Ak Parti’nin diyalektik zıtlıkları basamak olarak kullanarak geldiği bugünlerde, aynı metodu kullanmak suretiyle daha fazla yol kat etmesi pek de mümkün görünmüyor. Seçmendeki heyecan eksikliği, motivasyon zayıflığı ve farklı istikâmetlerde “acaba ne var, ne yok” diye bakınmaya başlamış olması da bahsettiğimiz vaziyeti açıkça resmediyor.
Türkiye’nin hinterlandı diyebileceğimiz, ayrı geçen zaman zarfı içinde ne kadar yabancılaştırılmaya çalışılsa da gönül bağımızın hâlen kendisini muhafaza ettiği ülkelerde cereyan eden olaylar, iç savaşlar ve karışıklıklar da neticeleriyle beraber Ak Parti’nin seçimlerde elini zayıflatan faktörler arasında görünüyor. Bir diğer taraftan, çevremizdeki bu vaziyetin Türkiye’ye yüklediği mesuliyet hem büyüktür, hem de altından kalkmak için maddî unsurlardan fazla olarak manevî ortak paydalara da el atmanın zaruret olduğu açıktır.
Seçmende gördüğümüz şu anki haleti ruhiyeyi baz alırsak, her ne kadar Ak Parti’nin yeniden tek başına iktidar olacağını düşünsek de, Anayasa değişikliği yapacak veya değişimi referanduma taşıyabilecek sayıda vekil çıkartabilmesi pek de mümkün görünmüyor. Seçime doğru son viraj diyebileceğimiz bugünlerde, Ak Parti’nin yeni bir hamleye muhtaç olduğu açıktır.
Lâfı dolandırmanın pek de bir anlamı olmadığı için direkt söyleyelim; kanaatimizce Ak Parti’nin 7 Haziran’da gerçekleşecek olan Genel Seçimde istediği sayıda vekili meclis çatısı altına sokabilmesinin yolu, Ayasofya minarelerinden okunacak ezan-ı şerife ve kubbesinin altında çınlayacak kamet ve tekbirlere bağlıdır.
Milletin partisi olduğunu iddia eden ve bizim de öyle olduğuna inandığımız Ak Parti’nin istikbâli, milletimizin ve dolayısıyla ümmetin istikbali önünde kilitli vaziyetteki kapılardan başlıcası olan Ayasofya ile kesişmiştir.
“Adam düştüğü yerden kalkar” ölçüsüne göre ahir zaman ümmeti Anadolu’dan başlayarak dirilecekse, bugünden bakınca kıymetli görünen ucuz hesapları bir kenara bırakıp, Ayasofya’nın kapısına vurulan kilidi millet deryası ile beraber tekbirler ve gözyaşları eşliğinde koparıp atmak, artık siyasî iradenin bu millete olan borcudur.
Mâdem ki Anadolu “ol”madan olmuyor, Anayasa ve rejim değişikliği de Anadolu’nun “ol”ması için asgarî şartlardan; öyleyse Ayasofya’nın paslanmaya yüz tutmuş kapıları ardına kilitlenmiş o mukaddes “ruh” serbest bırakılmalı ki; milletimiz öz ruhuna kavuşup aksiyon planında yeniden dirilebilsin; küfür ise unuttuğu haddini elinin yetmediği yere bakarak hatırlayıversin.
Üstad Necib Fazıl’ın tarihe geçen “Ayasofya Hitabesi”ndeki şu bölümü de bir kez daha hatırlatmakta yarar var; “dâva ve gayesi bakımından Büyük İskender ve Sezar'ı oda hizmetçiliğine kabul etmeyecek kadar üstün hükümdar, başbuğ ve (aksiyon) adamı Fatih, İstanbul'u fethedip onun kalbi Ayasofya'da namazını edâ ettiği zaman, Cenubî Fransa'da kırılıp Viyana'da tekrar Batıyı dişleyecek olan İslâm taarruz kıskacının mihver çivisini ele geçirmişti.
Ayasofya işte bu incecik mildir, bu çividir; onu İslâm kıskacına yerleştiren Fatih Sultan Mehmed'dir; ve eğer ondan sonra kıskaç kapatılamadıysa suç kapatamayanlardadır. Fatih'e düşen şerefse, erişilir soydan değildir. Kendisinden sonra, Kanunî Sultan Süleyman gibi, iyi ve kötü arasındaki ayırıcı çizgiden başka bir şey olmayan meccanî ihtişam kahramanı, karaların ve denizlerin yüce hakanına kadar süren muazzam (aksiyon) akışında en büyük hız payı, yine Fatih'indir. Kanunî devrinde teşekkül eden büyük ahenk tablosunun unsurları, Ebussuud gibi şeyhülislâm, Sokullu gibi sadrazam, Baki gibi şair, Sinan gibi mimar ve Barbaros gibi amiral, sadece ve sadece Fatih'in, hareket noktasına bu mili yerleştirdiği kıskaç yüzü suyu hürmetine yetişmiş büyükler...”
Ne söylesek, ne desek, Ayasofya’yı İslâm’ın hizmetine kapalı tutmaktan doğan musibeti ve İslâm’ın hizmetine yeniden tahsis edilmesinden doğacak rahmeti ve bereketi izah etmekten vareste kalacaktır.
Bırakın geriye doğru atılan adımı, ileriye doğru yeterince uzun bir adım atamamanın bile birçok hususu riske atacağı bu demde, siz, iktidarda olanlar ve iktidara talib olanlar, milletimizin istikbâli adına Ayasofya’yı yeniden İslâm’ın hizmetine tahsis etmek zorundasınız. Bu işin şakası yok, yarına çıkacağımız meçhulken, dangalak bürokratların şuur seviyesine mahkûm olup Ayasofya’nın açılmasını gelecekte olması muhtemel görülen falanca şartlara ısmarlamak kadar büyük bir ahmaklık olamaz!
İbda Mimarı Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun alt başlığı -Ufuk ile Hafiye- olan “Tilki Günlüğü” adlı eserinin 7 Haziran tarihine attığı başlık “İstikbal Gazâdadır!”. İslâm uğruna kâfirle olan mücadelede milat olması muhtemel bu tarihten, alnı ak bir şekilde ayrılmak isteniyorsa bunun telafisi mümkün olmayan biricik şartı, Ayasofya’nın kapısındaki küfür kilidinin sökülüp atılmasından geçmektedir. Eğer ki, 2002 senesinden 2015 senesine kadar geçen zaman zarfında, Ayasofya’yı İslâm’ın hizmetine tahsis edecek kadar muktedir olmayı beceremediyseniz, zaten bu millete lâzım da değilsiniz.
Geçen sayı Üstad Necib Fazıl vesilesiyle, “Yüce Devlet mi, Cüce Devlet mi?” diye sormuştuk hatırlarsanız. Biz yüce devletimizi Allah’ın izniyle her hâl ve kârda inşâ ederiz de, siz bu şerefli işte ne kadar hisse sahibi olacaksınız? Bu kararı vermek size düşüyor…

Baran Dergisi 437. Sayı