Her ne kadar diğer içtimaî sahaları da alakadar ediyor olsa dahi, aslen iktisadın hasrı içine giren faiz meselesi, siyaset-iktisad münasebetini göstermesi açısından son derece iyi bir örnek... Faizin yasaklanması veya serbest bırakılması, bu münasebetin sadece bir veçhesini teşkil ediyor. Mesela faizin son derece normal karşılandığı, “tabiî” bir alışkanlık ve “kâr hesaplama yöntemi” haline getirildiği bir cemiyette, ülkenin iktisad siyasetini belirleyenlerin işleri, yasak olan ülkelerinkine nazaran çok daha çetrefillidir: Devletin mevzuat değişiklikleri ve idarî kararlar kanalıyla daima içtimaî denge ve adalet açısından faiz oranlarını ve faiz-yatırım-istihdam ilişkilerini düzenleme zorunlulukları, ülke idarecilerini sıkı bir takibe ve her dem uyanık olmaya zorlamaktadır. Bunlardan başka, faiz ile mahiyeti itibariyle ona benzeyen rantiye arasındaki ilişki de sürekli dikkat edilmesi gereken konulardan birisi olmaktadır. Her ülkede idarecilerin, yatırımlar yapılarak ülkenin gelişmesi, istihdamın artması, bu arada çalışanların alacağı ücretlerle servetin olabildiğince adil dağılımının sağlanması, zengin-fakir arasında bir uçurum doğmaması vs. şeklinde sıralayabileceğimiz ve hemen her ülke idarecisi için geçerli olan istekleri mevcuttur ya da en azından teoride öyle olmalıdır. Bu isteklerin gerçekleşmesi için faiz manivelasının gerekli olduğunu düşünenlerin mevcudiyeti bir hakikat; ancak onlar bile faizin sürekli devlet kontrolü altında bulunması lazım geldiğini, devletin nisbeten “yumuşak” yöntemlerle bu manivelayı ülkenin hayrı için kullanabileceğini iddia ederler.

Faizle alakalı meseleleri birkaç sayı boyunca ele aldık ve yeri geldiğince de işlemeyi sürdüreceğiz. Lakin burada hadiseye daha çok faiz yasağının siyaseten nasıl mümkün olacağı noktasından bakacağız. Ancak yine de bir hususu belirtmekte fayda mülahaza ediyoruz: İktisad, bir zemine dayanmak zorundadır ve o zemin ahlâktır. Bir memleket ahalisinin iç ve ona istinaden dış dünyasına hükmeden ahlâkî faziletlerin –onlar her neyse- yerini artık kanunî müeyyideler almışsa, yani artık kişilerin hayatını ve birbirleriyle münasebetlerini iyilik, dürüstlük gibi mefhumlar ve bunlara mutabık davranış kalıpları değil safi menfaat (dünyevî ceza ve mükâfatlar) belirliyorsa, o memlekette faizli bir iktisadî düzen kaçınılmazdır. (Burada özellikle fazilet dedik, zira kişinin şuurlu yapıp ettiği her şey, bunlar iç âleminde bile olsa, ahlâkın kapsamı içine girer) Zaten faize dayalı bir finans sistemini savunanların en önemli argümanlarının başında bu husus gelmektedir.

Bu kesimin tezlerine, bizim yorumlarımız ışığında, biraz daha yakından bakalım:

