Yeni Şafak Gazetesi’nden bir haber:
“Bankalara güç yetmiyor.”
Haber spotu ise şöyle:
“(Bankaların) yıllık kârları 50 milyara koşuyor. Yüksek faizden beslenen bankalar, aşırı büyük kârlar elde etmeyi sürdürüyor. Siyasetçi, iş dünyası, tüketicilerden gelen eleştiriye kulağını tıkayan bankalar, ‘dediğim dedik’ tavrında. Ocak-Ağustos döneminde 33.3 milyar lirayı bulan banka kârlarının bu yılın sonuna kadar 50 milyar liraya çıkması bekleniyor. İş dünyası ile esnaf ve tüccar, söz geçirilmeyen bankaların bürokratlar tarafından korunduğuna inanıyor. Faiz soygununun asıl sorumlularının Merkez Bankası ile BDDK olduğuna dikkat çekiliyor.”
Gazete, haberin içeriğinde Müsiad ve Esnaf Odaları ve Tüketiciler Derneği başkanlarının görüşlerine yer vermiş. Müsiad yetkilisi, faize değil de, yüksek oluşuna karşı çıkıyor ve bu oranlardaki faizin sömürü vasıtası olduğunu söylüyor. Kredi faizlerinin % 20’lere yükseldiğini belirten Müsiad Başkanı’nın bu konudaki düşünceleri şöyle:
“Bir yatırımcı % 20 karı nerede yapacak ki, kredisini ödesin. Bunu bir sömürü düzeni olarak görüyoruz. Dünyada faizi değil, üretimi arttırdığınız zaman enflasyon düşer. İşsizlik azalır. Dolayısıyla faiz de o zaman düşer.”
Cumhurbaşkanı Erdoğan da müteaddit kereler, faizin ülke ekonomisini zora soktuğu, bir avuç insanın kesesini doldururken halkın geri kalanının iliğini kemiğini sömürdüğü minvalinde açıklamalar yaptı. Yatırımcının bu yüksek kredi faizlerinin cenderesi altında nasıl borçlanıp bir de üretim riskini üzerine alacağını haklı olarak soran Cumhurbaşkanı, en yüksek büyümenin faizin “sıfır” olduğu bir piyasada mümkün olabileceğini dile getiriyor. Gerçi kendileri “icra makamının” başında ve mecliste kanunları tek başına çıkarabilecek partinin lideri, ama o da, tabii gördüğümüz kadarıyla, bizim gibi müşteki olmanın ötesine geçemiyor. İlginç bir nokta, ama ekonomist, akademisyen veya her ikisi birden görünümlü, dünyaya egemen sermaye odaklarının gönüllü ajanı (ajan, etkileme aracı anlamına da gelir) kesimler tarafından bugünün devlet adamlarının zihinlerinin nasıl cendere içine alındığına güzel bir örnek. İktisadın bir zihniyet ve fikir işi olduğuna da…
Araya, Cumhurbaşkanı’nın şikâyetçi olmasını da vesile ederek, faiz sarmalının sanıldığından daha kötü olduğunu gösteren bir not daha düşelim: Faiz yoluyla ülkeye yaygın sermayeyi -ki tek tek halkımızın her ferdine Allah tarafından maddeten ve manen dağıtılmış asıl zenginliğimizdir-, bir avuç insanın elinde toplama mekanizması sadece bankalar değil. Bankaların da alacaklarını “kırdırdıkları” tefeci finans kurumları var ve bankalar alacaklarını tahsil ettiklerinden, bilançolara işlenenden çok daha fazla banka borçlusu mevcut. Bunların aldıkları kredilerin faizleri “temerrüd”e düştüğünden aylık % 6’e varabilen oranlarla büyüyor. İnsanları “mafyavari” yöntemlerle ve devletin imkânlarını da kullanarak köşeye sıkıştıran bu tefeciler, bir biçimde alacaklarını tahsil ediyorlar. Hatırlanırsa, dergimizde bu konuyla alakalı bir dosya yayınlamıştık. Bu tefeci kurumlar öyle sıradan bankalar gibi çalışmıyor: Devletin içinden edindikleri adamlarla (bu adamlar arasında 1 sene evveline kadar dehşetli sayıda Fetöcü de vardı ve Fetö’nün gelir kaynaklarından biriydi bu) kişinin tüm akrabalarına, onların mal varlıklarına ulaşıyor ve akabinde alacaklarını güzel güzel tahsil ediyorlar. Bu kurumların en büyüklerinden birisi, eski bir banka sahibine ait. Yani hadise göründüğünden çok daha vahim…
