Esselâmü Aleyküm.

Öncelikle, kısa bir değerlendirmeyle başlamak istiyorum. Bazı insanların, kimi zaman şakayla karışık da konuşsam, son birkaç senedir niçin Erdoğan hakkında “iyi” konuştuğumu merak ettiğini biliyorum.

Herşey bir yana, bu adamın bir özelliği var. Şöyle ki, Türkiye’ye ihanet eden bir adam değil o. Bir Türk vatanseveri neticede. Kendisiyle aynı ideolojiyi paylaşmıyoruz; burası âşikar. Ancak sanıyorum bir fazileti var ve bu da toplumun öyle sivrilmiş kesimlerden çıkmamış bir adam olarak, halkın iradesiyle ve demokratik biçimde iktidara gelip, sistemde bazı değişiklikler yapmaya çalışması.

Çünkü, maalesef, Kemal Atatürk’ün ölümünden sonra gelen ve Atatürk’ün mirasına ihanet eden bazı generaller, Türkiye’yi muazzam bir güç olmaktan, en azından kendisine saygı duyulan eski bir muazzam güç olmaktan, dünyanın yarısı tarafından referans gösterilen saygıdeğer bir ülke olmaktan çıkarıp, ABD emperyalistlerinin küçük köpeklerinden ve İsrail’in müttefiklerinden biri hâline sokmuşlardır.

Erdoğan’ın gelişiyle beraber ise, Türkiye bu durumdan çıkmaya, ülkenin coğrafî durumundan istifâde etmeye ve eski ihtişamını kazanmaya çalışıyor şimdi.

Buna karşılık, haberlerden öğrendiğim kadarıyla, ABD büyükelçisi Türkiye’nin içişlerine karışmakta; yine, televizyonlarda gördüğüm üzere, bakanlardan ikisinin oğlu, yolsuzluk gerekçesiyle tutuklanmaktadır.

Bu vesileyle anlamamız gereken bir diğer husus:

Türkiye’deki kardeşlerimin çoğunun, Gülen çetesine –haydi böyle nitelendirelim- karşı olduğunun farkındayım. Ne var ki, Gülen’e inanan ve onun sufî fikirlerini takib edenlerin belki yüzde 99’u, iyi ve namuslu müslümanlardır. Hakikatin ne olduğunu öğrenmek, İslâm’in aslî ölçülerine dönmek ve dünya genişliğinde etki kazanmış olan bu yabancı sızmadan kendilerini kurtarmak zorundadır bu insanlar.

Evet, dünya genişliğinde bir etki... Fransa’da bile, Gülen’in yaptırdığı iki üniversite var! İnanabiliyor musunuz buna? Özel üniversiteler bunlar, özel okullar... Masum, iyi ve namuslu insanlar, çocuklarını buraya gönderiyor ve çark böylece dönüyor. İnanılmaz bir hâdise...

İşte tüm bunların arkasındaki odak ise, bence, CIA. Mesele bu kadar basit!..

Her neyse; sonuç olarak, şu ân Türkiye’de yaşanan “değişimler” iyidir. Burada tek lâzım olan şey, Erdoğan’ın ihtiyacı olan tek şey, müttefikler!.. En başta, klişe belki ama kolayca anlaşılmak bakımından tercih ettiğim bir ifâde olarak, Türkiye’deki “İslâmî” hareketler arasından müttefiklere ihtiyacı var Erdoğan’ın.

Meselâ, yaptıkları işler, o dönem başta olan ordu mensubları ve ajanları tarafından “illegal” olarak değerlendirildiği için şu ân hapishânelerde olan tüm kardeşlerimiz, hemen serbest bırakılmalıdır. Sadece Kumandan Mirzabeyoğlu’nu kasdetmiyorum, bu nitelikteki herkesi kastediyorum.

Birçoğu Alevî kökenli olan sol kanattan insanlar da aynı şekilde serbest bırakılmalıdır. Kaldı ki, her inançtan insana saygı göstermeyi bilmeliyiz. Bu çerçevede, Alevîlerin de kendi inançlarını, kendi dinlerini, başka herkes gibi yaşamaya hakkı vardır. Yahudiler ve hıristiyanlar hâkezâ. Meseleye bu açıdan yaklaşılmalıdır.

