(İslâm’da arazi bahsini işlemeye geçen sayımızda bir kısmını verdiğimiz Osmanlı dönemi ile devam ediyoruz. Bu bölümde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin Prof. Halil Cin tarafından kaleme alınmış “Arazi” maddesinin bir özetini sunduğumuzu tekrar hatırlatalım.)

 2.Arazi-i Miriyye: Menşei hakkında farklı görüşler ileri sürülen ve bazı yanlış sonuçlara varılan bu çeşit arazinin esası, İslâm hukukunun devlet reisine tanıdığı tercih hakkı ve beytülmal arazisi meselesidir. Mirî arazi rejiminin hukukî mimarı Ebussuud Efendi’dir. Bu çeşit arazi, “rakabesi beytülmale ait bulunan ve tasarruf hakkı devlet tarafından mutasarrıflara ihale ve tefviz edilen arazidir” şeklinde tarif edilebilir. (Tefviz, devletin mirî araziyi işletmek üzere onu ahaliye öşür, tasma akçesi ve benzeri adlarla bilinen kira bedeliyle vermesidir.) Bunun aslı haraç arazisidir. Ebussuud Efendi’ye göre mirî arazi rejiminin ilham kaynağı, Hanefîler dışındaki İslâm hukukçularının kabul ettikleri ve Hanefîlerin haraç arazisi dedikleri Irak arazisinin Müslümanlara vakfedildiği görüşüdür. Ebussuud Efendi’nin bu konudaki görüşleri kısaca şu şekildedir:

“Bir kısmı daha vardır ki ne öşriyedir ne de açıklandığı şekilde haraciyedir. Ona arz-ı memleket derler. Aslı haraciyedir. Lakin sahiplerine temlik olunduğu takdirde ölünce mirasçılarına taksim mecburiyeti doğacak ve her birine bir cüz’i parça düşüp taksimden sonra her birinin hissesine göre haraçların tevzîi ve tayini zor, hatta belki de imkânsız olacaktır. Bu sebeple arazinin rakabesi Müslümanların beytülmali için alıkonulup reayaya ariyet (kullandırma) yoluyla verilip onlar işletirler. Öşür adı altında harac-ı mukasemesini verirler. Mülkleri değildir. Bu arazi-i miri demekle maruftur. Sevâd-ı Irak (Aşağı Mezopotamya) arazisi, diğer mezheblerde bu kabildendir.”

Gerçekten de mirî arazi ile diğer mezheplerin “Müslümanlara vakıf” anlayışı arasında hemen hemen hiç fark yoktur. Her ikisinde de devlet araziyi işletmeye vermekte ve gelirini Müslümanların ihtiyaçlarına sarf etmektedir.

Osmanlı Devleti’nde “çift akçesi” adıyla alınan vergi, harac-ı muvazzaf, öşür adıyla alınan vergi ise harac-ı mukasemedir. Ziraata elverişli olmayan yerlerden bedel-i öşür, icâre-i zemin veya mukataa adıyla kira bedeli mahiyetinde bir ücret alınır. Arazi-i miriyye şu dört gruptan oluşur: a) Fetih sırasında gayrimüslim ahaliye veya gazilere bırakılmayıp beytülmal için alıkonan araziler. b) Malikleri mirasçısız, vasiyetsiz ve borçsuz vefat edip de beytülmale kalan araziler. c) Zaman aşımı ile maliklerinin kim olduğu bilinmeyen ve beytülmal için zapt olunduğu belli olmayan araziler. d) Fetih sırasında iktâen temlik edildiği ya da beytülmal için zapt olunduğu belli olmayan araziler. Bunlara arazi-i memleket, arz-ı taz’if, mezari-i şemsiyye (Suriye’de), arazi-i beytülmal yahut yanlış olarak arazi-i havz da denir. Öşrî, haracî ve miri arazilere Osmanlı’da hep birden “arazi-i sultaniyye” adı verilir.

Arazi-i miriyye’ye benzemekle beraber farklı özelliklere sahip olan iki çeşit arazi daha vardır: Arazi-i havz ve arazi-i ukriyye. Haracî arazi sahiplerinden vergisini veremeyenler arazilerini beytülmale teslim ederler. Devlet bu araziyi işletir ve vergi ve işletme giderlerini düştükten sonra kalan geliri sahiplerine verir. Bu çeşit arazilere arazi-i havz denir. Bazıları bunu yanlış olarak mirî arazinin eş anlamlısı zannetmişlerdir. Irak bölgesinde bazı arazi sahipleri topraklarını işletemeyince bunlar devlet tarafından zapt olunmuş, vergisi devlete ve gelirin 1/20 veya 1/25 gibi belli bir hissesi de arazi sahiplerine verilmek üzere çiftçilere kiralanmıştır. Arazi sahiplerine verilen hisseye ukr, bu araziye de arazi-i ukriyye denmiştir.

