“Akıl, insanda birleşen ruh ve maddeden ibaret dünyanın anahtarı…”(1) Bu sözün sahibi Üstad Necip Fazıl der ki (meâlen) “Spinoza’dan sonra 17. asırda en enteresan kafa, Tahlilî Hendesenin de (Analitik Geometri) kurucusu olan Rene Descartes’tır.” Yine Üstad Necip Fazıl’ın dediğine göre, Skolastiği yıkan ve akla yepyeni bir istikamet veren, daha doğrusu kiliseye bağlı yeni bir akıl metodu getiren Descartes, ilmî çalışmalarında materyalist, metafizikte ise idealisttir.(2) 
Descartes, enkizisyon kültür ocağı olarak da bilinen Skolastik düşünce okulunda (La Fleche Koleji) yoğrulmuş bir düşünür olmasına rağmen, gelişen süreçte bu skolastik eğitime karşı tavır almıştır. Aristoteles ve Eflâtun felsefesinin Orta Çağ yorumlarına karşı farklı bir bakış açısı geliştiren Descartes, bundan dolayıdır ki kimi felsefe tarihçileri tarafından Augustinuscu olarak da takdim edilir. Augustinus (d.354- ö.430), Orta Çağ’ın en önemli filozofu ve kilise babalarından biridir. Descartes’ı çağdaşlarından farklı kılan en önemli düşünce, Augustinuscu felsefeyi mekanik bir doğa anlayışı ve mekanist bir yorumla birleştirmesidir. Aslında Descartes, felsefeyi özneleştiren, yani sübjektivizmi(3) felsefeye sokan kişi olarak da bilinir. Gerçi buradaki sübjektivizm rölativizm(4), yani görelilik değildir, daha doğrusu eski Yunan sofistlerinin(5) anladığı türden bir rölativizm(6) söz konusu değildir.(7) 

Batı düşünce tarihinin son yüzyıllardaki en önemli düşünürlerinden biri olan Descartes, çok büyük bir matematikçi, bilim adamı ve filozoftur. Descartes, 1628’den itibaren, 15 yıl süren geziler, savaşlar ve serüvenlerden sonra yerleştiği Hollanda’da, batı düşüncesini altüst eden çok büyük bir felsefî sistem örgüleştirmiştir.Örgüleştirdiği bu sistem onu modern felsefenin babası, diğer bir ifadeyle de “baba horozu” konumuna getirmiştir.

Descartes denilince ilk akla gelen kavramlardan biri hiç şüphesiz ki epistemolojik bir kavram olarak anlam kazanan “metodik şübhe”dir. Doğru bilgiye ulaşmada bir araç olarak kullanılan “metodik şübhe”, Descartes’ın en önemli buluşlarından biri, hatta başlıcasıdır denilebilir. Başlangıçta bütün bilgi, görgü, kültür ve irfanını bir kenara bırakarak, ilkin Tanrıdan, daha sonra çevreden, en nihayet kendinden ve başka insanlardan şüphe ederek işe koyulan Descartes, duygu ve düşünce faaliyetini şübhe edemeyeceği bir noktaya doğru taşır ve en nihayet, “şüphe etmek düşünmektir” ve “düşünmek var olmaktır” önermeleri üzerinden, “Cogito, ergo sum”, yani “Düşünüyorum, o halde varım” sonucuna ulaşır.Descartes’ın “metodik şübhe” üzerinden aradığı “kesinliktir.” Birazdan üzerinde duracağız.

