insan olarak, neler olup bittiğini öğrenmek bakımından her yere uzanamıyorum. Oysa bizim –Suudî Arabistan ve Riyad dahil- dünyanın her yerinde sağlam bağlantılarımız var ki buradan ulaşamıyorum şimdi onlara. Biz çok ciddi bilgiler alırdık dünyanın her tarafından ve bunlar neler olup bittiğini net olarak görüp doğru kararlar almamıza yardım ederdi. Şimdi cezaevindeysem şayet, bu da kimseden emir almadığımızdan ve tüm kapıların yüzümüze kapatılmış olmasındandır. Yoksa, başka hiçbir teşkilâtta bulunmayan çok sağlam bir istihbarat ve tahlil gücümüz vardı bizim. Dünyada yaşanan her şeyi çok iyi görür ve tahlil ederdik biz.

Bu yüzdendir ki, altı kurucusu, 25 kadrosu ve 1000 civarı savaşçısı olan bir avuç insanın teşkil ettiği ama dünyanın her yerinde direnişini sürdürüp eylemler gerçekleştirebilen bir örgüt için yıllar yılı konuşmalar yapılıyor, filmler çekiliyor, kitablar yazılıyor, tabiî saçmalıklar da üretiliyor ve bugün dahi sürüyor tüm bunlar.

(Carlos, kendi kurucusu olduğu “Milletlerarası Devrimciler” örgütüne atıf yapıyor.)

Üstelik, biz hiç örgüt açıklaması falan da yapmazdık. Buna gerek olmazdı ki! İşler kendisini gösterirdi zaten. Ki, önemli olan da işte budur ve devrimci direniş tarihinde yaşanmış tek örnek olarak bir benzeri de yoktur.

Bitirirken; Anadolu’da, Türkler ve Kürtler arasında, müslümanlar arasında tarihî bir meşruiyeti olan Kumandan Mirzabeyoğlu’nun söyleyecek bir sözü olacaktır ki, aynı zamanda büyük bir Nakşibendî bir lider olması, 2003 sonrası başlayan ve hâlâ süren bir direnişle ABD ordusunu mağlubiyete uğratan son meşru Irak Devlet Başkanı -ve yine Nakşibendî olan- General İzzet İbrahim el-Durî’yi hatırlatıyor bana.

Allah, Kumandan Mirzabeyoğlu’nu ve tüm kardeşlerimizi korusun; dualarımız şehidlerimizle olsun.

Allahü Ekber.
 
Baran Dergisi 527. Sayı