Müslümanların hayatlarının her anını kendisine göre yaşayacakları kurallar bütünü, “Din-i Mübin-i İslâm”dır. Cümlede hayatın her anını ve bütünü ifadelerini bilhassa kullandım, zira İslâm’ın zıddı nev’inden nâkıs din ve ideolojilerin aksine dinimiz, doğumundan ölümüne kadar bir insanın dâhilî veya haricî her tasavvur, tahayyül ve davranışının miyarını ortaya koymuştur ve vâz ettiği kuralların tamamının kabul ve tatbikini ister. Bilhassa taabbudî saha böyledir. Bir temel ve onun üzerinde binayı şekillendiren “subasman” gibi esasa müteallik hususlarda hiçbir boşluk bırakmaz. Ancak, muamelât* ve ukubât** mevzularında mü’minlere, tatbikteki lüzuma göre, “binanın içyapısı”na müdahale hakkını ve mesuliyetini sonuna kadar verir. Peygamberimiz (SAV)’in “Âlemlere rahmet” olmasının bir hikmeti de budur; insanlığa, dalgalı denizlerde kaybolmadan bağlanabileceği ve üzerine kendini ve çevresini inşâ edebileceği, olabilecek en muhkem çıpayı sağlar İslâm…

İbda’nın temel ilkelerinden olan “bir şeyin aynı, aynı olduğu şeyden başkadır” hikmeti en çarpıcı tezahürünü “rahmet”in kâinattaki tecellisi olan dinde bulur. Dinimiz, kul planındaki mutlak kurucusu Resûlullah Efendimiz (SAV)’den itibaren içten dışa doğru birbirine tam nisbet içinde üst üste binen kürelerden müteşekkil bir yapı halinde bize kadar gelmiştir. Edille-i Şer’iyye ismi verilen ve İlahî olanın beşerî olanla münasebet zincirini belirleyen tasnif, bilindiği üzere, Kur’an, Sünnet, İcmâ-i ümmet (yani sahabe ve tabiinin icmâı) ile amelî ve itikadî mezheblerde billurlaşan fakihlerin kıyasıdır. Hüccet sıralaması da diyebileceğimiz bu tasnif, mutlaktan izafiye doğru inen bir çizgi izlemektedir. En tepede Kelâmullah olmak üzere her biri altına göre esas, üstüne göre usul ifade eden bu kaynak silsilesinden ilk üçü sabit iken, sonuncusu yani fakihlerin ilk üç kaynakla hayatı irtibatlandırıp anlayışı tazeleme faaliyeti halen devam etmektedir. 
Hemen burada doğması muhtemel bir yanlış anlamayı izale maksadıyla bir noktaya işaret etmek istiyorum: “Kıyas-ı Fukaha”, umumiyetle, mezheb imamlarının ve müçtehidlerin mevcut veya muhtemel meselelere dair getirdikleri çözümler biçiminde tanımlanmaktadır. Bu doğru, fakat eksik bir tanımlamadır. Bir Müslüman için kaynağını dinden almayan hiçbir kaide bulunamayacağı gerçeğini göz önünde tuttuğumuzda, Kıyas-ı Fukaha kategorisinin sadece usul-u fıkıh ulemasına hasredilmesinin eksik bir değerlendirme olduğu kanaatindeyim. Bu meselenin biraz daha tavzihe ihtiyacı olduğundan kıyas ve fakih mefhumlarına eğilmemiz iyi olacak. Akabinde mevzumuzun daha bir sarahate kavuşacağı kanısındayım. 

İlk önce İbda Mimarı’nın Hukuk Edebiyatı isimli eserinden “Kıyas” bahsi:

“Hâkim: Kıyas, muayyen bir vak’a için vazedilmiş kaziye, hüküm ve normların, bu vakıa ile esasi bakımlardan mutabakat halinde bulunan bir başka değişik vakıaya tatbik edilmesi işi oluyor.
Hakîm: Kıyasın şu şekilde de karakterlendirilmesi mümkündür: Hüküm, kaziye ve normların, kendilerinde tanzim edilmemiş değişik ve bununla birlikte onların ana düşünceleriyle mutabakat halinde bulunan meseleler tatbiki!.. ‘Kıyas’ın mefhumî karakteri hakkındaki bu düşünceleri biraz daha geliştirelim: ‘Kıyas’, hüküm, kaziye veya normun genişletilmiş tatbikidir…Bu itibarla onu, geniş tefsirden ayırdetmek icab eder… Geniş tefsirde, kaziye, hüküm veya normun ihtiva ettiği hakiki fikir ve mânânın açıklığa kavuşturulması gayesi güdülür… Hâlbuki kıyas, fikir ve mânâyı geliştirir… Müşahhas hadiseler söz konusu oldukta, bu iki durumun her seferinde yeniden tesbiti gerekir.” (S. Mirzabeyoğlu, Hukuk Edebiyatı, sh. 63-64)