Evet; Descartes, “metodik şübhe” üzerinden yalnız tek bir şeyden emin olabildi: Düşüncenin varlığı! Elde ettiği tek argüman üzerinden bütün bir varlığın izahına tevessül eden Descartes,“Metot Üzerine Konuşma”da indirgemeci bir yol takib ederek, yani karmaşıktan basite indirgeyerek, gerçeği kuşatmaya yarayacak kurallar üzerinde durdu. Aslında Descartes, temel bir hakikat olan, daha doğrusu İslâmî bir hakikat olan, meselâ, “İnsanlara akıl seviyelerine, istidat ve durumlarına göre hitap ediniz” temel ölçüsünü referans almıştır, denilebilir. Allah Resûlü, bir hadîs-i şeriflerinde buyuruyorlar (meâlen): “İnsanlara akılları nisbetinde konuşun.”(Ebû Davud, Edeb, 20; Münâvî, Feyzü'l-Kadir, 3/75)(8) 
Descartes’ın dikkate aldığı diğer bir hakikatin yine İslâmî bir muhteva taşıdığı kanaatindeyim. Söz konusu hakikat, İBDA fikriyatının temel argümanlarından biri olan, “Hakikati bir kişi bulur, milyonlarca insana tasdik ettirir” tesbitidir. Descartes, “Metod Üzerine Konuşma”sında (İkinci Bölüm) buna dair uzun uzun izahatlarda bulunur. Söz konusu eserdeki şu misaller, bu iddiaya dayanak teşkil etmek üzere kullanılmışlardır: “Muhtelif zamanlarda ustaların elinden çıkan, birçok parçalardan mürekkeb eserlerde, yalnız bir ustanın tek başına meydana getirdiği eserlerde olduğu kadar mükemmellik yoktur.” “Bir mimarın kendi başına başlayıp bitirdiği binaların, birçok mimarların başka maksatlarla yapılan eski duvarlar üzerine bazı tadilâtla kurmağa çalıştıkları binalardan daha güzel ve daha düzgün oldukları görülür.” “Başlangıçta alelâde bir köy iken zamanla büyük şehir olan eski siteler, bir istihkâm mühendisinin bir ova üzerinde hayâlinden geçirdiği biçimde plânını çizdiği düzgün müstahkem şehirlerin yanında o kadar ölçüsüz kalıyor ki, insanın bunları aklı başında kimselerden ziyade tesadüfün tanzim ettiğine inanacağı geliyor.” “Eskiden yarı vahşi iken yavaş yavaş medenîleşerek kanunlarını suçlarla kavgaların doğurduğu huzursuzluğun zoruyla yapan milletler, bir topluluk hâlinde yaşamaya başladıkları ândan itibaren hakîm bir kanun vâzının koyduğu kanunlara göre hareket eden milletler kadar iyi bir siyasî ve adlî bir teşkilata malik değildirler. Eğer eski Yunan’da Isparta çok terakki etmişse, herhalde bu kanunlarının teker teker iyi olmasından değildi; zira bu kanunların çoğunun pek acaib ve ahlâka aykırı olduğu malûmdur. Fakat sadece tek adam tarafından konulan bu kanunlar, aynı gayeye yönelmiş bir tutarlılık gösteriyordu.”Şöyle devam ederek iddiasını kuvvetlendirmektedir: “Böylece, muhtelif şahısların kanaatleriyle azar azar birikip artan kitaplardaki ilimler, sağduyu sahibi bir kimsenin önüne çıkan şeyler hakkında tabiî bir şekilde yaptığı muhakemeler kadar hakikate yakın değildir. Ve biz, yaşlı başlı adam olmadan önce çocuktuk ve uzun zaman ya arzu veya nefretimizle, yahut da mürebbilerimizle idare edildik. Hâlbuki bunlar çok zaman birbirine uymadığı gibi, belki de hiçbiri bize en hayırlı hareket tarzını tavsiye etmiyordu. Binaenaleyh, hükümlerimizin, çocukluğumuzdan beri malik olduğumuz bütün aklımızı rehber edinmek suretiyle vermiş olacağımız hükümler kadar yanlışsız ve sağlam olması imkânsızdır.”(9)

Son olarak şu söyledikleri, ne demek istediğimizi daha net bir şekilde ortaya koymaktadır:

“Kesin ve şübhe götürmez bir bilgiden ziyâde, örnek, görenek ve alışkanlıklarımıza inanıyoruz. Halbuki reylerin çokluğu, bulunması biraz güç hakikatler için değerli bir delil değildir; ve bütün bir milletten ziyâde tek bir adamın onları keşfetmesi çok daha muhtemeldir. Böylece fikir ve kanaatleri diğerlerinin düşünce ve telâkkilerine tercih edilebilecek tek bir kimseyi görmüyordum; ve dolayısıyla, kendime ancak kendim yol göstermek mecburiyetindeydim.”(10) 

Evet; Descartes, “metodik şübhe” üzerinden aklın hakkını teslim etmek isterken izlediği yol, gayet insanîdir, fakat İslâmî değildir; çünkü “herşeyi tutan bir şey” mânâsına, İslâm’a inanmış değildir. İslâmî hakikatlerden yola çıkıp da İslâma ulaşamamak, büyük bir nasipsizlik!Batı Tefekkürünü İslâm Tasavvufu karşısında hesaba çeken Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemi, bu tür bir nasipsizliğin ortadan kaldırılması için büyük bir fırsat sunmaktadır. BD-İBDA, sadece Müslümanlara değil, başta ve özellikle de modern dünya insanına “İstikbâl İslamındır” müjdeli haberini vermek için kaleme alınmıştır. Kıymetini bilelim! 

İBDA Mimarı, “Büyük Muzdaribler” isimli eserinde, meâlen, Rönesans döneminden başlayarak, Descartes da dâhil, Batı’da tek bir filozof gösterilemez ki ışığını İmam-ı Gazâlî’den almış olmasın der ve ekler: Onun “El-Munkizu Mineddalal” isimli eserinde nefs muhasebesi olarak geçen hususlar, Descartes’ın kendi yoluna düşüşü hakkında işlenmektedir.(11)

İBDA Mimarı’nın İmam-ı Gazâlî Hazretleri üzerinden Descartes hakkındaki hükmü, çok çarpıcıdır. İBDA Mimarı der ki, meâlen, “Yarı yollarda kalmamış her soylu kafa gibi Allah’a inanan, fakat O’na inanmanın hakikatine eremeyen her insan gibi çabası akîm kalmıştır. Hâlbuki yukarıdaki sözleri, işin başından beri “Hakikat-i Ferdiyye” davasının ne kadar da yakınında durduğunu gösteriyor. Tahkikî imanla uçurumun kenarından nasıl döndüğünü ondan yüzyıllar önce anlatan Gazâlî’ye nisbetle, bu yakınlığı nihaî varışa döndüremeyen hazin netice.”(12)

Bu tür bilgilere yer vermemizin temel sebebi, ele aldığımız “horoz borcu” mevzuunu sağlam bir zemine oturtma gayesi taşımaktadır. Mitolojik hurafelerden beşerî aklı selamete çıkaran ve insan aklına Vahdaniyetçi bir istikamet kazandıran Sokrates’ten ve beşerî akıl çerçevesinde aklın İdeal Devletini kurma gayesine odaklanan Eflâtun’dan çok daha sonraları Descartes, aynı aklı Enkizisyon kültür ocağı olarak da bilinen Katolik Kilisesinin Ortaçağ Karanlığından kurtarmış ve Enkizisyon Mahkemelerince karanlık mahzenlerde hapsedilen beşerî aklı özgürlüğüne kavuşturmuştur. O gün bugündür beşerî akıl, neye tâbi olması gerektiğini arayıp durmaktadır. Bütün felsefî sistem veya ekoller, beşerî aklın tâbi olması gerektiği duygu ve düşünce sisteminin bizzat kendileri olduğu iddiası ile gelmişlerdir. Hâlbuki tüm felsefî sistemler, beşer aklının birer ürünüdürler. Hal böyle olunca, aklın kendi kendisine tâbi olması gerektiği iddiasını da beraberinde getirdiğinden, ölümlü aklın ölümcül hastalığına yakalanmaktan kurtulamamışlardır. Birbirinin ölüsü üzerine kendisine hayat hakkı arayan leş kargaları misali, bir sonraki karganın leşi olmaya aday felsefî sistemler, insan aklını leş haline getirmenin de eşiğine gelmiş bulunmaktadır. Çürümeyen robot insan üzerinden yapay zekâ araştırmalarını da bu çerçevede değerlendiriniz. Nasıl ki ruhsuz beden sadece bir leştir, aynı şekilde, din ve hayâdan azade bir akıl da sadece bir leşten ibarettir. Dünden bugüne kendisini yiyerek büyüdüğünü sanan akıl, ortada yenecek bir şey kalmadığını görünce, hâliyle ne yapacağını da bilemeyip, en nadide addettiği demokrasi çadırını ayakta tutan laiklik direğini de yemeğe başladı! Kimi Evanjelizm üzerinden Yahudi’nin konsomatrisi oldu, kimi Tao’nun hiçliğine gark oldu, kimisi de ziyafet sofrasından kalkıp solucan atıştırmaya başladı! Çağın bütün putlarını bir tekmeyle devirecek ve leş kargalarının korkulu rüyası halinde zuhur edecek dev bir canavarın (Vav veya Van Canavarı!) sahne alması an meselesi! Leviathan özlemi duyanlara duyurulur! Başyücelik Devleti çok yakında sînelerde makes bulacaktır!
 
