Dünya çapındaki işbirliği ve çatışma dengesinin altüst olduğu bir döneme girmiş bulunuyoruz. Senelerdir müttefik olan ülkelerin birbirinin gözünü oymaya hazırlandığı, buna karşılık yeni ittifakların da doğmadığı bir dönem bu… Küreselleşme süreci iflâs ettiği ve karşılıklı ekonomik bağımlılık üzerine bina edilen dünya düzeninin büyük gürültülerin eşliğinde yıkılması safhası olarak bu dönemi tanımlayabiliriz.

Bu gibi dönemlerde işbirliği manzarasının altından çatışma, çatışma manzarasının altından ise işbirliğinin çıkması kaçınılmazdır. Aslına bakacak olursanız, bu tip yıkım ve geçiş dönemlerinde cereyan eden hadiseleri analiz etmek, diğer dönemlere nisbetle güçtür. Farklı farklı planlarda cereyan eden hadiseler karşısında ülkelerin takındığı ikircikli tutum, yorumcunun tenakuzu gibi anlaşılmaya müsait bir ortam doğurur. Oysa ki aslında olan, memleketlerin bütün prensiplerini yitirmelerinden dolayı teferruatlara girildikçe nüansların birbirine karışmasından kaynaklanmaktadır. Hatta çoğu kere aynı hadisenin sathında muazzam bir işbirliği havası gözlemlenirken, biraz detaylara inildiğinde, iki ülkenin aslında birbirinin gözlerini oyduklarına bile şahitlik edilebilir.

Peki ne oldu da, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin yıkılması ve Amerika’nın başı çektiği tek kutuplu dünya düzeninin kurulmasının üzerinden daha 30 sene bile geçmemişken, dünya siyaseti, beklenin aksine krizlere boğulmuş girift bir manzara doğuruverdi? Bu suâli cevaplamak için, bugünlerde dünya siyaset sahnesinde büyüyen hacmine nisbetle hâlen özgül ağırlığı bulunmayan Çin tecrübesine bakmakta fayda var.

Çin Tecrübesi
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyanın geri kalanına dayatılmak istenen “demokrasi” ve “serbest piyasa ekonomisi”nden maksad, ABD ve Batı’nın merkezinde bulunduğu, karşılıklı iktisadî bağımlılıklara dayalı bir dünya düzeni inşa etmekti. Böylelikle asgarî maliyetle çatışmasızlık ortamı korunarak riskler en az seviyeye indirilebilecek ve eskiden olduğu gibi savaşlara dayalı sömürgeleştirme politikalarının yerini, serbest piyasa ekonomilerine yapılan yatırımlar alabilecekti. Batı’nın evvelâ kendi içinde denediği bu metod başarılı olunca, milletlerarası siyasetten doğan fırsatlar da değerlendirilerek, global bir ekonomik sistemin inşaına girişildi. İlk olarak Henry Kissinger’ın ortaya koyduğu plan dâhilinde, Çin, bu yeni dünya düzenine entegre edildi. 1972 senesinde Nixon’un Çin ziyareti, ardından her iki ülkenin karşılıklı olarak birbirini tanıması ve Deng Xiaoping’ın Washington ziyaretleriyle bu anlayış üzerine bina edilecek olan düzen iyiden iyiye şekillenmeye başladı. Deng, Çin ekonomisini bu yeni düzene uyumlu hâle getirmek adına özel mülkiyet, serbest girişim ile eksiksiz bir kapitalist ekonomiye dönüştürmede yardımcı olması için Batı’ya başvurdu. Yapılan değişiklikleri, Çin’i global ekonomik sistemin bir parçası kılmak adına Batı Avrupa ve Amerika’dan gelen yatırımlar takib etti. Bunun neticesi olarak da 1990’lara gelindiğinde Çin, Amerika Birleşik Devletleri’nin bir numaralı ticaret ortağı olarak belirdi.