İnsanları “zor kullanarak” dinlerini ve inançlarını değiştirmeye zorlayamazsınız. Bizim bu bakımdan aldığımız örnek bellidir. Mekke’den çıkan çok fakir ve ümmî bir dâhi, Allahın sevgili kulu ve elçisi olmuştur. Hemen sonraki 100 yıl içerisinde ise, o zamanki dünyanın yarısı müslüman olmuştur.

Niçin böyle olmuştur peki? Öyle ya, kimseyi zor kullanarak müslüman yapmaya çalışmıyorlar, aksine insanlar onlara katılıyordu. Çünkü onlar, halkın sırtından geçinen idarecileri yenip alaşağı ediyor; bu değişimler karşısında ise, çiftçilik yapan fakir ve namuslu insanlar kimin hakkı temsil ettiğini görüp müslüman oluyordu. Takib edilmesi gereken bir örnektir bu.

Erdoğan’ı bir peygamberle kıyaslamak istemiyorum, kesinlikle mümkün olmadığı gibi, burada mesele de bu değil. Mesele, bu çerçevede alınması gereken “örnek”tir. Evet, “örnek”...

Böyle olunca, Türkiye’deki istisnâsız herkes, hattâ o az sayıdaki Rumlar da dahil herkes, bu çerçevede birbirinin hakkını savunmalı ve dünyada yeniden büyük bir güç olmak üzere kenetlenmelidir.

Diğer taraftan, Gülen’in fikirlerini benimseyen bazı dostlarım oldu ve kendisinin iyi bir adam olduğuna gerçekten inanıyorlardı. Ne var ki, tamamen yanılıyorlardı korkarım. Yanıldıklarını bir gün anlayacaklar ve bundan sonra iyi bir istikamete yöneleceklerdir sanıyorum. İsim vermeyeceğim gerçi ama avukatlarım kimden veya kimlerden bahsettiğimi tahmin edecektir.

Her ne olursa olsun, bugün yaşananlar gerçekten çok ilginçtir.

Şimdi başka birşey anlatmak istiyorum. Bunun Türkiye’yle nasıl bir alâkası olduğunu merak edebilirsiniz. Mesele şu ki, “tarihî” bakımdan alâkası var.

(Carlos, Güney Sudan Cumhuriyeti’nde şu ân devam eden çatışmalardan, etnik farklılıklardan, aşiret zıtlaşmalarından ve hattâ aynı etnik kökene sahib olmalarına rağmen bazı aşiretlerin Güney Sudan’ın bağımsızlık savaşı sırasında nasıl bölünüp birbirleriyle de savaştıklarından bahsediyor. Sonra sözü o bölgenin tarihine getiriyor ve 100 yıldan fazla bir zaman önce o bölgede bazı mahallî idarecilerle anlaşıp bir nevi sömürge idaresi kuran bir Fransız yüzbaşı yüzünden nasıl Fransa’yla İngiltere’nin karşı karşıya geldiğini ve bu mahallî mesele yüzünden nasıl bir dünya savaşının eşiğine gelindiğini anlatıyor. Yine bir diğer gerçeğe dikkat çekerek, o zamanlar Sudan’ın bir Osmanlı toprağı mesabesinde olduğunu vurguluyor. Bir gün önce televizyonda Türkiye’deki “yolsuzluk tutuklamaları”nı izlerken hatırına gelen sözkonusu düşünceleri, bilvesile bu şekilde paylaşıyor.)

Evet, bir zamanlar Sudan bile kendi toprağı mesabesinde olan Türkiye, bugün o çalışkan, dürüst ve namuslu ailelerini, hem de çok küçük maaşlarla çalışmak üzere Batı Avrupa’ya gönderiyor. Üstelik hem ayırımcılığa uğruyor, hem de iyi muamele görmüyorlar. Bunu bizzat biliyorum. Zaten hepimizin bildiği bir şey ve sır da değil. Artık değişmeli tüm bunlar.