Faize dayalı sömürü düzeni… Sürekli kullanılan bir terkib halinde bu tamlama ve hakikatin bir yönünü birebir yansıtıyor. Sömürü ve faiz sadece bizde değil, dünyada da sıklıkla yan yana kullanılan iki tabirdir. Sömürme, sözlükte, “içine çekerek emer gibi içme, kısa zamanda büyük bir iştahla yiyip içerek bitirmek, silip süpürmek” anlamlarına gelen, eski halk dilinde yaygın bir fiil… Buradan aktarma yoluyla, uydurukça döneminde, sömürü kelimesi isim olarak türetilmiş ve menfi bir pozisyonda, bilhassa biraz okumuş yazmış kesim arasında, yerleşmiştir. Aslında, çocuğun annesini iştahla emmesine de sömürmek denir ve halk arasında bu fiil çok kötü görülmez. Aynı akıbeti bu tabirin Osmanlıcadaki dengi “istismar” da yaşamıştır. Arapça “s-m-r” (meyve) kelimesinin fiilinden türemiş olup, “semerelendirmek, işletmek, fayda devşirmek” anlamlarına gelirken, sonraları tamamen negatif bir mânâ yüklenmiştir. Kelimenin kaderini belirleyen, dünyayı kasıp kavuran “emperyalizm” tabirinin karşılığı olarak görülmesiydi. Sömürü kelimesi de, sol jargonun yüklemesiyle, genelden özele dönerek, sadece emperyalizmi değil, burjuvanın her tür kazancını tarif maksadıyla kullanılır oldu. Hoş, solun hâkim ideolojisi Marksizm ve muhtelif türevleri, faizi, kârın yanıltıcı bir yansıması olarak görüp tesirini küçümserler. O yüzden, onlara göre, burjuva egemenliğindeki devlet başta olmak üzere ülkedeki tüm iktisadî müesseseler sömürü çarkının dişlileridir. Diğer taraftan, kârı helal, faizi haram kabul eden Müslümanlarca da sömürü kelimesi çok sevilmiş, bir yerde küçük aldatmalara, hatta müstehcen imalara doğru kıvrılan istismar tabirinin o yöndeki kullanımını terk etmişlerdir.
Bu noktada faizin neticelerinin daha iyi anlaşılması için Marksist tecrübe iyi bir vesile. Marksizm’in kâr ile faizi aynı kefeye koyarak tüm ticarî hayatı dondurmasının ceremesini yüzyıl boyunca sosyalist devletler çektiler. Tutarlı olmak adına hem her tür metafiziği ve hem de toplum içindeki “mutlak eşitliği” bozacak her olguyu reddeden Marksizm, insan fıtratına mağlub oldu; mağlubiyeti mukadderdi de. Kâr, mal ve hizmetlerin içtimaî tedavülü demek olan ticaretin hem saiki hem meyvesidir ve mahiyeti faizli alışverişlerden farklıdır. Her şeyden önce ticaret, tanımı itibariyle bir rizikoyu içinde barındırmaktadır. Kâr oranı baştan belli olmayıp piyasa şartlarında belirlenen, muhtelif tehlikelere (çürüme, yanma, talep olmayıp elde kalma, vs.) açık mal alım satımıyla, oranı önceden tayin olunmuş ve getirisi değişik yöntemlerle garanti altına alınmış faizle borç vermenin aynı gözle görülmesi en hafif tabirle haksızlıktır. Bu her şeyden önce, çalışanın, icad ve fikir sahibinin emeğinin karşılığını alamaması neticesini doğuracaktır. Kâr güdüsü, elbette denetim altında tutulmak kaydıyla, ülkenin iktisaden diri olmasının muharrik kuvvetidir; faiz ise, tersine, statükocu mahiyetinden ötürü, ülke iktisadını durağanlaştırıp boğucu bir etkide bulunur. Yani kişinin yaptığının karşılığını alması, onun temel hakkıdır ve mesele, bunun çerçevesini ve şartlarını belirlemektir. Bu da o ülkede insan fıtratına mutabık bir düzen kurmakla olur, ki bunun yegane yolu da son tahlilde Mutlak Fikir’e müstenid bir dünya görüşünün inşa ve tatbikinden geçer. Bir vücutta hastalık var diye onu öldürmek ne kadar doğru bir çözümse, kârın temerküzü sömürü çarklarını döndürür diye kârı ortadan kaldırmaya teşebbüs de o kadar doğrudur. Marifet, ülkeye tatbik olunacak düzenin bir bütün halinde ele alınması ve iktisadî sistemin bu düzenin zihniyetiyle mutabık ve değişmez kaidelerle çerçevesi çizilmiş bir surette işlemesinin sağlanmasıdır. Dünya üzerinde izole bir halde, tek bir ülke olarak yaşamadığımızdan en azından iktisadî sistemimizin tesir sahasını genişletici politikalar da bu durumda öncelik kazanacaktır.
İbda iktisadî sistemi, istikbaldeki İslâm rejiminin damarlarında dolaşan kan hükmünde olacaktır.
 
Baran Dergisi 561. Sayı