Entrika insan varoluşunun nefs kutbuna bitişik en kötü hasletlerdendir. Kıskançlık, haset, kin, kompleks gibi pek çok dürtünün iradeyi teslim alması durumunda kapısını çaldıkları ilk tetikçilerden birisidir. Hele korkak ve riyâkâr bir kişiliğin en yağız, en vazgeçilmez yol arkadaşıdır. Devletler kurup devletler yıkar. Dostlukları bitirir, ocakları söndürür. Yiğidin can düşmanı entrikadır. Aşkın can düşmanı da öyle… “Ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi” bütün dostlukları yer bitirir.

Dünya edebiyatında entrika deyince akla gelen ilk isim elbette Shakespeare’dir. Koca dâhinin şiirle çizdiği hayat sahnesini tek kelimeye sığdıracak olursak bunun adı ENTRİKA’dır. Hamlet’ten Othello’ya ve Bir Yaz Gecesi Rüyası’na kadar bütün bir hayat zemini entrika etrafında döner.

Sözlüklerde “bir işi sağlamak veya bozmak için girişilen gizli çalışma, ayak oyunu, dalavere, desise” gibi anlamlara gelir. Entrika bel altından vurur. Ya sûret-î hak maskesiyle yaklaşır; yahut büsbütün bir deliğe gizlenerek fırsat kollar. Muhatabının en zayıf veya en boşta olduğunu zannettiği anda hançerini indirir. Korkaktır. Açıktan meydan okuyamaz. Genellikle dost görünür. İyi ve faydalı bir oluş süsüyle sokulur. Tatlı sözlerle okşamaya çalışır. Dilinin altına sakladığı ve biraz sonra akıtacağı zehirin tesiri büyük olsun diye olabildiğince sinsi ilerler. Yanında yürüyor göründüğüne aldanma; ilk patikada muhakkak çelmeyi takacaktır. Shakespeare demişken, Kral Lear’ın kahramanlarından Kent’in bu tipler için söylediklerini unutmak mümkün mü?

-“Böyle güleç suratlı herifler, çözülemeyecek kadar sıkı olan kutsal bağları fareler gibi kemirip koparırlar; efendilerinin benliklerinde coşup taşan hırsları tatlı sözlerle körükler, ateşe yağ, soğuğa buz katarlar.” (1)

Bir ihtilaç anında İstanbul’a lanet okuyan ve onun kalın bir sis perdesi altında bir daha hiç dirilmemek üzere yok olmasını dileyen, “Örtün, evet, ey hâile… Örtün, evet, ey şehr;

Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!..” diye çığlık atan Fikret’in de mazereti “bin bir kocalı Bizans’tan arda kalan” riya ve entrikalarla dolu toplum düzenine, dejenere olmuş ahlâka duyduğu hınçtı. Ayak oyunlarına ve dalavereye duyduğu o hınç ki, şairi en affedilmez ifratlara sürükledi. Ama en sağından en soluna, en altından en üst tabakasına kadar cemiyeti zehirli bir duman gibi tesirine alan riya ve dalavere kültürüne duyduğu hınç nasıl içten gelen bir öfkedir öyle:

 

Te'sîs olunurken daha, bir dest-i hıyânet

Bünyânına katmış gibi zehr-âbe-i lânet!

Hep levs-i riyâ, dalgalanır zerrelerinde,

Bir zerre-i safvet bulamazsın içerinde.

Hep levs-i riyâ, levs-i hased, levs-i teneffu';

Yalnız bu… ve yalnız bunun ümmîd-i tereffu'.

Milyonla barındırdığın ecsâd arasından

Kaç nâsiye vardır çıkacak pâk u dirahşan?

