Müdafileri, eğer faiz olmazsa ekonomik çarkların dönmesini sağlayan sermaye akışının sağlanamayacağını, kimsenin kimseye ne nam altında olursa olsun karşılıksız bir para vermeyeceğini söylerler. Bu yüzden ekonomik düzenin statikleşip donacağını, ülkenin gelişmeyeceğini, refahın artmayacağını, kârlar arasında uçurumlar doğacağını, genelde bir araya gelmeyen sermaye ve girişimcinin artık hiç birleşemeyeceğini de eklerler. Yani faiz yoluyla millî ve milletlerarası sermaye dolaşımının sağlanacağını, bu sayede de yatırım ve istihdamın ve dolayısıyla refahın yolunun açacak para ve mal akışı yönlendirmelerinin yapılabileceğini belirtirler. Biraz yakından bakınca, ahlâkî kuralların cemiyeti tanzim pozisyonundan çıkarılıp onun yerine tek başına hukukî müeyyidelerin ikame edildiği, dünyayı dünyadan ibaret gören (ama ne hikmetse bir sürü de tahdid koyan) seküler-modern bir zihniyetin hâkim olduğu maddeci bir cemiyet açısından yukarıda sıraladığımız argümanlar kulağa yanlış gelmiyor. Onların nazarından baktığımızda, madem her şey maddî çıkarlar tarafından belirleniyor, öyleyse niye insanlar birileri faydalansın diye karşılıksız iyilikte bulunup borç versinler, yardım etsinler. Tamam, insanlar borç alsın, ama bununla iştigal eden kurumlara giderek… Onlar da kazansın, onlardan borç alan da kazansın ve içtimaî servet artsın. Bu tür bir zihniyet cemiyete egemen olduktan sonra, kimsenin malını karşılıksız vermek istemeyeceği, verenin de, elinde-avucunda hiçbir şey kalmayacağı için, mağdur olacağı aşikârdır.
Marksizm’e getirdiğimiz eleştiride, maddeciliği metafizik bir temel üzerine bina ettiğinden dolayı teorik ve pratik tenakuzlara düşmesinin mukadder olduğunu ifade etmiştik. Belli bir mekândaki cemiyete, manevî ya da maddî, bir sâik, bir muharrik güç kazandırılmazsa, o cemiyetin hayatiyetini kaybedeceğini tahmin etmek zor olmasa gerek. Marksizm de maddecilik iddiasıyla orta yere dikildiğinden, manevî bir sâiki devreye alamadığı gibi, mutlak eşitliği sağlama adına tek tek ferdleri gayrete iteleyecek “şahsî kazanç” kategorisi altındaki her tür girişimi yasaklamıştı. Marksizm’in yaşadıkları, maddeci bir cemiyette, kapitalist çerçevenin daha iyi işleyeceğine delildir. Kapitalizm yanlıları da bunu bolca kullanırlar, lakin maddeci bir cemiyetteki mekanizmaların sadece güdüleri harekete geçirerek ve manipüle ederek işlediğine, bunun da nihayetinde despotizm, düzensizlik ve kaosla neticelenecek bir çöküşe yol açacağına hiç değinmezler. Herkes meseleye işine gelen taraftan bakıyor.
Faizin tarihi çok eski zamanlara kadar uzanmaktadır. Sümerlerde ve Babillilerde faiz alıp veren kurumların olduğu, hatta bunu daha çok tapınaklardaki rahiplerin yaptığı tarihî kayıtlardan anlaşılıyor. Daha öncesine ait bir buluntu olmadığı için bir şey söylemek zor, ancak muhtemeldir ki, faiz çok daha eski zamanlardan beri bilinmekteydi. Faizin, geçmişi çok eskiye dayanan Musevilikte yasak edilmesi, bu işlemin o zamanlar da yapıldığına delildir. Ancak Ortaçağların sonuna kadar faiz daha çok “amatörce” yapılmaktaydı; muharref veya batıl da olsalar dinler, en azından sıradan insanların faizle borç alıp vermesini yasaklamıştı. Tabii ruhban sınıfının bu tür faaliyetler yürütmesine, dinî kurumların gelire ihtiyacı olduğundan, müsaade edilmekteydi. Modern anlamdaki ilk bankanın Papalık izniyle Floransa’da açılması da işte bu yüzdendir. Bu banka Papalık’ın bütün Avrupa’daki tahsilat işlerini üzerine almıştı. Elbette bu tahsilattan bankanın sahibi Mediciler çokça faydalanmışlardı. Öte yandan, faiz yasak olmasına rağmen el altından yapılmasına göz yumulmaktaydı, zira insanların borç alma ihtiyacı hep vardı. Bu tür işleri tefeciler yapmaktaydı.