Faiz, yukarıda tasvir ettiğimiz bir cemiyette siyasî irade tarafından kanunla yasaklansa bile, bu yasağın ahlâkî bir karşılığı olmadığından ve insanların şu veya bu sebepten kaynaklanan borçlanma ihtiyaçları ortadan kaldırılamayacağından, el altından devam ettirilmektedir. Faiz karşılığı borç vereni koruyan bir düzenleme bulunmadığı için risk payı da içine işine katılmakta ve faiz oranları fahiş seviyelere çıkmaktadır. Yine bu tür faiz mukabili verilen borçların tahsili için devlet memurlarının da ortak edildiği “çeteler” teşkil olunmakta, sosyal ve ticarî hayat gitgide kangrenleşmektedir. Hülasa herhangi bir ahlâkî ve iktisadî dayanağı olmadan uygulanacak faiz yasağı, daha büyük problemleri beraberinde getirecektir. Bir devletin, üzerine kurulu olduğu halkın ahlâkî değerleriyle uyuşmayan kanun vaz etmesi, her zaman akametle neticelenmesi mukadder bir teşebbüstür ve halkın sosyal dokusunu ifsad tehlikesini içinde barındırır. Tasvir ettiğimiz “faizi ahlâken hak gören” ortam için –elbette bu tasvir bize ait- Batılı liberal (veya materyalist de denebilir, zira her ikisi de aynı kapıya çıkar) ekonomistler, faizi serbest bırakmak gerektiğini söylerler. Bu sayede faiz oranlarının makul seviyelere çekileceğini ve ihtiyaç duyanların daha müsait şartlarda borçlanmasına imkân tanınacağını iddia ederler ki, iddiaları tutarsız değildir. Bu noktada hemen aklımıza Mevlüt Koç’un “yanlışlar, kendi yanlışlarını doğurur” sözü gelmektedir.

Meseleye biraz daha faiz tarafından bakmayı sürdürelim. Doğrudur; girişeceği bir yatırım için sermaye edinmek veya herhangi bir ihtiyacını gidermek isteyenler oldukça, borçlanma talebi mevcudiyetini koruyacaktır. Doğrudur; insanların kazanma ve herhangi bir şeye sahib olma arzuları, kaynağı çok derinlerde yatan bir hissin gereğidir ve fıtratları icabıdır. O yüzden bu hissin kınanması doğru olmadığı gibi engellenmesi de mümkün değildir. Doğrudur; ülke sermayesini oluşturacak unsurların atıl bir vaziyette, dağınık bırakılması ve sermaye hareketliliğinin sağlanmaması ammenin genel menfaatlerine aykırıdır. En son tahlilde ülke servetini, bir halkın her bir ferdinin bilgi ve azmi, sermayeyi de bu servetin küçük ya da büyük birimler halinde bir maksada matuf işlev kazanması şeklinde anlarsak, bu servet ve sermayeyi harekete geçirecek ahlâkî ve iktisadî mekanizmalara ihtiyaç olduğu aşikârdır. Ve yine doğrudur; ülke içi sermaye seyyaliyetini sağlamak ve parayı (ya da sermayenin diğer maddî görünüşlerini) ataletten kurtarıp yatırıma teşvik etmek için görünüşte en kolay yol, bunu mubah gören bir cemiyet için, faizdir. Ve en nihayet yine doğrudur; ülkenin kamuya ait ihtiyaçlarını gidermek adına, modern bir buluş olan (lakin uygulandığı haliyle ne kadar faydalı olduğu tartışılabilecek) “genel bütçe” yapan devletlerin gelir-gider dengesizliklerinden ötürü borçlanma ihtiyacı hiç bitmez ve elinde borç verme imkânı bulunanlardan bunu almanın faizden başka nisbeten adil bir yolu yoktur.

