Cumhurbaşkanı Erdoğan vaziyetin ne kadar idrakinde bilmiyoruz; fakat Türkiye’nin dış politikası sarpa sarmış vaziyette. 

İdlib’de ateşkes anlaşması yapılıyor, Rusya vurmaya devam ediyor. Libya için masaya oturuluyor, Rus paralı askerleri Hafter safında savaşmaya devam ediyor. Türkiye ziyaretinden önce Putin Esad’ı Şam’da ziyaret ediyor, gidip Emevî Camii'nde poz kesiyor. Mülteci yükünü Türkiye’nin üzerine yıkan AB, cereyan eden tüm bu hadiseleri uzaktan seyretmekle yetiniyor. Türkiye’nin Barış Pınarı Harekâtı’nı durdurmak için yapılan anlaşmanın gerekleri yerine getirilmediği gibi Esad Rejimi, PKK/PYD, ABD ve Rusya arasında adı konmamış bir anlaşmanın Türkiye’ye karşı işletildiği gözleniyor. Yunanistan, anlaşmanın aksine adaları silahlandırarak boyundan büyük adımlar atıyor…

Suriye’nin Kuzeyi
IŞİD’in Kuzey Suriye’ye yönelik operasyonu başlayıp, o bölgede yaşayanları sınırımıza sürdüğünden beri Türkiye’nin Suriye’ye girmesi gerektiğini defaatle ikaz ettik. Hadi diyelim ki 15 Temmuz gecesine kadar FETÖ’nün TSK’nın komuta kademesindeki hâkimiyeti dolayısıyla Türkiye bu operasyonları başlatamadı, anlaşılabilir. İyi de, o zamandan bugüne kadar geçen zamanda yaşananlara baktığımızda, Türkiye’nin son derece sınırlı olmak kaydıyla ancak birkaç harekât gerçekleştirdiğini ve kendisine durması gerektiği ikaz edildiğinde de hemen durduğunu gözlemliyoruz.

Türk askeri tarafından desteklenen Suriye Millî Ordusu kendisine tevdi edilen görevleri büyük bir maharetle yerine getirir ve yabancılara parmak ısırtacak sürat ve az kayıpla operasyonları sürdürürken, Türkiye’nin her seferinde tereddüde kapılıp, durmasını biz artık izah edemiyoruz. Oysa ki bunun yerine Türkiye’nin hızını almışken yürümesi ve durmak için kendi belirlediği şartları öne sürmesi gerekmez mi?

Barış Pınarı Harekâtı’nda Türkiye kendisine “dur” denildiğinde durmamış ve yoluna devam etmiş olsaydı, bugün İdlib ve Libya’da manzaranın bambaşka şekilleneceği gerçekten de anlaşılmıyor mu?

İdlib
Türkiye, Rusya ve İran arasında kurgulanan Astana Süreci’nin bilmem kaçıncı toplantısında, bilmem kaçıncı kez ateşkes kararı alındı, inanın biz sayısını unuttuk. Türkiye'nin bu ateşkes anlaşmalarından hiçbirini çiğnememiş olmasına karşılık Rusya, rejim ve İranlı milisler ise hiçbirine uyma gereği görmediler. 

Rusya’nın ateşkes anlaşmasına uymaması ve İdlib’e yönelik bombardımanı sürdürme gerekçesi açık ve net. İdlib’deki 4 milyon kişiyi Anadolu’ya doğru sürüp, yeni bir mülteci yükünü taşıması mümkün olmayan Türkiye’yi Esad ile masaya oturmaya zorluyor. 

İranlı milisler ile Esad ordusu ise Suriye’nin Ehl-i Sünnet demografisini değiştirmek üzere katliamı zaten bir metod olarak benimsemiş vaziyette olduğu için saldırılarını sürdürüyor.

Herkes kendi çıkarı ve menfaati istikametinde yapılan anlaşmaları kevgire çevirirken, İdlib içlerine kurulan askerî kontrol noktaları kuşatılmış, defalarca kez roketlerle hedef alınan Türkiye ne yapıyor? 

Bizim bu satıları kaleme aldığımız Salı günü, Esad rejimine bağlı İran destekli milisler tarafından üç Türk kontrol noktası aşılmış ve İdlib’in en büyük ilçesi Maret El Numan ele geçirilmişti.