3.Arazi-i Mevkûfe: Vakıf arazi demektir. Bu da iki kısımdır. Birincisi mülk olup da malikleri tarafından vakfedilen arazidir ki, arazi-i mevkûfe-i sahiha adını alır. İkincisi ise halife/devlet reisi yahut yetkili kıldığı bir makamın beytülmale ait mirî araziden bir kısmının gelirini, beytülmalden istihkakı bulunan bir hayır cihetine tahsis etmesidir ki, buna da arazi-i mevkûfe-i gayr-i sahiha veya tahsisat kabilinden vakıf arazi denir. Bunun da muhtelif nevileri vardır.

4.Arazi-i Metruke: Kamuya terkedilmiş arazi olup iki kısımdır. Birincisi, herkesin faydalanması için terkedilmiş olan yerlerdir ki, umumi yollar, sokaklarda oturulacak yerler, caddelerde boş bırakılan mahaller, yolculara mahsus olmak üzere bırakılan konak yerleri ve benzeri mahaller bu kabildendir. Bunlara arazi-i mürfeka da denir. İkincisi belli bir köy, köyler yahut kasabaların bütün ahalisine terkedilen ve ayrılan yerlerdir ki, mera, yaylak ve kışlaklar bu kabildendir. Bu ikinci çeşide daha ziyade arazi-i mahmiyye denir.

5.Arazi-i Mevat: Kimsenin tasarrufunda olmayan, belli bir köye yahut kasabaya tahsis edilmeyen ve iskân mahallinin en kenar noktasından kabaca 2 km uzaklıkta bulunan boş arazilerdir. İskân mahallinin dışında yapılmış evler hesaba katılmaz. Bunun mukabili olarak kendisinden herhangi bir şekilde faydalanılan araziye arazi-i amire denir. Arazi-i mevat, ihya edilerek mülk yahut mirî arazi haline getirilebilir.

Osmanlı’da Arazi Üzerindeki Tasarruf Hakkı: Mülk arazide malikler temlikî tasarruf dâhil her çeşit tasarruf hakkına sahiptirler. Arazinin rakabesi maliki olan kimseye aittir. Diğer mallar gibi mirasla intikal eder. Vakıf, rehin, bağışlama ve şufa gibi hükümler geçerli olur. Mülkiyeti nakleden akidler, miras, ihya, iktâ ve benzeri yollarla kazanılabilir. Ancak uzun süreli de olsa mücerret zilyetlik zaman aşımıyla iktisap sebebi olamaz.

Vakıf arazilerin sahih olanlarında mülkiyeti nakleden işlemlerden hiçbiri geçerli değildir. Kamu yararı ve vakfın maslahatının bulunduğu haller bunun dışındadır. Vakıf mallar üzerinde adı geçen tasarrufların dışındakileri yapmaya mütevelli yetkilidir, ancak bu kayıtlı ve sınırlı bir yetkidir. Gayrisahih vakıf arazilerde ise tasarruf şekli mirî arazi hükümlerine benzer. Ancak arazinin şer’î ve örfî vergileri ile beraber tasarruf hakkı da vakfedilmişse o takdirde vakıf mütevellisi tasarrufa da yetkilidir. Bu tasarruftan kasıt rakabe üzerinde tasarruf değildir; zira rakabe yine devlete aittir.
Mirî arazi, rakabesi devlete ait arazi olduğuna göre tasarruf hakkı da devlete ait olacaktır. Ancak devletin temlikî tasarruf yetkisi de belli şartlarla kayıtlıdır. Diğer tasarruf yetkilerini ise devlet bizzat kendisi kullanıp araziyi işletebileceği gibi ahaliye süresiz kira ve benzeri bir akid ile devir (tefviz) de edebilir. Mirî arazinin tasarruf hakkını kiralayan ahalinin bu hakkı mücerret bir haktır. Sadece yine devletin belirlediği sınırlar çerçevesinde belli mirasçılarına bedelsiz veya bedelli olarak intikal edebilir. Kiralayan kimse hayatta ise kendisi bu hakkını bedelli yahut bedelsiz olarak başkasına devredebilir ki bu devir işlemine ferağ denir.