TDV İslam Ansiklopedisi’nde ise kıyas şu şekilde tanımlanıyor: 

«Fıkıh usulünde kıyas, ‘hakkında açık hüküm bulunmayan bir meselenin hükmünü, aralarındaki ortak özelliğe veya benzerliğe dayanarak hükmü açıkça belirtilen meseleye göre belirlemek’ anlamına gelir. Kıyas, fıkıh literatüründe ‘salt düşünme (nazar), doğruya ulaştıran delil’ mânâsında ve birçok istidlal türünü belirtmekte kullanılmakla birlikte (İmamü’l-Haremeyn el-Cüveynl, el-Burhan, ll, 749; Gazzali, İslam Hukukunda Deliller, ll, 195) yaygın anlamları şunlardır: 1.Re’y:‘Şeriat ya tevkif ya da kıyastır’ ifadesindekıyas ‘şariin bildirimi’ (tevkif) mukabili olarak ‘re’y’ anlamında, yani ‘mevcut naslar ekseninde beşer inisiyatifiyle sonuca ulaşma veya ulaşılan sonuç’mânâsında kullanılmaktadır. Bu mânâ, fıkıh usulündeki anlam eksenli ‘fıkhî akıl yürütme’ (şer’î kıyas, fıkhî kıyas, usûlî kıyas) mânâsındaki kıyasa tekabül etmektedir ve Zahiriler ile Şia’nın Ta’limiyye grubunun eleştirilerine hedef olan daha çok bu anlamdaki kıyastır. 2. Şeriatın rasyonel içerikli bölümü. ‘Şeriat taabbüd ve makul anlamlı (kıyas) olmak üzere iki kısımdır’ ifadesinde kıyas, taabbüd (dogmatik içerikli) mukabili olarak ‘ma’külü’l-ma’na’ anlamına gelmektedir. Her iki kullanımda da kıyas genelde tevkif kapsamında olup tevkife alternatif değildir.3. Genel ilke. Kıyas, tikel olaylara uygulandığı gibi tikel çözümlerin doğruluk kriteri olarak da kullanılan, ‘tümevarım yoluyla ulaşılmış genel kural’ mânâsına da gelmektedir. Fıkıh usulünde teknik anlamda kullanılan kıyasla kesiştiği nokta bulunmakla birlikte, mahiyet itibariyle ondan farklı olan genel kural anlamındaki kıyas, şer’in tamamına uygulanacak genellikte olabileceği gibi, sadece bir mezhep bütünlüğü içinde veya belli bir konu bütünlüğü içinde de söz konusu edilebilir. Fıkıh literatüründe yer alan ‘kıyasü’ş-şer’ ve ‘kıyasü’l-mezheb’ ifadeleri bu şekilde anlaşılmalıdır.» (TDV İslam Ansiklopedisi, Kıyas maddesi)
Belki ne yapmak istediğim anlaşılmıştır: İslâm’ın hüccet silsilesi tasnifinde son iki kategorinin tam olarak kavranamadığı görülüyor. İcmâ-ı Ümmet, Sahabe ile onların yolundan giden Tabiinin bir mesele üzerinde ittifak etmeleridir. Sonraki asırların Müslüman nesillerinin icmâda hissesi yoktur. Yani icmâ-ı ümmet, tıpkı Kur’an ve Sünnet gibi artık yenisi gelmeyecek bir hüccettir. Son yazımda usul-ü fıkıhta illet ve hikmet bahisleriyle alakalı bazı hususlara değineceğimi ifade etmiştim. Fıkıhta bir meselede hüküm çıkartmanın genel olarak illet ve hikmet birlikteliğiyle gerçekleştirildiğini söyleyebiliriz. Tecrid metoduyla aslî unsur ortaya çıkarılmakta, akabinde