Modern bankacılığın her ne kadar Floransa’daki mezkûr bankayla başladığı söylense de, aslında bu çok doğru değil… Bu banka, faiz karşılığı topladığı mevduatları yine daha yüksek (hatta kimi zaman fahiş) oranlarla borç veren bir kurum değil, kilisenin paralarını işleten ve aradan bir miktarını kendisine alan bir çeşit komisyoncuydu. Fonksiyonu aynıydı, ama mevduat sahibi kiliseydi. Diğer taraftan Almanya ve Hollanda’da 16. asrın başından itibaren piyasadan mevduat toplayarak bunları bilhassa devletlere borç veren büyük bankaların kurulduğunu görmekteyiz. Bunların en önde geleni ve 16-17. asırlar boyunca Avrupa’daki kredi ve faiz düzenini yönetmiş olan Fugger ve Wessel ailelerinin bankalarıydı. İşte bu ailelerle birlikte modern anlamda bankacılık başlamış ve sadece Avrupa’yı değil, sömürgeler yoluyla tüm dünyayı sarmış oldu. Bunun tek istisnası Osmanlı devleti uhdesindeki İslam beldeleriydi. Bu ailelerin her ne kadar köken olarak Yahudilikle alakaları bulunmadığı söylense de, bu konuda kesin bir bilgi yoktur; sonradan evlilik yoluyla da büyük Yahudi aileleriyle birleşmişlerdir. Şu ise bir hakikat: 18. Asırdan itibaren bankerlerin büyük bir kısmı ya Yahudi ya da Yahudi kökenli Hristiyan/dönme idi. Öyle ki, 16. Asrın Avrupa’daki en güçlü devleti olan İspanya, ticaret ve para hâkimiyetini Yahudi asıllı yeni Hristiyanlara kaptırmışlardı. Bu yüzden, İspanya devleti, hiç olmazsa resmi müesseseleri kurtaralım diye devlet memuru adaylarının Yahudi asıllı olmadıklarını ispatlamalarını istiyordu. Bunu da faydalı bir not olarak ekleyelim.
Paranın metal halde olduğu, devlet tekelinin pratik olarak bulunmadığı 18. ve 19. asırlarda, ülkedeki servetin belli ellerde toplanmasına yol açtığından, İngiltere ve Hollanda’nın, merkez bankaları vasıtasıyla faize üst sınır koyduğunu görmekteyiz. Geri kalan diğer tüm Avrupa ülkeleri de onlara uymaktaydı, çünkü bütün para bu iki ülkeye yığılmıştı. Bu yığılmayı sağlayan, milletlerarası iş yapan büyük bankerlerdi. Bu sınırlamalar, çoğunlukla mevduat faizlerine tahdid koyarak sağlanıyordu. Faizle borç verenler, ihtiyaç sahibi olmayan çok küçük bir azınlık iken, alanlar hemen hemen onlar dışındaki herkesi teşkil etmekteydi; bunun da devleti ilgilendirmemesi mümkün değildi. Bu sınırların konmasını sadece devletin arzulamadığını, büyük bankerlerin de buna taraftar olduğunu ifade edelim. Zira bu bankerler, sermayenin, küçük bankerler elinde dahi olsa, halka dağınık vaziyette bulunmasını istemiyorlar, faiz hadlerinin yükselmesinin, rizikosu yüksek borçlulara verilmesinden dolayı, küçük bankerlerin lehine bir sermaye nakli sağladığını biliyorlardı. Dolayısıyla, devletin alenen ya da el altından müdahalesini destekliyorlardı. Sonuçta faiz döngüsü, ülke sermayesinin bir düzine bankanın elinde temerküzüyle neticelendi ve kapitalist sanayiciler de bu bankerlerin ortakları haline geliverdi.
Faizin gelişimiyle ilgili bu kısa tarihçeyi vermemizin sebebi, nasıl kurumsallaşıp merkezileştiğini, belli odaklar elinde toplandığını ve bunun o tür bir sosyolojik ortamda kaçınılmaz olduğunu göstermek için... Daha 14. Asırda, İngiltere’de, 3. Edward bankerlere olan borçlarından dolayı faiz batağına düşmüş ve borçlarını ödeyemeyeceğini ilan etmişti. Şarlken devrinde, 16. Asırda, Roma-Cermen İmparatorluğu, büyük borçlarından ötürü, Fugger ailesinin oyuncağı haline gelmişti. 17. Asrın başında Amsterdam Bankasının kurulması kapitalizm çevriminde en önemli mihenk taşlarından sayılır; o tarihten 18. Asrın sonuna kadar dünya kapitalizminin kalbi Amsterdam’da atmıştı. Bütün bu hadiseler silsilesi içinde değişmez aktörlerin, ortaklarının dini ve milliyeti farklılık arz etse de, Yahudiler olduğunu görmekteyiz. Bu durum bu gün de değişmiş değildir.
