Modern Çağ (19-20. Yüzyıl), Rönesans-Yeniden Doğuş Hareketi, (13-15. Yüzyıl), dolayısıyla da Aydınlanma Hareketinin (17-18. Yüzyıl) bir ürünüdür. Batı Avrupa’dan neşet eden Modern Çağın üç sacayağından biri de Fransa’dır. Diğerleri ise İngiltere ve Almanya... Bugünkü modern dünyanın merkezî ülkelerinden biri olan Fransa’nın Aydınlanma Hareketinin güdücüsü olarak belirmesi bir yana, Sokrates ve Eflâtun’un mirasının Descartes üzerinden yeniden anlam kazanması, yine Fransa üzerinden olmuştur. Evet; Sokrates’in insanı merkeze alan ve aklı felsefenin en önemli mevzuu haline getirmesinden yüzyıllar sonra Descartes’ın benzer bir mantık ve kavrayışla mevzua müdahil olması, diğer ülkelere nisbetle Fransa’yı daha bir dikkate değer kılmıştır.  Bütün bunlar bir yana, eski Yunan’ın üç büyük kafa adamı olan Sokrates, Eflâtun ve Aristoteles’un yoğurduğu aklı yine “akılla iptal eden” olarak beliren Bergson’un da Fransız kökenli olması, Fransa’ya “Fransız kalınmaması” gerektiğini ihtar eder.

Büyük Doğu ve İBDA ruh ve fikir sitemi, kendisini, “İslâm tasavvufu karşısında Batı tefekkürünü hesaba çeken” olarak takdim eder. Bunun, “kalb hakikatinde bitişik ruh ve nefs kutuplarından birinden birinin gerçekleştirilmesi” mânâsı çerçevesinde, ruhun, “nefsi terbiye ve tezkiye etmek” için hesaba çeken olarak belirdiğini görmek gerekiyor. Bu çerçeveden bakıldığında, dünden bugüne “Beşer zekâsının sekreteri” olarak takdim edilen Fransa’nın tüm temsil haklarının aslında bundan böyle “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”da olduğunu da görmek gerekiyor. Bundan dolayıdır ki, “Beşer zekâsının sekreteri İBDA” mottosu, tabiri caizse, topyekûn dünyaya dayatılmaktadır. Bunun bir “zorunluluk” olduğunu da görmek gerekiyor. “Beşer zekâsının sekreteri İBDA”, meâlen, mademki “hürriyet” kavramını bayraklaştırdınız, öyleyse size bulunmaz bir fırsat sunuyorum, diyor: “Hürriyet, zorunluluğun şuuruna varıştır”; “Mutlak Fikrin Gerekliliği”ne yol veren “Bütün Fikrin Gerekliliği”, “zorunluluğun şuuruna varış”ta olmazsa olmazdır, diyor.

Doğru söylemek gerekirse, Büyük Doğu ve İBDA Mimarları’nda tecelli eden hakikatin mahiyetini derinliğine ve genişliğine doğru idrak etmek için Fransa bizim için bulunmaz bir hint kumaşı mesabesinde, fevkalade güzel bir örnek olmuştur. Bu yazının muhtevası ne demek istediğimizi yeteri kadar açık etmektedir. Mevzuyu Fransa üzerinden biraz daha renklendirelim.

Süleyman Şah’ın nesebinin devam ettiricisi olarak, tarih sahnesinde bileğinin gücüyle kendisine Söğüt’te alan açan Osmanlı Devleti’nin en heybetli döneminde tahta geçip “Hanedanlık Mührü”ne (“Mühr-ü Süleyman”) kavuştuktan kısa bir zaman sonra, birçok kıtada at koşturmaya başlayan Kanuni Sultan Süleyman, -nam-ı diğer “Muhteşem Süleyman”-, bir yandan atını Viyana kapılarında kişnettirirken, diğer bir yandan da at üstünde beliren heybetinin güneşten gölgesini en sükseli bir şekilde bir küfür beldesi olan Fransa’nın üzerine düşürmüştür. Meselâ İslâm Şeriatına karşı aykırı bulduğu bir uygulamayı, meselâ kadın-erkek beraber ayakta dans uygulamasını tek bir fermanla Fransa’nın şahsında bütün bir Batı Avrupa’da yasak ettirmiştir. Çok daha sonraları benzer bir uygulama, 2. Abdülhamid Han Hazretleri vesilesiyle gerçekleştirilmiştir. Cennet Mekân 2. Abdülhamid Han Hazretleri, Allah Resûlü’ne hakaret içeren ve Fransa-Paris üzerinden sahneye konulmak istenen bir tiyatro oyununu savaş sebebi sayarım diyerekten sahneden kaldırtmıştır.(1)

