Ellerin yurdunda çiçek açarken,
Bizim İl’e kar geliyor gardaşım!
Bu hududu kimler çizmiş gönlüme;
Dar geliyor, dar geliyor gardaşım!
(A.Karakoç- Kara Haber)


Karakoç’un gücenmeyeceğini bilsem, yazının başlığını Haziran’da Ölmek Zor yapardım; ama çok iyi biliyorum ki, hafif paylama tonuna saklanmış bir sevecenlikle, “benim taziye yazıma da mı solcuları karıştırıyorsun” diyecek.  Haziranda Ölmek Zor… Hani, H.H.Korkmazgil’in gece vardiyasında çalışırken ajanslara düşen Nazım Hikmet’in ölüm haberini duyunca  yaşadığı derin üzüntüyü anlatan ve yıllar sonra Grup Yorum tarafından bestelenmiş şiir… Haziran ayı şair ve yazarların göç mevsimi… Türk dilinin kırlangıçları nedense kanatlarını büyük yolculuğa ekseriyet bu mevsimde açıyor. Nazım’dan Peyami’ye, Cahit Zarifoğlu’ndan Külebi’ye, Cemil Meriç’ten Dündar Taşer’e daha kimler ve kimler Haziran sıcağında asıl gerçekle tanıştı. Karakoç, Türk edebiyatının Haziran’da göçenler zincirine eklenen son halkasıdır.

1990’ların hemen başıydı. Ergenlik çağına yeni adım atmış, abur cubur demeden ne bulursak okuyor, her yere girip çıkıyor, heyecanımızı akıtacak bir kanal arıyorduk. İşin gerçeği, bir şeyler aradığımızın farkında da değildik. Atsız okuyor, ırkçı kesiliyor; Mehmed Akif’i okuyor, ümmetçilikten dem vuruyorduk. İşte bütün renklerin iç içe girdiği 15 yaşın bulanık dalgalarında keşfettiğimiz Abdurrahim Karakoç bizler için ayrı bir yerdeydi; nerden bakmak istersek onu görecek kadar geniş bir yelpazede yazıyor ve bizleri tezat kaygısından uzaklaştırıyordu.

Bilir misin gardaş Türk illerinde/ Havada yıldızlar, dağda kar üşür/ Tutsak soydaşların türkülerinde/ Dört mevsim ötede bir bahar üşür” diyen şair; “Kör dünyanın göbeğine/ Hak yol İslam yazacağız” diyen şairin aynısıydı. “Kara pas bağlamış ozan dilleri/ Ayıya in olmuş bozkurt illeri” mısralarını yazan şair; “Ne diyorsa İslam dini/ Uyacağız suç olsa da” demekten geri kalmıyordu. Lise 1’de bütün ders kitaplarımın ilk sayfasına onun şu dörtlüğünü yazmıştım: “Kafkaslarda kavga başlar, kan olur/ Ötüken dağları boz duman olur/ Erinde gecinde koç kurban olur/ Bu canı Türklüğe adadım anne.” (Aynı kitapların son sayfasında da istisnasız Atsız’ın Sona Doğru şiiri yazılmıştı.)

Gençlik köreltilecek, durgunlaştırılacak, bastırılacak, heyecan dozundan arındırılıp sindirilecek bir şey değildir. Gençliğin coşkuna set çekmek ve bir takım incilerle onu uyuşturmak her şeyden evvel fıtrata ihanettir. Karakoç’un gençlik üzerinde tesiri oldukça kuvvetliydi; çünkü onun şiirleri gençlik fıtratını pasifize etmek yerine o heyecanın ifadecisi oluyordu. 1992 yazında Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşları o zamanki adıyla M.Ç.P.’den istifa ettiğinde Abdurrahim Karakoç’un da yeni oluşum içinde yer alması bizim arkadaş çevremize güç vermişti. İstifaların olduğu ilk gün Türkeş’in yanında kalan veya Yazıcıoğlu’nun peşinden giden onlarca kişiden duyduğum ilk tepki şudur:

-Abdurrahim abi kimden yana?

Karakoç, 60’lardan 90’lı yılların sonuna kadar gençlik üzerinde doğrudan tesirli olmuş, yazdığı şiirlerin ayakları havada kalmamış, doğrusuyla yanlışıyla cemiyetten geri dönüşümünü almıştır. Mihriban benzeri aşk şiirleri de buna dahildir.