Ama şunlar da doğrudur: Faiz sermayenin muhtaç olduğu seyyaliyeti temin ederken maliyetleri de artırır. Maliyetlerin artışı hem üreticinin rekabet gücünü azaltır hem de tüketicinin faizle borç veren kesime istemeden ve almamak üzere borç vermesi anlamına gelir. Faiz alanlar lehine bitmek bilmeyen bir büyümeye yol açar. Ülkeye yaygın vaziyetteki nisbeten adil dağılmış sermayenin belli ellerde toplanması sonucunu doğurur. Bu ise her daim ülke idarecilerinin başını ağrıtacak bir mesele halini alır, elbette o arada faizle semirmiş olanlar idareyi görünmeyen ellerle kumanda etmeye başlamamışlarsa… Bu büyümenin mantıklı neticesi, faizle borç veren aracı kurumların teşekkülüdür; biz bunlara “banka” diyoruz. Faizle devlete borç veren kesimler, ki bunlar artık çok büyük bir “para” gücünü elinde bulunduran bir azınlıktır, bankalaştıkça sermaye kaynağı olarak yine halkı görürler ve halkın elindekini almak için önerdikleri faizden daha fazlasıyla borç verme durumunda kalırlar. Artık tamamen zahmetsiz ve risksiz para kazanma yöntemi diyebileceğimiz bu yolla, az önce bahsettiğimiz maliyetler artmayı sürdürür. Böylece faiz hadleri artmaya devam ederken, sermaye verimliliği ve yatırım arzusu düşer. Cumhurbaşkanı Tayyib Erdoğan’ın bu kesime hitab ederken kullandığı “Siz kim oluyorsunuz? Bu halkın parasını yine bu halka faizle borç vererek zenginleşen bir avuç azınlıksınız” şeklindeki tanımlaması, son derece doğrudur. Kısacası faiz oranları ile yatırım ve istihdam arasında ters bir orantı vardır. Faizlerin, normal ticarî kârların altında, en azından % 20 altında olması gerektiğini savunurken Smith, bu düşünceyi dillendirmektedir. Diğer taraftan, faiz hadleri düştükçe, faizden başka sermaye toplama havuzu kurulmasına sistem ister istemez izin vermediği için, yaygın sermayenin odaklanma temposu yavaşlar, iş göremez hale gelir. Faizin olduğu yerde başka bir “çalışır” sermaye toplama havuzunun olamayacağına dair meseleyi, faizle rantiyenin benzerliğini inceleyeceğimiz bir yazıda ele alacağız. Faizle semiren kesimleri denetlemek maksadıyla ve iyi niyetle kurulmuş devlet bankaları, hükümetler kanunî yollarla faizle borç veren özel kurumları kontrol altında tuttuğu sürece iş görürler. Ancak ipin ucu siyaseten kaçırılır ve ahlâkî zemin de ona uygun hale gelirse, faizli sistemde belli bir noktadan sonra bu devlet bankaları belirleyici değil, belirlenen olur; metbu değil, tabi olurlar. (Devlet bankaları konusu istikbalin İslâm idaresinde çok mühim bir mevkii işgal edeceklerdir. Bu konuyu bilahare ele alacağız.) Nihayet öyle bir vaziyet hâsıl olur ki devlet piyasadaki nakit sıkışıklığını gidermek için para basmak zorunda kalır. Bunun, ürünleri yurt içi ve yurt dışı piyasalarda taleb edilmeyen, yani rekabetçi olmayan bir ülke söz konusu olduğunda enflasyon ve faiz sarmalıyla son bulacağı kesindir.

Ve nihayet, tek başına bir başlık altında incelenmesi gereken, faizin, tıpkı bir güve gibi, son raddede cemiyetin sosyal dokusunu kemiren bir mahiyet arz etmesi meselesi… İnsanların birbirinden değil bankalardan borç aldığı, kimsenin kimseye yardımcı olmadığı, bireyselliğin, egoizmin ve menfaatçiliğin bir hayat tarzı haline geldiği bir topluluğun (ya da toplu olamama halinin) müsebbiblerinden birinin faiz olduğuna kuşku yok… Bugün sadece Batı insanının değil, biz dahil neredeyse tüm insanlığın istikbalini esir etmiş, ipotek altına almış “borç ekonomisinde”, bu çarkı kıracak hiçbir oluşumun teşekkülüne izin vermek isterler mi? Hadise aslında gösterilmek istendiğinden çok, çok daha derin…

İşte ahlâk-siyaset-iktisad şeklinde geçen sayı izah ettiğimiz üçlü saç ayağının niçin bu kadar önemli olduğunu, bir ahlâka müstenid, diri bir siyasî iradenin, yukarıda sıraladığımız olay dizisini nasıl tersine çevirebileceğini, yazılarımızda parça parça işlediğimizden okurlarımızın öngörebileceklerini tahmin ediyoruz. Ancak bahis biraz uzun olduğundan, yarım kesmemek adına bir sonraki yazımızda ele almak daha uygun olacaktır.

Baran Dergisi 574. Sayı