Bilindiği üzere bu yazı dizisinin ana damarı, Sokrates ve Eflâtun üzerinden “horoz borcu” mecazı veya metaforu üzerine kuruludur. Kanuni Sultan Süleyman dönemi her ne kadar “Muhteşem Yüzyıl” olarak takdim edilmiş ise de, aslında Osmanlı Devleti’nin çöküş döneminin başlangıcına da işaret eder. Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl, “Gençliğe Hitabesi”nde, milli tarihimizi “yedi asırlık bir tarih” serüveni çerçevesinde çeşitli devrelere ayırırken, orada, “İlk iki buçuk asrını aşk, vecd, fetih ve hakimiyetle süsleyici” diyerek mühürlediği devreyi “birinci devre” olarak kabul eder ki, bu devre, Birinci Osman’dan başlayıp Kanuni’de son bulan devredir. Kanuni’den sonraki üç asırlık devre ise Tanzimat Fermanı ile birlikte sona erer. Üstad Necip Fazıl bu devreyi, “kaba softa ve ham yobaz elinde kenetleyici” bir devre olarak mühürler. “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”nın tarih muhasebesi bu mevzuda benzersiz bir muhtevaya sahibtir. Demek istemem o ki, tarih muhasebemiz çerçevesinde bile “horoz borcu” mevzuu, yine “Ebu Süleyman: Horoz” mecaz veya metaforu ile ilişkili gözükmektedir. Sûret ve mânâ ilişkisi çerçevesinde düşünüldüğünde, “Hükümdarlık” misyonunun bihakkın yerine getirilemeyişi, “sûret mânânın aynıdır” noktasında yine aynı mecaz üzerinden zuhur etmiş gözükmektedir. Üstad Necip Fazıl’ın Süleyman Demirel’e olan teveccühünde dahi bunun hissesi vardır kanaatimce.

Gerek Kanuni Sultan Süleyman ve gerekse Cennet Mekân 2. Abdülhamid Han Hazretleri’nin Rahmanî ve de asîl tavırları en çok da Şeytanî bir çerçevede temayüz eden Deccaliyyet taifesinin muhtelif ülkelerdeki satanist, paganist ve de putperestlerini rahatsız etmiştir. Osmanlı Devleti’nin tasfiyesinden hemen sonra, “pis, necis, en pis” mânâsına Ahbes-i Lâin üzerinden Fransa kökenli laikliğin Anadolu insanına dayatılmasını bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Bunun bir tür intikam hamlesi olduğunun bilinmesinde çok büyük fayda vardır. Laiklik ilkesi üzerinden omurgamıza öyle bir çivi çaktılar ki, tam yüz yıldır onu çakılı olduğu yerden çıkartamıyoruz. 

Not: Eski Genel Kurmay Başkanı ve yeni Savunma Bakanı Hulusi Akar Bey’in bir tespiti hâlinde, “Osmanlı Devleti yıkılmış bir devlet değil, durdurulmuş bir medeniyettir” sözü çok anlamlıdır. Aslında Osmanlı Devleti, 600 yıllık Hanedanlığın şahsında “İstikbâl İslâmındır” mânâsı uğruna feda edilmiş bir devlettir. Bu feda ediş, Cennet Mekân 2. Abdülhamîd Han Hazretleri’nin fark edişiyle birlikte anlam kazanmıştır. Nitekim Osmanlı Devlet’i sonrası olabileceklerin tüm alt yapısı, Abdülhamîd Han tarafından gerçekleştirilmiştir. Her ne yapıldıysa bugün üzerinde yaşadığımız bu topraklarda, 100 yıl sonrası hesab edilerek yapılmıştır. Abdülhamîd Han, mukadderat çerçevesinde olabileceklere vakıf bir Velî mizacıyla, Osmanlı Devleti’nin akıbetini görmüş olmalı ki, Osmanlı Devleti sonrası olabileceklerin nüvesi olan “Cem-i ezdad” mânâsının zuhuruna da bir bakıma zemin hazırlamıştır. Üstad Necip Fazıl’ın, “2. Abdülhamîd’i anlamak herşeyi anlamak olacaktır!” sözü üzerinde çok, ama çok düşünmek gerekiyor. 