Arazi-i metrûkede kimsenin tasarruf hakkı yoktur. Bu tür topraklar herkesin faydalandığı arazi olmaları bakımından devletin bunlar üzerindeki yetkisi, egemenlik hakkından doğan bir tanzim ve nezaret yetkisinden ibarettir.

Arazi-i mevatta da yine kimsenin tasarruf hakkı yoktur. Sadece devletin iznini almak şartıyla herkesin bu çeşit araziyi ihya etme hakkı vardır.

Osmanlı arazi rejimi bu devletin temel direklerinden biri olmuştur. Düzenli olduğu devirlerde devlet askerî, malî ve iktisadî bakımdan güçlü olmuş, arazi rejiminin yozlaşıp bozulduğu dönemlerde ise doğrudan arazi rejimiyle ilgili olan tımarlı sipahilik gibi askerî ve idarî teşkilatların yanı sıra malî ve ekonomik durum da bozulmuştur. Bilhassa XIX. yüzyıl boyunca araziye ilişkin olarak yürürlüğe konan irade, nizamname ve kanunnamelerde yer alan tedbirlerin ana çizgisi, mirî araziyi özel mülk arazi haline dönüştürme eğilimidir. 1274 (1858) tarihli arazi kanunu ile bu kanunla getirilen tedbirler mülk araziye dönüşüm eğilimini bariz bir şekilde ortaya koymaktadır. (TDV İ. A., Arazi md.,  Halil Cin)

Toprağın çok büyük miktarının (özel mülke konu olan % 1-2’lik bölüm hariç tamamı) şu veya bu şekilde devletin tasarrufu altında olduğu, alım-satım muamelelerine tâbi bulunmadığı, bu yüzden toprağa yatırımın/rantiyenin pek mümkün olmadığı dönemlerde evladiyelik vakıflar, insanların çocuklarına kalıcı bir mülk bırakabilmeleri açısından bir çözüm alternatifi vazifesi görmekteydiler. Yukarıda yaptığımız iktibastan da rahatlıkla görülebileceği üzere, İslâm devletlerinde toprakta özel mülkiyet çok sınırlıydı. Arabistan yarımadası dışında kalan ve Peygamber Efendimiz (SAV)’den sonra fethedilen İslâm memleketlerinde gazilere verilmiş mahdut miktardaki “öşür arazileri” dışında kalan tüm topraklar amme, dolayısıyla devlet malı sayılmaktaydı. Bunun tesirleri bugün bile görülmekte olup, daha on yıl öncesine kadar Türkiye’de şu veya bu nam altında arazilerin % 95’i halen kamudaydı. Bu oran Batı ülkelerindeki kamu mülkiyetinin ortalama iki-üç katıdır. Bunun tabiî neticesi de İslâm devletlerinde rantiyecilik/arazi manipülasyonu yoluyla servet edinme işine rastlanmamasıdır. Hz. Ömer (RA)’in Mezopotamya fethedildiğinde yaptığı içtihad ile oluşmuş yeni fethedilen arazilerin amme malı sayılması geleneğine tüm İslâm devletleri istisnasız riayet etmişlerdir. O yüzden elinde ticaretten ya da devlet vazifesi icabı uhdesinde bulundurduğu arazilerden kazandığı gelirler bulananlar, bu paraları çocuklarına toprak mülkiyeti vasıtasıyla aktarmak imkânından mahrumdular. Bunun yanı sıra, devlet vazifesi görenlerin üzerinde açıklayamadıkları gelirlerin müsadere edilmesi riski her daim mevcuttu. Bu da Hz. Ömer’in halifeliği sırasında getirdiği ve devlet görevlilerini tâbi tuttuğu “mal varlığını izah” kuralına dayanmaktaydı. İzah edemeyenin malına el konurdu. Öyle ki, Abbasiler döneminde sadece bu işle ilgilenen bir “müsadere bakanlığı” bile kurulmuştu. Bugün devlet görevlilerinden istenen göstermelik “mal beyanı” uygulamasının aksine, Müslüman idareciler “zimmete geçirme” suçunu çok yakinen takib etmekteydiler. İşte bu yüzden, dinen dokunulmaz olan vakıflar vasıtasıyla bu kişiler mallarını teminat altına alma yoluna gitmişlerdir. Meselenin bu ciheti bir iddiadır elbette, ancak deliller bu iddianın kısmen doğruluğuna işaret etmektedir.