 

Özetlersek: Daha şehir kurulurken lânetli bir el mayasına zehirli bir su katmıştır. Her zerresinde riyakârlığın pisliği dalgalanır, her tarafı çürümüş, kokuşmuş bir kenttir İstanbul. Asla temiz bir tarafını bulamazsın. Hep hasedin ve riyânın çirkeflikleri akar, sanırsın ki, yükselmenin tek yolu bu pisliklerdir. İnsan kılığına girmiş milyonların yaşadığı bu şehirde, bütün bu kirlerden arınmış, temiz alınlı kaç kişi çıkar? İşte bu sebeple haykırır İstanbul’a: Örtün ey kanlı toprak, örtün ey zamanın kart fahişesi! Bu sis’in altında boğul. Örtün ve bir daha hiç uyanma!

Daha sonra Rücû şiirinde bu öfkesinin İstanbul’a değil ama bu şehri bir entrikalar batağına çeviren, gırtlağına kadar kire çamura batmış insan vasatına ait olduğunu itiraf etmiştir: “Hayır, hayır, sana râci değil bu tel’înât / Bütün bu levm ü teellüm,bu ibtikâ-i hayat.

Fikret’in lanetini, Fikret’in öfkesini besleyen bu gördükleridir. Bütün bunlar, İslâm ahlâk ve faziletini yitirmiş olmanın hazin neticesiyken; Fikret ise kabahati özü gidip adı kalmış bu kaynaktan bildi. Bu dalgalı mısralar dile getirdiği ahlâk yoksunluğundan bin beter bir ejder olan küfür hesabına değil de, iman ve hak kutbu adına haykırılsaydı, Sis şiirini duvarlara asardık.

İradenin zaptına muhatap insan mükelefiyetiyle, 17. yüzyılın kıymetli şairlerinden Nâbi, kendi nefsinde toplumun RİYA hastalığını duyan bir hassas anten rolünde şöyle yakarmıştı:

 

Bir devlet içün çerhe temennâdan usandık

Bir vasl içün ağyara müdârâdan usandık

 

O günün cemiyeti Nâbî’nin sandığı gibi gerçekten bir makam için feleğe ricadan ve bir vuslat için düşmana riyadan usanmış mıydı; bilmiyorum ve hiç sanmıyorum ama bugünün özellikle yazar çizer çevrelerinde riyadan, onun tetiklediği entrika ve ucuz ayak oyunlarından, köylü kurnazlıklarından kimsenin usanacağı, bıkacağı yok. Hürriyet ve istiklâlden ziyade riya ve dalavere genel karakter olmuş durumdadır. Özellikle aydınlar arasında usanmak bir yana, en masum ve makûl görünen faaliyetler bile türlü ayak oyunlarına sahne olmakta, riya kokmakta, entrikalarla beslenmektedir.

Entrika şeytanın sanatıdır. Şeytan, Allah’a giden dosdoğru yolun saptırıcısı olmak misyonuyla, bazen en keskin hak sûretine bile bürünmekten kaçınmaz. İlim derken ilmî, fikir derken fikri, gerçek derken gerçeği dosdoğru yoldan ayırmanın, başka bir gayenin hizmetine verme derdindedir.  

Bırakın aydın vazifesini, insan olma memuriyeti apaçık olmayı gerektirir. Nesin, ne yapmaya çalışıyorsun? Lafı eğip bükmek ve güyâ aynı gayede buluşuyormuş, yakınlık gösteriyormuş hissiyle bel altından vurmaya kalkmak Shakespeare’in oyunlarını renklendiren en can alıcı sahneleri besleyen kaynak olabilir ama bizim hayatımızı sıkıyor, boğuyor, siyah beyaz bir düzlemde hayatın bütün ışıklarını Fikret’in Sis’iyle örtüyor.

Entrika, ayak oyunu deyince şahsen aklımıza ilk olarak Yağmurcu’da bahsedilen açık oturum gelir. (2) Kümesin tavukları nasıl da Şahin’i kıstırdıklarını sanmış ve gagalamaya yeltenmişlerdi. İşte bazen böyle ayak oyunlarına yeltenirken çarpıldığınla kalıverirsin. Entrika her zaman hayırlı netice vermez. Şeytan bile Yitik ve Bitik bir zavallı olarak ortada bırakır seni. Dürüst olacaksın, açık olacaksın, net olacaksın. Sadece ve sadece vicdanın konuşacak. Sonra pirince giderken bulgurdan oldu derler adama.