  Dipnotlar
  1-Necip Fazıl Kısakürek, Batı Tefekkürü ve İslâm tasavvufu, bd yayınları, 26. Basım, İstanbul, 2018, sh. 49.
  2-Necip Fazıl Kısakürek, a.g.e., sh. 49.
  3-Bütün bilgilerin özneye ilişkin ve değer yargılarının bireysel, öznel olduğunu ileri süren öğreti. 
  4-Rölativizm nesnelerin, fenomenlerin ve süreçlerin birbirleri arasındaki tüm bağıntıların ve ilişkilerin öğrenilebileceğini, ancak nesnelerin, süreçlerin vb. kendilerinin bilinemeyeceğini ileri sürer. Bu yüzden rölativizm için, bilgi edinen özneden bağımsız, mutlak bir hakikat (doğruluk) yoktur. Her bilgi, görecelidir ve her durumda bilgi edinen özneye bağlı olduğu için, son tahlilde, özneldir. Rölativizmin temelinde genellikle öznel-idealist tavır yatar ve varacağı yer kaçınılmaz olarak agnostisizm’dir; ayrıca nesnel hakikatin yadsınmasına din ile dünya görüşü düzeyinde uzlaşılmasına yol açar.( https://www.nedir.com/r%C3%B6lativizm)
  5-Sofistler, M.Ö. 5. yüzyılda para karşılığında felsefe öğreten gezgin filozoflardır. Sofistler, göreceli ve kuşkucu düşüncenin temellerini atan ve bu görüşleri geliştiren düşünürler olarak da tarihe yazılmışlardır.
 6-Protagoras’ın “her şeyin ölçüsü insandır” düşüncesinden açılım kazanan rölativizm epistemolojik anlamda göreli bilgiden dem vuran bir bakış açısı. 
  7-Süleyman Hayri Bolay, Felsefî Doktrinler Sözlüğü, Akçağ, 5. Basım, Ankara, 1990, sh.131.
  8-https://sorularlaislamiyet.com/insanlara-akil-seviyelerine-istidat-ve-durumlarina-gore-hitap-edin-hadisinden-hareketle-muhatabin-0
9-Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Muztaribler “Düşünce Tarihine Bakış”, İBDA Yayınları, 2. Cilt, İstanbul, 2003, sh. 234-235.
  10-Salih Mirzabeyoğlu, a.g.e, sh. 236.
  11-Salih Mirzabeyoğlu, a.g.e, sh. 236.
12-Salih Mirzabeyoğlu, a.g.e, sh. 237.

Baran Dergisi 627. Sayı