kıyas veya analoji yoluyla bu hükümler benzeri durumlara tatbik edilmektedir. Ancak illet merkezli istinbât*** neticesi çıkan içtihad, yukarıda tevkif biçiminde ifade olunan nassa dayandığından, genellikle bir mezhebin ulemasınca o mezhebin müntesiplerine şamil kılınırken, istislah**** ya da hikmet/gaiyet yoluyla oluşturulan içtihad, nadir hallerde ulemanın ortak kabulüne mazhar olmakta, ancak mevcut örfe ve dinî teamüllere aykırı olmadığı, tatbikinde de fayda görüldüğü durumlarda devlet eliyle kanunlaştırılıp “tazir” kategorisi altında yürürlüğe sokulabilmektedir. Elbette bu içtihadın ilk üç hüccet referansında illet addedilebilecek bir dayanağının olması iktiza eder. Bu dayanak, önerilen içtihadî çözümün muhteva ve yönteminin yasaklanmamışolmasının yanısıra selim akıl tarafından uygun görülmesi, zaruret kesbetmesi gibi hususlar olabilir. İslâm’ı ibadet, ceza ve beşerî hukuk sahalarında nokta nokta billurlaştıran 1400 yıllık şeriat her şeyiyle ortada durur ve bugünün ekstrem mevzularını bile hükmen kapsadığı görülürken şu anki perişanlığımızın sebebi o olamaz. Bunun sebebi, Kıyas-ı Fukaha tabiriyle anlatılan kavramın bir cihetinin de, bilhassa istislah kavramının hasrının “derin anlayış sahibi insanların reyi/fikri” mânâsına doğru genişlediğini düşünmemektir. Fıkhın anlayış, fakihin de derin anlayış sahibi mânâsına geldiğini ve fukahanın sürekli değişmeye namzet örfü istislahın temel amili kabul ettiğini anlamamaktır. “İslâm’da idare şekli yoktur, idare ruhu vardır” tesbitinin bütün bir siyasî şekillenmenin temel mekanizması olduğunu ne hikmetse kavramamaktır. Halimize dermanın, Ehl-i Sünnet yolunun itikadî ve fıkhî çerçevesi içinde, ferd ve cemiyete müteallik yeni olguları ve yozlaşmış ahlâkî zemini derin bir zihnî cehd ile tutarlı bir fikir istikametinde oluşturulacak bir kurallar manzumesi etrafında yerli yerine oturtmak olduğuna bir asır boyunca akıl erdirememektir. Suret olmadan mânâların tecelli edemeyeceğini, din, ahlâk, Allah, peygamber, günah, sevab, vb. her tür mefhumun –adı üstünde- insanların zihinlerinde fikir/düşünce şeklinde belirdiğini, onlardaki anlamı herkesin kendine ve kapasitesine göre zihnî kalıplar haline getirdiğini anlamamaktır. Bu yüzden hikmetleri bir bir ortaya çıkaran derin fikrin –bir şeyin aynı, aynı olduğu şeyden başkadır hikmeti/sabitesi çerçevesinde- dinden olduğunu, din olduğunu, her tür ferdî ve içtimaî değişimin sistemli bir düşünce bütünü içinde uygun yerlere konulması gerektiğini görememektir. Asrımızda Müslümanlar bu hakikatleri ancak Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu eliyle öğrenebildiler.