Ne yalan söyliyeyelim, Üstad Necip Fazıl hakkında yazılan bir çok kitapta bu entrika ruhunu, bu ucuz ayak oyunlarını görüyoruz. Miyasoğlu’nun, Mısıroğlu’nun yazdıkları bu tür ucuz numaralarla doludur. İlki koyu bir Üstad sever görünümüyle Necip Fazıl’ın davasını emanet ettiği adamı gömmeye yeltenmiş, ikincisi doğrudan Necip Fazıl’ı dişlemeye kalkmış ama olan dişlerine olmuştur. Neyse, onların kitaplarının üzerinden yıllar geçti. Yeniden ölüyü yumruklamanın lüzumu yok; o fosil yazıları mumyalayıp karşımıza sil baştan sürmedikleri müddetçe… Kısacası, entrika, dalavere, ayak oyunu sadece seküler kültürden gelme zümrelere has değil. Sadece tüccarların, köylü kurnazlarının, siyaset madrabazlarının genel vasatı değil. İslâmcı aydın etiketini taşıyanı da, şu veya bu cemaati de toplumun bu genel çürümüşlüğünün dışında kalmamıştır. Üstad Necip Fazıl’ın “Haliç’in neresinden bir ölçek su alırsanız üç aşağı beş yukarı aynı laboratuar neticesini verir” meâlindeki tesbiti sosyologlara çıkış kapısı olmalı. Doğrusunu Allah bilir, Abdûlhakîm Arvasi hazretlerinin işaret ettiği “belanın umûmî  gelmesinin” bir sırrı da bu olsa gerek.

Çürüme başladıysa kurtçuklar her yerde birden türemeye başlar. İslâmcısı, mukaddesatçısı vs. bunun dışında kalmayı başaramamıştır. Kemal Tahir ustayı ve Karılar Koğuşu’nu hatırlamamak mümkün mü? Ne diyordu 15 yıla mahkûm roman kahramanı Murat: “Orospuluk bize müşkül geliyor. Halbuki ister misin, biz de orospuluğa alışmışız. Velhasıl rezillik hepimizin ruhuna işlemiş.” Ortalık “fikir  fahişeleri ve zamparalarından” geçilmezken; ne kadar doğru söylüyor.

Birisi çıkar; yıllarca Yazarlar Birliği başkanlığı yaptığı halde ismiyle cismiyle görünmeye cesaret edemeden, İslâmcılık iddiasındaki gazetesinde Asım Yenihaber takma adının arkasına sığınarak Salih Mirzabeyoğlu davası hakkında ve güya onu müdafaa sadedinde yazıyormuş havasıyla “İrtica’yı O mu İbda Etti” başlıklı rezilliğe imza atar ve kendince yılların bastırılmış ezikliğinin hıncını almaya yeltenir.  Shakespeare bu olana şahit olsaydı kesinlikle bu adama Othello’da bir figüran rolü verirdi. Yanında görünüp harcamaya kalkmak…

Canımızı sıkan bir başka şeyde, yeni moda tarihçilerden Mustafa Armağan’ın Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı kitabında şahit olduğumuz birkaç parargraflık iddiadır. Bir kitap yazacak, baştan sona Necip Fazıl’ın tezlerine dayanacak, onun türlü imkansızlık ve tabular ortasında tırnaklarıyla kazıyarak topluma mâl ettiği Abdülhamid davasını savunmanın en kolay ve en geçer akçe olduğu dönemde ortaya çıkacak ve şunları iddia edebileceksin:

Necip Fazıl’ın, Cumhuriyet devrinde Abdülhamid’i ilk savunan kalem imtiyazını göğsüne asma gayretine rağmen,şimdiki tesbitlerime nazaran ilk karşı atağa geçen aydınımız Nihal Atsız’dır. Rıza Nur’un çıkardığı Tanrıdağ dergisinin 17 Temmuz 1942 tarihli 11. sayısında 2. bölümü yayınlanan “Osmanlı padişahları” adlı yazı dizisini “Abdülhamid kırılması”nın miladı saymamız gerekir.” (3)