Karakoç’la tanışmam 1994 senesinin sonlarındadır. 94 yazında İBDA fikriyatıyla tanışmıştık. Hay aksi, tam o sıralarda bizim gönüldaşlarımızın çıkardığı bazı dergilerle Abdurrahim Karakoç arasında çok sert bir polemik başlamasın mı? Ona bir mektup gönderdim:

-“Siz değil miydiniz; bir şiirinde “Her tarafı sardı domuzlar/ Kokmaya başladı tuzlar/ Davranın be kaygusuzlar/ Kurtuluş silaha kaldı” diyen?.. Siz değil miydiniz, bir başka şiirinde “Tüfek ile türkü yazan kalmamış/ Kurşun ile düğüm çözen kalmamış” diye dertlenen? İşte bu gençlik o gençliktir. Siz değil miydiniz bir şiirinde; “Boşunadır dünyamıza geldiği/ Aha yaşadığı, aha öldüğü/ Korkak Müslüman’ın namaz kıldığı/ Camiyi taşlayan deli cennetlik” diye fetva veren?.. Bu ortadayken, nasıl diğer Müslümanları eleştiriyorlar diye onlara laf söylersiniz? Bu gençlik, korkak Müslümanların namaz kıldığı camii bile taşlasa siz onlara bu hususta söz söyleyemezsiniz. Biz sizin şiirlerinizle büyüdük ve onları sözden fiile geçiren İBDA gençliğidir!”   

 

Cevap yazacağını hiç ummuyordum; uzun bir cevap yazmış.  Tepkimi mühimsemiş, henüz 19 yaşında oluşuma aldırmadan izah ihtiyacı hissetmişti. İlk defasında 40 dakikayı bulan bir telefon görüşmemiz oldu. Ona hemen her hususta mektuplar yazmaya başladım; haftada bir düzenli olarak telefonda görüşürdük. Ankara ziyaretlerimde ben ve bir arkadaşımı evine davet etti, ona Kumandanın kitaplarından bazılarını hediye ettik. Sonrasında her Ankara yolculuğumda onun evinde kalırdım; gece yarılarını bulan sohbet ve tartışmalarımız olurdu. Şiir, siyaset, hatıraları vs…

Onun bu süreçte çıkan iki kitabına (Akıl Karaya Vurdu ve Çobandan Mektuplar) uzun bir tanıtım yazısı yazdım. BBP’nin Gündüz adıyla yayınlanan gazetesinde tam sayfa olarak neşredildiler. 12 Haziran 1996 tarihinde İzmir DGM’ne çıkacağım gün hakkımda yazdığı makale yine onunla arkadaşlığımızın bendeki en kalıcı nişanesidir. (Ne tevafuktur ki, ben bu satırları tam 16 sene sonra ve yine bir 12 Haziran tarihinde kaleme alıyorum.) Bu arkadaşlığımız süresince gerçekten İBDA’ya karşı bakışı çok değişmişti. 28 Şubat sürecinde yazdığı bazı yazılarda bunun izlerine bizzat şahidim. 

Bu temaslar 2000 yılına kadar kesintisiz devam etti. 25 Ocak’tan hemen sonra telefon açtım ve Metris’te olanları anlattım. Bunlara sessiz kalmamasını bekliyordum. Yazmadı, yazamadı. Herkes gibi o da konuşmaya cesaret edemedi. Çok üzüldüm ve kırıldım. Bir daha hiç arayıp sormadım.  Aramızda 40 küsur yaş farkı olmasına rağmen birkaç defa ortak tanıdıklar vesilesiyle selam gönderdi; hatta Umre’de bizim memleketten birisiyle karşılaşmış ve beni sormuş. Belki gereğinden fazla bir inattı benimkisi ama hiç geri dönmedim. Oysa son bir defa daha karşılaşmak, konuşmak isterdim.

Dostluğa gerçekten çok değer verirdi. Hatta bir şiir kitabına Dosta Doğru adını vermişti. O şiirinde “Ne saklarım, ne gizlerim/ Yalnızca onu özlerim/ Tabutta bile gözlerim/ Bakar gider dosta doğru” diyordu.

Mekanı cennet olsun!

 

HAKAN YAMAN