Çin adına çok büyük hacimli bir büyümeden bahsedebiliriz; fakat unutulmaması gereken, yatırımcıların Amerika ve Avrupa menşeleri ve sistemin işleyişinin Amerikan dolarına endeksli olmasıydı.
Çin’in global ekonomik sisteme entegrasyonu, o dönem için Sovyet Rusya’dan tamamen tecrit edilmesi açısından siyasî mânâda da bir kazançtı. Ne var ki, ilerleyen süreçte, sadece üretici olmak suretiyle neredeyse Amerikan ekonomisiyle yarışır hâle gelen Çin ekonomisi, başlı başına bir problem olmaya başladı. Bilhassa 2008 global ekonomik krizi, üretici olan Çin ve Asya Kaplanları’nı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tabiriyle, teğet geçerken, yatırımcı ve tüketici pozisyonunda olan Batı ekonomilerini ise derinden sarstı. Bu krizin yaralarını sarmak, Amerika ve Batı Avrupa ekonomilerini altüst etmeye yetti. Bunun neticesinde siyasetçiler açısından global ekonomik sistem, artık bir düzen vesilesi olmaktan çıkarak adeta bir iç tehdide dönüştü.

Ve Kavga Başladı...
Düne kadar dünya düzenin üzerine inşa edilmeye çalışıldığı global ekonomik sistem, bu sürecin neticesinde, yani müntehasında dünya düzeni için kurucu değil bir tehdide döndü. Bu da tabiî olarak üretici vasfını yitirmemiş Batılı ülkelerin millî politikalarıyla, global ekonomik sistem arasında büyük bir çatışma doğurdu. Bir tarafta yeniden korumacı ekonomik politikalara dönerek ülkelerindeki ekonomik refahı korumak ve kalkındırmak isteyen siyasîler, diğer tarafta ise eskiden olduğu gibi global ekonomik sistemin nimetlerinden azamî derecede istifade eden global sermaye odakları arasında bir çatışma başladı. Düne kadar bu iki unsurun birbirini besleyici ve semirtici rolü de böylelikle sona ermiş oldu.

Kapitale Dayalı Kalkınmanın Sonu
Rönesans’la beraber “bütün değerlerin değer değişimi” yaşanmış ve o zamana kadar esas kıymet olarak kabul edilen toprak mülkiyetinin yerini kapital almıştı. Bugün içinde bulunduğumuz dönemde yaşanan çatışma, bu değerler sisteminin iflâsına da işaret ediyor olması bakımından mühimdir. Her ne kadar bu sayfalarda dolara dayalı düzenin korunması için yapılanlardan bahsediyorsak da, artık bu Amerikan devletinin meselesi olmaktan çıkmış, bu sistemden nemalanan büyük sermaye odaklarının meselesi hâline dönmüştür. Amerika açısından esas olan ise senelerce propagandası yapılan Amerikan Rüyası’nı ne bahasına olursa olsun yaşatmaktır ve dolara dayalı ekonomik sistem artık bu gayeye hizmet etmekten uzaktır.

Bir Bâtıl Hülya Peşinde Yahudi
Bu kadar paradan bahsedip de Yahudi’den bahsetmemek olmaz. Hani yazımızın başında demiştik ya, bu devirdeki ikili münasebetler satıhtan bakıldığında işbirliği gibi görünse de derinliğine ele alındığında birbirlerinin gözlerini oyuyorlar diye, işte Yahudi de aslında bu yeni düzende kendisini zirvede sandığı noktanın aksine, gözü oyulan konumunda bulunuyor. Amerikan Başkanı Donald Trump’ın Yahudi Devleti’nin başkenti olarak Kudüs’ü tanıması ilk bakışta rahatsız edici geliyorsa da, artık anlaşılan odur ki, Amerika, bugüne kadar vermiş olduğu taahhütleri bir ân evvel yerine getirip Yahudi kamburundan kurtulmak maksadıyla hareket etmektedir. Bilhassa bu son Kudüs adımı da, pimi çekilmiş bir bombanın Yahudi’nin kucağına bırakılmasından farksızdır. Bugüne kadar Amerika’ya bağlı nefes borusuyla yaşamını idame ettiren ve bütün varlığını dünya düzeninin global ekonomik sistem üzerine kurgulanmasına dayayan Yahudi’nin Ortadoğu’daki günleri de artık sayılıdır.