Gazilere ganimet payı olarak verilmiş ya da birilerine devlet reisi tarafından temliken iktâ edilmiş ve onların satması veya miras bırakmasıyla yıllar içinde el değiştirmiş araziler ile devlet arazisinden sultanın müsaadesiyle satın alınan araziler bu evladiyelik vakıfların konusunu teşkil etmişlerdir. Ellerinde nakit bulunanlar, bu arazileri satın alıp vakfetmişlerdir. Sonraları para vakıflarının yaygınlaşmasıyla toprak sınırlaması olmaksızın kişilerin biriktirdikleri serveti çocukları adına teminat altına alma imkânları da doğacaktır.

Devlet idarecilerinin bu vaziyetten bihaber olması düşünülemez, ancak bu vakıflara izin vermekte beis görmemekteydiler. Bunun muhtemelen birkaç sebebi vardı: Birincisi, şu veya bu şekilde zimmete geçirildiğinden şüphelenilen paralar, bu yolla tekrar kamuya dönmekteydi, çünkü vakıf, herhangi birinden, birçok kereler de doğrudan hazineden satın alınan bir gayrimenkul üzerine tesis olunmaktaydı. Yani para tekrar tedavüle girmekteydi. İkincisi, her ne kadar evladiyelik de olsa vakıf nihayetinde teoride umuma hitab etmek zorundadır; meşrutun lehleri (faydalanacak kimseler) öldükten sonra gelirlerin en yakındakilerden başlayarak fakirlere dağıtılması gerekir. Bu kural kesindir. Yani muhtemelen zimmete geçirilmiş paralar artık o kişinin elinden çıkmış ve eninde sonunda hayra tebdil olacak bir cihete sarf olunmuştur. Ayrıca bazı evladiyelik vakıflar, gerçek mânâda hayır işlerini de üzerlerine almaktaydılar. Bunlara “yarı evladiyelik” vakıf diyebiliriz. Hülasa, devletin, para tekrar amme yararına döndüğünde bu kişileri sıkıştırmadığı söylenebilir. Bu vakıflar, Selçuklu ve bilhassa da Osmanlı’nın genel kamu düzenine bakışını yansıtan örneklerdir.

Evladiyelik vakıfların ticarî düzende sarsıntıya yol açtığını iddia edenler de vardır. Vakıf kurumunun dokunulmazlığını kullanmak suretiyle ticaretten doğan borçlarını ödememek için mallarını çocuklarına vakfedenlerin olduğu ileri sürülmektedir. Bununla ilgili kadı sicillerinden kimi davalar örnek olarak verilebilmektedir. Bu iddianın sahibleri, bu tür vakıfların çokluğunun (16. Yy ve sonrası Osmanlı’da neredeyse her üç vakıftan biri) mezkûr duruma işaret ettiğini belirtmekteyseler de, kanaatimizce bu doğru değildir. Çünkü bu çeşit muameleler, bugünkü tabirle “nitelikli dolandırıcılık” faaliyetidir ve böylesi bir manzaraya devletin bigâne kalması düşünülemez. Bu dolandırıcılık yöntemi iddia edildiği kadar çok olsaydı, ticarî sistemi çökertmesi kaçınılmazdı. Ayrıca Osmanlı tebaası, ticaretteki ahlâkıyla temayüz etmiş bir halktı. Bazı tekil örneklerden yola çıkarak umumi bir suçlama doğru değildir.

Neticede evladiyelik vakıf tesisi, dinin Müslümanlara tanıdığı bir haktır. Ancak bir hakkın suiistimal edilmesini engellemek yine dinin, bu işle ilgilenenlere yüklediği bir mesuliyettir. Kanaatimizce, suiistimallerin önüne geçmek için elde çözüm de mevcuttur. İmam-ı Azam’ın içtihadını esas alarak bu tarz vakıflarda kadı tescili için aile efradının rızasının alınması yeterli olacaktır. Elmalılı Hamdi Yazır da aynı görüştedir. Böylece insanların miras hukukunun arkasından dolanma gayretleri boşa çıkarıldığı gibi, gerçekten hayır yapmalarına da imkân sağlanacaktır. Bu konunun, arazi mülkiyeti bahsiyle beraber derinlemesine irdelenmesi gerektiği kanaatindeyiz.

Baran Dergisi 508. Sayı