Çok afedersiniz ama bölgedeki Türk gözlem noktaları, gelip geçen Esad, İran ve Ruslara bağlı askerleri saymak için mi, yoksa onlara çay kahve ikram etmek için mi kuruldu? 

Türkiye’nin her dediğini yapan, nereye gir dese giren, dur denilince duran Suriye Millî Ordusu, hâl böyle iken yola niçin Türkiye ile beraber devam etsin ki?

Tüm bu hadiseler karşısında, Esad rejimi askerleri ile Şiî milisleri ağır bir bombardıman altına alıp, Rusya’ya kararlılığını deklare etmesi gerektiği yerde, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çıkıp da “olası bir göç hareketine karşı önlemimizi aldık” şeklinde yaptığı açıklamayı nereye koyalım?

Bir diğer açıklamanın sahibi ise Millî Savunma Bakanlığı… Yapılan yazılı açıklamada, rejimin, 12 Ocak 2020 tarihli ateşkes ilanına rağmen İdlib’de havadan ve karadan saldırılarla masum sivilleri katletmeye, yüz binlerce insanın kış şartlarında evlerini zorla terk ve göç etmesine ve büyük bir insanlık trajedisine neden olmaya devam ettiği kaydedildi.

Gerçekten de anlamakta güçlük çekiyoruz, Türkiye İdlib’de garantör değil de seyircilik anlaşmasına mı imza attı? Millî Savunma Bakanlığı'nın işi trajediye dikkat çekmek mi, yoksa son vermek mi?

Kendisini Türkiye’ye emanet eden İdlib’liler, yarın niçin Türkiye’ye güvensinler? Bununla beraber Türkiye’nin İdlib’de yaşananları seyirci gibi tribünden izlediğini gören diğer milletler, yüzlerini Türkiye’ye niçin dönsünler?

Libya
Türkiye’nin müdahil olduğu iç savaşlardan biri de Libya’da yaşanıyor. Yahudi devleti, BAE, Suudî Arabistan ve Mısır tarafından desteklenen General Hafter ile Türkiye tarafından desteklenen Libya Devlet Başkanlığı Konseyi Başkanı ve Başbakanı Serrac’a bağlı kuvvetler arasında yaşanan iç savaş. Tabiî tarafları destekleyenler yukarıda adını saydıklarımızla sınırlı değil. Amerika, Rusya, İtalya, Fransa ve Almanya da Libya’daki savaşa doğrudan ve dolaylı olarak müdahil bulunuyor. 

TBMM’den Libya’ya asker göndermeye yönelik olarak hazırlanan tezkerenin geçmesinin ardından Rusya ve Almanya’da iki farklı Libya toplantısı gerçekleştirildi. Rusya, General Hafter’i ateşkese ikna edeceğini iddia etmişse de bu iddiasının arkasında durmadı/duramadı ve Hafter imza safhasına gelen anlaşmadan çekilerek ülkesine geri döndü. Bunun akabinde Almanya, Libya ile alâkalı olarak bir konferans düzenledi ve bu toplantıda yaptırımı olmayan kararlara imza atıldı.

Gelinen noktada Türkiye Libya’ya asker çıkartma planını askıya almışken, Hafter ise küstahça saldırılarını arttırarak sürdürüyor.

Asıl Tehlike İmajın Bozulması
Bir asrı aşkın süredir emperyalistler tarafından sömürülen milletler nezdinde Türkiye’nin Osmanlı’dan bakiye bir imajı var. Ortadoğu ve Mağrib’deki rejimlerin birçoğu aksini iddia etse de, milletler gönüllerinde bu imajı diri tutmasını bilmiş... Türkiye’nin izlediği dış politika da zaten bu imaja dayanıyor. Buraya kadar bir sıkıntı yok. Türkiye’nin izlediği dış politikanın maddî olmaktan ziyade manevî dayanaklar üzerine bina edilmiş olması ise muhtelif riskleri peşinden getiriyor. Türkiye, bölgedeki rakiblerinin aksine vermiş olduğu her sözü tutmak ve bölge insanını maddî manevî hiçbir zarara uğratmamakla mükellef. Çünkü az evvel de dediğimiz üzere karşılıklı ilişkileri çıkardan ziyade gönül ilişkisine dayanıyor. Gönül ilişkisine dayanan münasebetler her ne kadar çıkar ilişkisinden güçlü olsa da, onun nazik tarafı kırılganlığının yüksek olmasından geçiyor. 