Osmanlı Devleti’nin Batı dünyası ile olan münasebeti daha ziyade Fransa üzerinden olmuştur. Meselâ Tanzimat Fermanı (1839) ile birlikte başlayan kültürel alışverişte Fransa, ilk sıradadır. Osmanlı Devleti sonrası kurulan teneke keyfiyetini haiz mukavvadan devlette ise askerî, siyasî ve içtimaî pek çok uygulamanın alt yapısı yine Fransa üzerinden gerçekleştirilmiştir. Meselâ modern sporların kökenine tekabül eden bir noktada, meselâ askerî eğitimde, özellikle de beden terbiyesi ve sporda Jan-Amaros jimnastiği bu mevzuda önemli bir karinedir. Spor tarihi literatüründe Jan-Amaros jimnastiği olarak da bilinen “karma jimnastik”, Fransız kökenlidir. Almanya’da Turnen Jimnastiğinin kurucusu olarak bilinen Friedrich Ludwig Jahn’ın (1778-1827) askerî muhtevaya sahib “aletli jimnastik” öğretisi ile, İsveçli Pehr Henrik Ling (1776-1839)’in örgüleştirdiği tıbbî muhtevaya sahib “serbest jimnastik” öğretisinden hareketle yarı askerî, yarı sağlık içeren bir muhtevaya sahib, veyahut da ne tam askerî ve ne de tam tıbbı bir muhtevaya sahib olan Jahn-Amaros jimnastiği, beden terbiyesi ve spor literatüründe Fransız ekolüne işaret eder. Osmanlı’nın son dönemlerinde açılan ecnebi mekteblerinde, meselâ Galatasaray Lisesinde ve pek çok askerî lisede Jan-Amaros jimnastiği tatbik edilmiştir. Cumhuriyetin kuruluşundan hemen sonra devletin tüm spor işlerinin kendisine havale edildiği Selim Sırrı Tercan da Fransız ekolünden beslenmiştir. Diğer taraftan, Üstad Necip Fazıl, Cumhuriyetin kuruluşundan hemen sonra Avrupa’ya tahsile, Fransa’ya gönderilmiştir. Bu vesileyle Üstad Necip Fazıl, Fransa üzerinden tüm Batı medeniyetini muhasebe etme imkânı bulmuştur. Başta askerî ve politik stratejileri birçok askeri okulda ders olarak okutulan Napolyon Bonapart (1769-1821) olmak üzere, dünyadaki pek çok siyasî ve kültürel değişimin fitilini ateşleyen 1789 Fransız İhtilalini kritik eden değerlendirmeleri bir yana, Modern Felsefe dünyasının en önemli simalarından biri olan Bergson’a (1859-1941) ve daha pek çok Fransız şair, yazar ve filozofa sarkan tenkidleri ziyadesiyle ufuk açıcı olmuştur. Napolyon’un askerî ve politik kişiliğine, Bergson’un “aklı akılla iptal eden” felsefî duruşuna ve Charles Baudelaire (1821-1867)’in arayıcı ve tarayıcı şairlik kumaşına yönelik değerlendirmeleri hepimizin malumudur! 
 
Dipnotlar
1-Fransa’da II. Cumhuriyet devrinde Sadi Carnot’nun Cumhurbaşkanlığı sırasında, Fransa’nın tanınmış yazarlarından ve Fransız Akademisi üyelerinden, Marki de Bornier “Muhammed” ismiyle manzum bir dram yazmış, bunu Comedi Française’e kabul ettirmiş (1888), programına aldırtmış ve sahne provalarına başlattırmıştır (1890)… Piyes, Hazreti Muhammed’i sahnede belirttiği gibi Resulü Ekrem’in şahsiyetini ve islâm dinini aşağılatan bölümleri içermektedir. Sultan Abdülhamid'in müdahalesi piyesi sadece Komedi Fransez’de yasaklatmakla kalmamış, Fransa’daki bütün tiyatrolarda da sahnelenmesini menettirmiştir… İslâmiyete karşı beslediği düşmanlık hislerini ve dini taassubunu, edebî bir kılığa bürüyerek açığa vurmak isteyen yazar, Marki de Bornier, emeline nail olamayınca, piyesini İngiltere’de oynatmak yolunu aramış, devrin (1890) tanınmış İngiliz aktörlerinden İrving’le anlaşmış ve oyun Londra'nın "Lyceum" tiyatrosunda sahnelenmek hazırlığına girişilmiştir. İngiltere'de Kraliçe Victoria devridir ve Lord Salisbury Hariciye Nazırıdır. Sultan Abdülhamid buraya da müdahale etmiş ve piyesin bütün İngiltere tiyatrolarında da oynatılmasını yasaklatırmıştır. Üç yıl sonra, Lord Salisbury yerine hariciye nezaretinde Lord Rosebery’nin gelmesini fırsat sayan piyesin yazarı de Bornier, başka bir Londra tiyatrosuyla anlaşarak eserini sahneletme yolunu aramış, fakat yine Osmanlı Sefaretinin müdahalesiyle karşılaşmış, emeline erememiştir… Yıl 1900. Paris’de bir tiyatroda “Muhammed'in Cenneti” isimli bir piyes oynanmak istenmiş, Paris Sefaretimizin müdahalesiyle piyesin ismi değiştirilmiş, İslâmiyete karşı, telmih sayılabilecek hususlar da eserden çıkarılmıştır… 1893’te Roma'da “2. Mehmed” isimli piyesin oynanacağı haber alınmış, İtalyan Hariciyesine yapılan müracaatla eserde, gerek Fatih Sultan Mehmed'in şahsı, gerekse İslâmiyeti küçültücü bir durum varsa, piyesin yasaklanacağı teminatı alınmıştır…

Baran Dergisi 624. Sayı