Bu ne demektir şimdi? Necip Fazıl “olmadığı mânânın mâliki görünme” derdinde birisi midir ki, herhangi bir imtiyazı göğsüne asma derdine düşsün? Baştan sona tezlerini arakladığı adama yakıştırdığı bu damga yetmezmiş gibi, “insanın cehlini alıp ahmaklığını almayan ilmin” mağrurluğu ile bir sonraki sayfada bu defa Üstad’ın eserine burun kıvırmayı da ihmal etmiyor:

Aslında Necip Fazıl’ın, başlarda andığımız Ulu Hakan Abdülhamid Han kitabı, 1940’lı yıllardaki tartışma zinciri içinde değerlendirmeli ve yerli yerine oturtulmalıdır. Bu tür popüler ve bir davayı ispat sadedinde yazılmış olan eserler tabii ki objektif tarih çalışmaları olarak değerlendirilemez.” (4)

Görüyorsunuz ki, Üstad’a karşı bir Goriot Baba müşfikliği(!) ile yaklaşıyor ve nasıl da onun objektif olmayan “popüler” eserini anlayışla(!) karşılıyor. Mustafa Armağan’a bu lütfûndan dolayı minnettar olmamız mı gerekecek yoksa diye düşünmeden edemiyor insan? Hazret kendini aşmış, Necip Fazıl’ın “bir tezi ispat amaçlı subjektif popülerliğine” merhamet nazarı atıyor yedi kat göklerden.

Abdülhamid davasını heykelleştiren ve bu uğurda bedel ödeyen bir adamı Abdülhamid’le vurmaya kalkmak, kusura bakmayın ama Shakespeare’in bile hayal gücüyle erişilemeyecek kadar entrika kuyusunun diplerinde gezinmektir. Objektif tarihçiliğin aslında ne büyük bir yalan ve tarihin bugünün şuuruyla yaklaşılması gereken bir hadiseler zinciri olarak görülmesi gerektiğini Giovanni Papini’nin Gog adlı eserindeki “Tersine Tarih” başlığına ısmarlayıp, “bir davayı ispat gayesi gütmeyen” eserin niçin okunup yazıldığını da asla anlayamadığımı ve anlayamayacağımı yedi kat göklerin yüce tarihçisi Mustafa Armağan’a ilanı borç biliyorum. Mazur görsün biz kusurlu subjektifleri… Biz hadiselere yön veren mânâyı aramaya devam edeceğiz tarihî akış içerisinde… İBDA Mimarı’nın tabiriyle “halihazırdaki insan şuuruyla…”

Fakat gelelim ilk iddiasına… Sözde “ilmi tarihçi” ama Necip Fazıl’ın Abdülhamid davasını ilk defa Ulu Hakan yazılarıyla ele aldığını sanacak kadar da popülariteye kaptırmış kendisini. Öyle ya, moda olmadı mı şu günlerde Necip Fazıl’ın tarihe bakan eserlerinde açık aramak… Kırılma noktası 1942’de Nihal Atsız’dır diyor. Oysa Üstad Büyük Doğu’lardan çok önce, ilk defa üstü kapalı olsa bile Abdülhamid’in sanıldığı ve iddia edildiği gibi olmadığı tezini 1940 yılında, hem de Türk Dil Kurumu Yayınları arasında çıkan Namık Kemal adlı kitabında dile getirmiştir. (5)

Necip Fazıl bu kitabı devrin Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in teklifiyle yazmış, o günün Abdülhamid düşmanı resmi politikasına rağmen, devletin bir kurumu tarafından yayınlanan bu eserde, Namık Kemal vesilesiyle vurulmak istenen Abdülhamid Han’ı hakikat adına olabildiğince kayırmış ve hatta şu satırları yazmıştır:

Zalimliği ve kanlılığı mütearife haline getirilmek istenen Abdülhamid hakkındaki peşin hükümlerden istifade ederek Namık kemal’i onun zulümlerine bir vesika diye kullanmak ve birinci derecede mazlumu haline getirmek, bile bile yalancılığa tenezzül etmektir.” (6)

Bu satırlar, Nihal Atsız’ın Tanrıdağ dergisinde yazdıklarından iki sene önce yayınlanmıştır. Peki, öncesinde Nihal Atsız neler mi yazıyordu? Bilindiği gibi 1935 yılında Nazım Hikmet ile Peyami Safa arasında çok sert bir polemik başlar. Sonraki zamanlarda Ergun Göze bunun kitabını da yazdı. O polemik esnasında Nazım Hikmet bir şiir yazıyor ve Peyami’nin babası İsmail Safa ile birlikte Namık Kemal’i de hedef alıyor. Ergun Göze’nin kitabında anlatılmayan da şudur: Nazım’ın bu şiiri üzerine Nihal Atsız çok sert bir broşür yayınlayarak Namık Kemal’i müdafaaya kalkışmıştır. Bunda bir şey yok ama Namık Kemal’i müdafaa atmek isterken bakın hangi cümlelere yer veriyor:

Namık Kemal arslandı, sırtlan değil… Çünkü mezarlarda yatan arslanlara değil, kanlı cellat gibi tepemizde yaşıyan kızıl sultanlara saldırıyor, ağız dolusu küfürü onların suratına haykırıyordu.” (7)

İşte, Mustafa Armağan’ın Necip Fazıl’dan alıp ona vermeye çalıştığı imtiyazın muhatabı Nihal Atsız’ın 1935 yılında yazdıkları… Üstad Necip Fazıl’ın 1940 yılında yazdıklarından evvel de bu konuda tek satır laf etmiş değildir. Ama ilerleyen yıllarda koyu bir Abdülhamid taraftarı olduğu ve onu “Gök Sultan” diye adlandırdığı doğrudur. Bu tabir bile Ulu Hakan’ın taklididir.

Velhâsıl, Abdülhamid davasının imtiyazını Necip Fazıl’dan almaya yeltenmek ne dürüstlüktür, ne objektifliktir, ne de gerçektir. Hele bunu dost bir sesle yapmaya çalışmak… Velhasıl Kemal Tahir boşuna söyletmiyor kahramanına: “Rezillik hepimizin ruhuna işlemiş.”

 

DİPNOTLAR:

1)                      Kral Lear, W.Shakespeare, MEB Yay. İstanbul 1992, Çev: Prof. İrfan Şahinbaş, 4.Basım, S:60

2)                      Yağmurcu, Salih Mirzabeyoğlu, İBDA Yay. Şubat 1996, 1. baskı, İstanbul. (15. sayfadan başlayan Bir Kâbus: Mahzunum başlıklı yazı. İBDA Mimarı burada 1984 yılında Zübeyir yetik tarafından yönetilen bir açık oturumda kendisi etrafında çevrilen entrikayı tablolaştırmıştır.)

3)                      Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı, Mustafa Armağan, Ufuk Kitap, 1. baskı, Nisan 2006, Sayfa: 129

4)                      A.g.e: sayfa: 120

5)                      Namık Kemal- Şahsı,Eseri ve Tesiri, Yazan: Necip Fazıl Kısakürek, 1940, Ankara, Türk Dil Kurumu yayınları, Recep Ulusoğlu Basımevi

6)                      A.g.e. sayfa: 93

7)                      Nihal Atsız’ın 1935 yılında neşrettiği Komunist Don Kişotu Proloter Burjuva Gospodin Nazım Hikmetof Yoldaşa adlı broşür İrfan yayınevinin İçimizdeki şeytan-En Sinsi tehlike, Hesap Böyle Verilir adlı kitabında yer almaktadır. 2. Baskı 1997 yılında yapılmıştır. Bu baskının 39. sayfasından alıntıdır.

 



Aylık Dergisi 97. Sayı