Mesela Suriye’de, Suriye Millî Ordusu’nu karşısına almak bahasına Rusya, Amerika ve Esad’la iş tutmaması gerekiyor.

Libya’da, iktidar çevresindeki iş adamları cebine bir avuç dolar indirsin diye Serrac’a kullanamadığı silahları satmaması, yüzen elektrik santrali getiriyorum ayağına birilerinin cebine 200-300 milyon dolar indirmemesi gerekiyor.
Türkiye’nin bugünlerde yaşanan hadiselere karşı izlediği siyaseti yarına yatırım görmesi ve bundan sonrasındaki dış politikasının bu tohumlardan yeşereceğini idrak etmesi gerekiyor. 

Türkiye’nin Bölgedeki Stratejisi Ne?
Suudî Arabistan, BAE ve Mısır’ın Yahudi ile bir olup Türkiye’ye karşı bir cebhede buluştukları malum. Bilhassa Mısır’daki askerî darbe sürecinden sonra Erdoğan iktidarının İhvan’dan yana tavır alıp, Sisi’ye karşı durmasıyla başlayan süreç, Arab rejimlerinin Müslüman Kardeşler’e düşmanlığı neticesinde bu noktaya vardı. Buraya kadar bize kalırsa yine sorun yok; fakat sıkıntı şurada ki, Türkiye’nin karşısında meydana gelen bu birliği dağıtmaya yönelik bir stratejisi yok.

Türkiye, Sisi’ye karşı, onunla aynı masaya oturmuyor, aynı fotoğraf karesine bile girmiyor. Peki, bundan öte, Mısır’da bir iktidar değişikliğine gidecek şekilde muhaliflere yönelik yaptığı bir yatırım var mı? Yok!

BAE, Türkiye’ye karşı 15 Temmuz askerî darbe girişimini ve PKK-PYD’yi ve hatta son zamanlarda Libya’da General Hafter’i finanse ediyor mu, ediyor. Peki, Türkiye buna karşılık küsmekten başka ne yapıyor? Meselâ BM tarafından tanınan meşru rejime ve Libya vatandaşlarına karşı silah kullanan Hafter’i milletlerarası platformda terörist ilân edip, ardından BAE’yi terör destekçisi ülke statüsüne doğru itmek için bir girişimi var mı, yok!

Bu ay başında Amerika’nın İran Devrim Muhafızları’nın Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymanî’ye yönelik gerçekleştirdiği suikastı hatırlayalım. Türkiye Libya’da Hafter ve Suriye’de Ferhat Abdi Şahin gibi isimleri terörist ilân edip, ardından da Amerika’nın açmış olduğu yoldan ilerleyerek bunların icabına bakıp, kararlılığını göstermeye niçin yanaşmıyor?

Türkiye’nin artık taşıyamayacağı hadlere ulaşan mülteci yüküne bir de şimdi İdlib’den gelen 3-4 milyonluk göç dalgasına karşı hâlen Avrupa kapılarını açmaya yanaşmaması ve söyleye söyleye bunun lâfının yalama yapılması da ayrı bir mesele. 
***
Türkiye’nin Suriye’nin Kuzeyindeki oluşumları Anadolu’ya entegre etmek üzere kurgulanmış bir siyaseti hâlen yok. Libya’da ne yapılması gerektiğini biliyor ama yapmamak için bin dereden su getiriyor. İdlib’de anlaşmayı bozan Esad rejimi unsurları ile İranlı milisleri dümdüz etmesi gerektiği yerde, oradan gelen mültecilere “briket”ten barınak inşa ediyor…
***
Yapılan işleri birbirine bağlayıp, verimli kılacak müdir bir fikir olmayınca ne hazin hâllere düşülebileceğini resmediyor Türkiye. Hem de büyük bir ressam titizliğiyle. 


Baran Dergisi 681. Sayı