Ben bir milliyetçi değil, beynelmilelciyim. Buna rağmen, her beynelmilelci de, herşeyden önce kendi ülkesini sevmeyi ve savunmayı bilmelidir. Bu, kendi ülkesinin başka ülkeleri ezmesini ve sömürmesini savunmak değil, kişinin kendi ülkesinin, halkının, komşu milletlerin ve tüm dünya milletlerinin hakkını ve çıkarını savunması demektir. Kendi ülkesinin hem halkını hem de “halklarını” sevmesi demektir.

“Halklar” ifâdesini bilerek çoğul kullandım. Türkiye bakımından bu durum, elbette bayrağına sadık olmak şartıyla, bir kişinin Türkiye’deki tüm “halklar”ı da sevmesi ve savunması demektir.

Kürtlerin bir “Kürdistan” içerisinde, kendi toprakları üzerinde, kendi tarihî haklarına kavuşmasını ve bu hakların onlara tanınmasını arzu ederim. Ne var ki, bir Kürt bayrağının hemen yanında da bir Türk bayrağı dalgalanmalıdır. Belki günün birinde, şimdiki Suriye’den başlayarak, Irak, İran, Azerbaycan ve Türkiye üzerinde bir “Kürdistan Cumhuriyeti” kurulabilir. Tarih herşeyi değiştirebilir belki. Ancak bugün durum bu değil.

Bir o konudan bir konuya temas ederek gelmek istediğim nokta şurası:

Birçok defa söylediğim gibi, Türkiye NATO’dan çıkmalıdır öncelikle. Aynı şekilde, Türkiye’nin Avrupa Birliği’yle de bir alâkası yoktur. Şayet Avrupa Birliği’ne katılırlarsa, bugün sahib oldukları o küçücük bağımsızlıklarını bile tamamen kaybedeceklerdir. Devletler arasında imzalanan anlaşmalar hâlinde, Türkiye ve Avrupa Birliği arasında anlaşmalar yapılmalı mıdır? Elbette. Bu bakımdan, tabiî ki Türkler Avrupa’da hür biçimde seyahat edebilmeli, hattâ çalışabilmelidir. Neden olmasın? Çünkü bu durumda Türkiye, Brüksel’deki Avrupa Komisyonu’nda alınan kararların kölesi olmayacak; Türk parasına ve Türk ekonomi politikalarına da, Frankfurt’taki Avrupa Merkez Bankası’nın “atanmış” bürokratları hükmedemeyecektir. Budur işte mesele.

Şimdi söyleyeceğimi ilk defa söylemiyorum gerçi ama ümidim o ki, -bu arada Erdoğan’cı falan da olmadığımı vurgulayayım-, şu ân Türkiye’de mevcut “Türkiye tarafı” ve “yabancıların ajanlarının tarafı” şeklindeki iki taraftan, “Türkiye tarafı”nı seçer inşallah herkes. Hepimizin seçimini yapması gereken husus budur.

Türkiye’deki küçük komünist hareketlerden, Filistin davasında Filistin Halk Kurtuluş Cebhesi’nin müttefiği olan cesur ve kahraman gerilla hareketlerine kadar –ki çoğu Alevîydi ve bir kısmıyla bizzat tanışmıştım; gerçekten iyi insanlardı-; aynı şekilde, politik bir kimlikleri olmaksızın yalnızca camiye gidip gelen ve dinî vecibelerini yerine getiren sade dindarlara kadar Türkiye’deki herkes, bir diğer ifâdeyle, yabancıların ajanı olmayan herkes ve ülkesini seven her kesim, işte bu noktada seçimini yapmalıdır.

Yeniden bir “sultan” gelsin başa demiyorum –mümkün de değil zaten-, “cumhuriyet” olarak koruyun isterseniz, bu da değil mesele; ancak her ne olursa olsun, sağcısından solcusuna Türkiye’nin tüm vatanseverleri –ki şövenist anlamında değil, doğduğu anavatanını seven anlamında kullanıyorum bu ifâdeyi-, Türkiye’deki her fert ve çoğul olarak tüm halklar, “Büyük Türkiye”nin tarafında olmak ve muazzam bu gücü hep birlikte inşâ etmek borcundadır.

Böyle bir Türkiye, hem bölgeye barışı getirecek, hem de bölgedeki tüm milletlerin müttefiği ve aldıkları “örnek” olacaktır.

Allahü Ekber.