Beş yahut altı ay evvel bir fırının açılış törenine şahid oldum. “Şahid oldum” diyorum; çünkü, nasıl ifâde edilir, tam anlamıyla dilimizde karşılığı nedir bilmiyorum ama bir ekmek fırının “olanca haşmetiyle” diyelim, neredeyse bütün bir mahalleyi saracak kuvvette hoparlörlerle “bangır bangır” tabirindeki büsbütün şiddetli vurguyu ifade ederek bu açılış ilân ediliyor ki, bu “kutlu” meseleye dâhil olmama, şahid olmama gibi bir lüksünüz olamazdı. O, asla tam olarak pişmeyen, pişirilmeyen ve dâima hamur olarak satılan, aynı gün yenilmediyse ertesi güne yenilemeyecek hâle gelen ekmekleri pişiren yahut pişirmeyen yüzlerce fırından sadece birisi... Hiç abartamadan benzetirsem, şu yeni açılan havalimanının açılışı dahî bu ekmek fırınının şaşaası -nisbetlerine nazaran söylersem- yanında sönük kalmıştır! Hafta sonu sabah saat on gibi başlayan bu “kutlama”, akşam üstü on yedi sıralarına kadar sürdü ve bu fırının bende bir nevi dehşet uyandıran ilk hoparlör gürültüsü gittikçe alakamı çekmeye ve ilk anda hissettirdiği dehşet hissi gitgide sosyolojik bir merak mevzuuna dönüşmüştü... Dönüşmüştü, çünkü ilk başlarda, ilk yarım saatte kafanıza çekiçle vuruyor hissi veren “cıstak”ların ardından “olay” halaya, oradan halk türkülerine sonra yabancı pop müzik parçalarına dönmüş, bunlarla yetinilmemiş, üstüne bir kaç tane de hani şu arabesk motifli olanlardan olan “ilâhi”lere dek uzanmıştı...

Böylesi vaziyetlere -hususiyetle İstanbul'da ikâmet edenler bilir- pek sık tesadüf ettiğimden ötürü tabiri caizse idmanlıydım ve ne olacağını biliyorum. Olacak olan vaziyet, aşağı yukarı şuydu:

Belli bir saatten sonra kafanızın “emballé-ambale” olmasından kaynaklı olarak “stockholm sendromu” yaşadığınızdan ötürü bir noktaya kadar sizde uyanan nefret hissi zaman idrakının kaybıyla birlikte giderek sıradanlaşmaya başlayacak ve habire tacizi altında bulunduğunuz bu gürültü sağanağının biriktirdiği bütün tortular kabara kabara adeta sel haline gelip sizi istila edeceklerdir. Eh, madem memleketimizde Zabıta Teşkilâtı, Polis, Belediye vesâir kolluk kuvvetleri, yönetici kurumlar ve hepsinden daha öte olarak “toplum” olmaya yaraşır bir “topluluk” vicdanı ve bu hakkın savunulması gerektiği fikri yoktur, o hâlde, böylesi bir rezalete itiraz hakkınız olmadığı gibi onunla yaşamaya alışmanız ve gerekirse zamanla sevmeniz bile gerekecektir... Neyse artık o!

Buraya kadar naklettiklerimden yola çıkarak mevzuumun “saygı, hak” vesâir kaidelerle alakalı olduğu hissi intibaen oluşmuş olsa da onlar değil! İşin asıl “bam teli” diyebileceğim noktasına geleceğim... İşte biz, yani bütün bir mahalle, “fırıncının kutsal ayini” diyebileceğimiz bir ritüele mecburen katılmış ve kafamız halaylar, poplar, cazlar ve meraklısında göbek atma hissine davet edici unsurlarla bezeli “ilâhi”ler sağanağı altında kavrulur ve hani yemeklerin harcındaki soğanların hafifçe sararmasındaki gibi pişme kıvamına doğru ilerlerken bir anda bütün ses kesildi ve bir korku filminin en gerilimli anlarındaki gibi ardından ne gelecek diye merakla beklerken “sinsi fırıncı” elindeki bir yeni kartı daha açarak Kur'anı Kerim kasedini verdi hoparlöre... Koltuğumda azıcık kaykılmıştım, toparlandım; eh tabiî eldeki çayı, sigarayı da bir kenara bıraktık, mecbur dinleyeceğiz! Nasıl ifâde ederim, açıkçası bilmiyorum? Yani evinizdesiniz, belki hasta yatağınızda uzanmış dinleniyor yahut ne bileyim sıradan meşguliyetleriniz ile haşır neşirsiniz. Şimdi, biliyorsunuz Kur'anı okumak sünnet, dinlemek farz; şu vaziyette ne yapmak icab etmektedir? Kulağını tıkasan, Kur'an'a kulak mı tıkanır? Olacak iş mi? Zaten asıl mevzu bunlar da değil; daha yarım dakika evvel göbek atma kıvamındaki bir fizik ve ruh atmosferinden, yani üzerinde bulunduğumuz işlerin fiziki tarafları kadar buna tâbi ruh şartlarının uyumuyla kıyaslayarak düşünürsek, adeta tam zıddı bir atmosfere direkt dalışın verdiği basıncın ağırlığı... Fakat, bir de şunu bilmeli ki, diz üstü oturup haşyet hissine dalmaya çalışarak Kur'an'ı dinlemekle, sizi, meşguliyetlerinizin en tabiîleri içerisinde Kur'an dinlemeye mecbur bırakmak arasında kıyas bile kabul etmeyecek bir zıtlık vardır ve bu adeta insana, haşa diyelim, muhal farz kaydıyla söyleyelim Kur'an ile zahmet çıkartmayı başarmanın bir usûlüdür!