Bankalara, faiz alıp veren bankerlere son birkaç yüzyıldır içtimaî bir kabul sağlayan en önemli tez, bunların küçük birikimcilerin paralarını değerlendirdikleri ve paraya ihtiyacı olan müteşebbislerle sıradan ihtiyaç sahiplerini tefecilerin eline düşmekten koruduklarıdır. Ezcümle faizli ekonomik düzen, John Nef’e göre bugünkü modern Batılı hayat tarzının neşet ettiği 17. asır başları Avrupasının sosyolojik bir ürünüdür ve bu bağlamdan ayrı düşünülemez. Dayanışmanın ve içtimaî bağların kuvvetli olduğu ülkelerde kendine çok yer bulamaz. Bu tarz kurumların sıhhatli çalıştığı yerlere nüfuz edemez. Hem sosyolojik bir ortamın neticesi hem de, bir kere yer tuttuktan sonra, onun dönüştürücüsüdür.
Teoride, Batı gibi maddeci zihniyetin hakim olduğu toplumlarda, halka dağınık vaziyetteki sermayenin toparlanıp girişimcilere verilmesi ve onların enerjisi sayesinde üretim ve istihdam kanalından yeniden halka dönmesinin sağlanmasında faizden daha makul bir enstrüman gözükmemektedir. Her ne kadar faizin yatırım finansmanına büyük bir yük getirdiği, son tahlilde bu yükün nihai tüketicinin kesesinden çıktığı ve faizle borç veren kurumların sürekli kazandığı itiraf edilse bile, bu ekonomiler açısından başka bir alternatif yoktur. Bilhassa sermayenin/kapitalin yatırım kârlarının düşmesinden dolayı “finans kapital”e döndüğü ekonomilerde faizin zararlarını söylemek yüzlerine küfretmekten beterdir.
Evet, bir ülkede faize bir kere vicdanî bir haklılık kazandırıldıktan, yani ahlâkî meşruiyet dairesinin içine sokulduktan ve faizle borç alıp verme sorgulanmaz hale getirildikten sonra, o ülke ekonomisindeki bütün gidişatı denetimi altına alacağı açıktır. Faiz, bir ülkede ahlâkî meşruiyet dairesinin içine girmedikçe, kendine varlık sahası bulamaz. Ancak borç ve kredi ihtiyacı, dünyanın neresinde ve hangi zaman diliminde olursa olsun varlığını sürdürecektir. Yatırım için girişimci ruh taşıyan, ama sermayesi olmayan insanlara, sermaye edinme yollarının açılması bir ülkenin ekonomik güçlülüğü için zaruridir. Bu konuda tereddüd yok. Ancak bu ihtiyacı gidermek adına faiz karşılığı kredilere ufaktan dahi olsa yol verirseniz, borç bulma yöntemlerinden birisi haline getirirseniz, er ya da geç diğer bütün yolları kapamış olursunuz. Böylece yatırım yapan girişimciyi değil, onun enerjisiyle beslenen bankerleri desteklersiniz. Ülke ekonomisi büyüdükçe paylaşımın gayet dengesizleştiğini, faiz ödemesi mecburen maliyet içinde hesaplanacağından, bu farkın halka ödetildiğini de görürsünüz.
İslâm’ın her şeyi itidal üzere yapma emrini iktisad sahasına “sermaye ve mülkiyette tedbircilik” ve “cemiyet sermayedarlığı” ilkeleriyle tatbikini isteyen BD-İbda’nın cemiyete dağınık sermayenin toplanması, bunun girişimcilere tevzii, sermayenin kontrolsüz birikiminin önlenmesi ve ülkenin refahının artırılması için elbette muhtelif teklifleri var. Ancak bunlardan önce, ülkeye İslâmî idarenin gelmesi ve cemiyete İslâm ahlâkının hâkim olması gerekmektedir. İslâm ahlakının olmadığı yerde, bir İslâm iktisadından, faiz yasağından vs. bahsedilemez. Faizin olduğu yerde de başka hiçbir para tedavül yöntemi kendine yer bulamaz, sermayenin belli kesimlerde odaklanmasının önüne geçilemez.
 
Baran Dergisi 564. Sayı