Kırılma Noktası
Dünya çapındaki bu büyük kırılmanın vesilesi, ilk duyduğunuzda belki size garip gelecek ama 15 Temmuz’dur. 2008 de yaşanan kriz de önemli bir aktör olsa da, 15 Temmuz artık bu sistemin sürdürülmesinin mümkün olmadığı gözler önüne sermiştir.

FETÖ’nün, sapkın bir din ile tüm ideolojilerden arınmış vaziyette tıpkı Çin gibi Büyük Ortadoğu Projesi’yle Türkiye’yi global ekonomik sistemin bir unsuru hâline getirememiş olması, global ekonomik sisteme dayalı dünya düzeninin artık sürdürülemez olduğunun kabul edilmesinin başlıca vesilesi olmuştur. Bu bakımdan dünya çapında yeni bir Rönesans hamlesinin de Anadolu’dan başladığını rahatlıkla ifâde edebiliriz. Tabiî bu başlangıcın ne tarafa doğru kıvrılarak yoluna devam edeceği, bundan sonrasında yalnız bizim değil dünyanın da istikbâli açısından tayin edici bir rol oynayacaktır.

Değerlerin Değer Değişimi
“Bütün değerlerin değer değişimi.”, her medeniyetin en temel hususiyetidir. Kendisinden önceki kültürlerin bütün şekillerini yeniden biçimlendiren, onlara başka mânâlar atfeden, onları başka bir mânâda anlayan, değişik yollardan tatbik eden bir medeniyetin başlangıcıdır bu aynı zamanda... Nietzsche bu duruma “bütün değerlerin değer değişimi” der. Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun Ölüm odası B-Yedi başta olmak üzere eserlerinde el atılmadık ve “Mutlak Fikir” ışığında yeniden tanımlamadık kavram bırakmayışının ehemmiyeti de anlaşılıyordur herhâlde.

İngiliz devrimi, böyle bir kültür değişiminin global çapta işaret fişeği olmuştur. Bu değişimin peşinden gelen değerler değişiminde, ferdî ve içtimâî şahsiyet faktörü geri plana itilmiş ve onun yerine her fikrin gerçekleştirilebilmek için “para” şekline sokulması gerektiği bir dönem başlamıştır. Bütün değerlerin değerini belirleyen faktörün para olduğu Batı kültürü; ahlâk, devlet, iktisat, hukuk ve eğitim gibi değerleri de değiştirmiştir tabiî...

Şimdi bize düşen rol, 15 Temmuz gecesi İngiliz Devrimine denk işaret fişeğinin aydınlığında, ahlâk, devlet, iktisat, hukuk ve eğitim gibi değerlerin, kavramların yeniden tanımlandığı yeni bir dünya görüşü ışığında, insan ve cemiyetlere şahsiyetlerinin iadesiyle beraber kendi medeniyetimizin yeniden ihyâsı olmalıdır.
***
Oswald Spengler’in, “ekonomik sistemin özel kuvvetleri” diye tanımladığı büyük servet sahibleriyle, korumacı ekonomik sisteme geri dönmeye çalışan siyasîler arasında dünya çapında bir hesaplaşmanın giderek yaklaştığı bugünleri fırsat bilerek, Mevlüt Koç’un tabiriyle, “Beklenmedik Olanın Gücü”ne dayanıp yeni dünya düzenini buradan başlatabiliriz. Yeter ki şu günübirlik kavgalardan başımızı kaldırılalım da, yeni bir gözle ufka, istikbâle bakmasını bilelim. Bunun kavramları da, anlayışı da, dünya görüşü de, düzeni de bizim elimizde hazır; eksik olan tek şey ise tüm bu planı icra edecek muktedir irade.


Baran Dergisi 595. Sayı