Gelecek yazıda fıkıh ve fikir etrafındaki mevzuya Üstad’ın tesbitleriye devam edeceğim.
 
*Muamelât: Geniş anlamıyla fıkhın ibadetler dışında kalan kısmını, dar anlamıyla daha çok mal varlığına ilişkin hükümleri ifade eden terim.

**Ukubât: İslâm hukukunda şer’î olarak belirlenmiş yahut yetkililerin takdirine bırakılmış bütün cezaları ve ibâdât ile muâmelâtla birlikte fürû-i fıkhın temel üç bölümünden birini ifade eden terim. İnsanların fiil ve davranışlarının dünyada veya ahiretteki karşılığı anlamında kelâm, suçluya uygulanacak maddî ve manevî müeyyide anlamında fıkıh terimi.İslâm hukukunun amelî-tatbikî bölümünü ve miras hukukunda alt soy hısımları ifade eden fıkıh terimi.

***İstinbât: “Nebeta” kök fiilinin istif’al ölçüsünde mastarı olan istinbât, sözlükte gizli bir şeyi açığa çıkarmak mânâsına gelir. Bu mânâ ile ilgili olarak kuyu kazan bir kimsenin suya erişmesi, su çıkarmasına da istinbat tabir edilir.Istılahta istinbatu’1-ahkâm, bir müçtehid veya fakihin zekâ ve dirayetini kullanarak anlayış gücü ve içtihadıyla nasların gizli mânâ ve hükümlerini açığa çıkarmasına denilmiştir. Hadis ilmiyle ilgisi, hadis metinlerinden hüküm çıkarılması yönündendir.Fıkıh Usûlü ilmine göre İslâmî hükümlerin kaynağı önce Kur’ân-ı Kerim, ikinci olarak Hz. peygamber (SAV)’in sünneti, dolayısıyla hadislerdir. Kur’ân-ı Kerim ayetlerinin lafızları gibi hadis lafızlarının hepsi sarih değildir, aralarında vazıh yani hükme delâleti açık olanları olduğu gibi, müphem, hafi, müşkil, mücmel olanları da vardır. Sarih kanlan bulunduğu kadar mecaz veya kinaye yollu kullanılmış olanlarına da rastlanır. Bazı hadislerin bir hükme delaleti açıktır.

Bazılarının delaleti ancak tefsirle anlaşılır. Bazı hadis lafızlarının taşıdığı hüküm umumidir; bazısının ise hususidir. Kısacası hadis lafızları içinde hâs, âm, müphem, müşkil, hafi, mücmel olanları, mecaz ya da kinaye yollu söylenenleri, birbirleriyle çelişik görünenleri mevcuttur. Ayrıca Kur’ân-ı Kerim’de olduğu gibi hadiste de nesih vaki olmuştur. Dolayısıyla hadislerin de nasih-mensuhu vardır. Bütün bu ve buna benzer özellikleri dikkatten uzak tutmamak kaydiyle hadisleri inceleyip onlardan şer’î bir mesele hakkında hüküm çıkarmak istinbatın esasını oluşturur.İstinbata aynı mânâda istihraç denildiği de olur. Ancak hadis usulünde daha çok istinbat tabiri kullanılır. İster istinbat denilsin, isterse istihraç, hadislerden şer’î hüküm çıkarmanın bir takım metotları vardır. 

****İstislah: Maslahat tabirinin iki yönü ayrı ayrı anlatılmak istendiğinde birincisi için “celbü’l-menfaa” (veya celbü’l-maslaha), yani hayırlı olanın önünün açılması, ikincisi için ise “def’ü’l-mefsede” (yani, bozucu olanın imhası) tabirleri kullanılır. İslâm âlimleri, İslâm dinindeki hükümlerin, kulların dünyevî ve uhrevî menfaatlerini sağlama ve onları dünyevî ve uhrevî zararlardan koruma amacını hedeflediği, yine “şârî”nin (Allah ve Resulü) emrettiklerinin kulların yararına, yasakladıklarının da kulların zararına olduğu noktasında fikir birliği içindedirler. Ancak nasslarda tüm olayların hükmü özel olarak belirlenmiş olmadığı için, karşılaşılan yeni olayların imkân varsa kıyas yoluyla, kıyasın mümkün olmadığı durumlarda nasslardan çıkan genel ilkelere göre hükme bağlanmasına ihtiyaç vardır. İşte, -yorum yoluyla da olsa- nasların kapsamına girmeyen ya da “illet” bağı kurularak (kıyas yoluyla) nassta düzenlenmiş bir olaya bağlanamayan fıkhî bir meselenin hükmünü İslâm fıkhının genel ilkelerine göre belirleme yöntemine “istislah”, bu metodu uygulayarak hükme ulaşırken esas alınan maslahatlara da “mesâlih-i mürsele” denir.İstislah, hukuk kuralları ile toplumsal vakıa arasında dengenin kurulmasına, nassların ilke ve amaçları ile kamu yararının birlikte gözetilmesine ve bu uyum içerisinde çözümler üretilmesine imkân vermekte olduğundan, fıkıh usulünde fevkalâde büyük bir önemi hâiz olmuştur.

Baran Dergisi 602. Sayı