Zaman kavramını, saat farkını yavaşça kaybettiğim bir demde “Fırıncının Ayini” devam etmekteydi ve inanıyorum ki mevzu bahis Fırıncı bizi öylesine avucunun içine hapsetmişti ki, içlerinde benimde olduğum o mahalleden herhangi bir evin kapısını çalıp, herhangi birisine kendisinin tebâsı olması noktasında bir direktif verseydi “yeter ki şu azabı dindir” deyip kabul edecek zihnî kıvama gelmiştik...

İşte bütün bu “hırgür ve patırdı”yı andıran müzik, musiki ve benzer sekanslar arasında öyle bir şey oldu ki, biz sabahleyin başlayan ve “canımızı burnumuza” getiren tüm o sıkıntının Fırncı'nın “uvertür”ü olduğunu farkettik!

Daha başka bir sınıfı varsa kesin oradandır, “üçüncü” bile olamayacak, yerel radyoların tüm acemi spikerlerinin bütün becerilerini “profesyonel” seviyede gösterebilecek bir spiker müsveddesi de ortaya çıkıvermesin mi?

Sesinden anladığım kadarıyla yirmili yaşlarının ortasında olan bu genç adam, sesindeki ahenksizlik, ifadelerindeki belirsizlik ve diğer tüm fecaatlere mukabil öylesine kurnazca konuşuyordu ki, dilimizdeki “köylü kurnazı” tabirinin mücessem hâli gibi gözüktü bana... Şimdi bazı dikkatli okurlar diyecektir ki “bu konferans yahut benzer bir şey midir ki 'ifadelerdeki belirsizlik' bir kabahat olsun?” Haklılar! Fakat işin aktarmadığım ve bizim de sonradan farkettiğimiz tarafı da bu; daha evvel havalimanı açılışı ile herhangi bir semtin herhangi, bir mahallesindeki bir fırının açılışını mukayese edişim abartma sanatından faydalanmak için ifade edilmiş bir teşbih değildi! Spikerin aktardığına göre “birazdan bir sürü meşhur insan”ın fırın açılışı için geleceğini işittiğimde bütün o azap, asab bozukluğu ve beraberindeki tüm hissiyatım yerini büsbütün merak hissine bıraktı ve nasıl olsa Fırıncı'nın Ayini'ninden de kaçmak mümkün olmadığına göre başladım alaka ile bu kumpanya benzeri hâdiseyi seyretmeye...

“Birazdan 'Küstüm Latif Doğan’ sizlerle” nidasıyla başlayan meşhurlar geçidi, “Seda Sayan'ın kızkardeşi”, “Çocuklar Duymasın'ın kadrosundan filanca”, “Sörvayvır'ın filan döneminden falanca”, “Kral Tv'nin eski diceylerinden feşmekan” diye diye başlayan ve hepsi halkça bilinen kendince meşhur isimlerin asıllarına  telaffuzda olanca abanma ile vurgu yapılan fakat bu isimlerin hepsinin “bişeyi” olanların boyuna uzadığı bir liste sayılmaya başlandı... Bütün başarısızlığına mukabil bu “köylü kurnazı” spiker laf “asıl”a, şöhretliye gelince vurgu yapıyor, tali yola düşünce yani “bişeyi” kısmında ise sesini öyle içine gömüyordu ki işte ona “köylü kurnazı” demem bu sebebtendir! Meselâ şöyle:

“Sedaaaaaa Sayanınnnnnnn” kısmına vurgu olarak abandıkça abanıyor ve nihayetinde ise cılız bir “kız kardeşi” sesini duyuyorsunuz!.. “Krallllll Tiviiiiii” diye uzatıyor “eski spikeri” diye incelterek kısaltıyor!.. Çocuklaaaaarrrrrr Duymasınnnnnnn” diye med çekip, şeddeliyor ve belki de o Tv dizisinde sadece üç-beş kare gözükmüş “falanca” kısmına gelince de ara durak, cezim, stop lambası, ne varsa kullanıyor!..
Doğrusunu söylemek gerekirse bugün hafızamı yokladığımda o güne dâir en son “Seda Sayan'ın kız kardeşi şu an ekmek alıyor” kısımlarını filan hatırlamaktayım. Bütün o cümbüşün yeni baştan –“ilâhi”ler de içinde olmak üzere- tekrarı ne kadar devam etti açıkçası bilemiyorum...

Şimdi, buraya aktardıklarım, esasen, ihtimâl ki benzerlerine cemiyette yahut bir TV ekranında da rastlayabileceğiniz türden bir hâdiseydi! Daha evvel kastettiğim gibi, bu hâdiseyi aktarmaktan maksadım “Hukuk, saygı” gibi hususları mevzu etmek değildi; onlar ya devlet eliyle büsbütün bir murakabe içinde cemiyete zerk edilmesi icab eden yahut da büsbütün bir cemiyetin hak adına hukukuna sahip çıkması saikiyle devleti buna mecbur tutacak, dolayısıyla yine devletin murakabesi altında fiiliyata geçirilmesi gereken davalar; şahsî ilişkiler ayrı mesele ve siyâsî tarafıyla mevzumuz dışı tabiî...

Siyâsî mi? Evet, siyâsî; azını aktardığım, çoğunu unuttuğum bu sosyal hâdise bana kalırsa tamamen siyâsî bir görünüm arzetmektdir. Bana kalırsa, bu fırının açılışındaki bütün hâdiseleri esasen bilfiil yaşadığımız ve günümüz politik eğilimlerinin bir yansıması hâlinde toplum olarak içselleştirdiğimiz hâlde, yine de, biz, bu iş kelimelere dökülüp azıcık ironi sosuna bandırınca bunu farketmekteyizdir!

Balzac'ın baloları “kestirmeden bir dünya sahnesi”ne benzetmesi gibi, hiçbir vakit bir ekmeği tam kıvamında pişiremeyecek, pişirmeyecek bu fırının açılışı, bana, bütün bir memleket ahalisi ve idaresinin bilerek-bilmeyerek içine gark olduğu bir tavrın tecessüm etmiş bir hâli gibi gözüküvermişti...

Evet, teferruatlarını bazı seçilmiş kelimelerle fantazik unsurlarla boyadığım, hakikatte ise kendisi kaskatı bir vakıa olarak bütün bu boya işinden azade rezalet arzeden bu fırın açılışı, yaşanmış bir hâdisenin aynen naklidir ve şimdi hafızamda kalan kısımlarının bazı bölümlerini memleketimizdeki başka hususlara uyarladığımda aralarında hiç fark olmadan birbirlerine uyumlu puzzle parçaları gibi uyuşmakta ve bahsettiğim “siyâsî” veçheye bürünmektedir:

 Spiker, üç kağıtçı bir politikacıdır ve ne kadar hakikat varsa -bu kumpanya dâhil olan herkese-üstlerine abana abana telaffuz ederek vaadetmekte, fakat iş gerçeğe, hakikate gelince de, aniden sesi içine kaçmakta, gerçeklerle bir türlü yüzleşememektedir; fırıncı, asla asıl has ekmek yani fikir derdinde olmayan bütün aydın geçinen gazeteci, yazar, akademisyen vesair artıklarının oluşturduğu bir zümreyi temsil etmektedir ki, çoğunlukla bilinenin aksine bir devleti, milleti asıl var eden “hamur” bunlardır ve bütün bunların tamamı artık “her telden” bir göbek havası ayarında, her fikri bir bulamaç gibi mezcedip şahsiyetsizlik fırınında pişirmektedirler; ve biz, yani bu işkenceye maruz bırakılan hepimiz de, işin size anlatmadığım fırın açılışı kısmındaki kimseleriz; yani, mahallenin bütün çoğunluğunun bu fırın açılışındaki göbek atmak için sıraya geçen kısmındanız, toplumun kendisiyiz!

Baran Dergisi 617. Sayı