*Fransa’daki saldırı, ayrıntıları ve yorumları… O kadar çok şey söyleniyor ki hadise etrafında, sonunda birisi çıkıp “yahu olay neydi?” dese garipsenmeyecek; her hususun bu kadar cılkını çıkaran “Kamuoyu” acaba sadece biz miyiz? Balzac’ın “herkes anladığı mevzulardan konuşsa dünya ne kadar sessiz bir yer olurdu” demesine bakılırsa, bir o dönemin Fransa’sı bir de bugünkü biziz demek ki!
 *Paris’teki saldırılar sonrasında yine iki grup öne çıktı; birincisi, “Müslüman terörist olmazcı”lar; ikincisi ise, “Müslümanlar teröristtirci”ler… Birinci gruptakiler, hangi devlette ve rejim altında bulunurlarsa bulunsunlar İslâm’ı ve Müslümanları İslâm’ın emrettiği kalıpların dışında bir kalıba oturtup zaten olmayan bir şeyden bile endişe duymayı adet hâline getirmiş ılımancı tayfa. Başka bir ifadeyle, kendi benliğini ve şahsiyetini kaybetmiş, içinde bulundukları rejimlerin kendilerine giydirdiği kalıplarla hareket ederken ve her dâim “biz suçlu değiliz” derken bile aslında açıkça “işbirlikçiyiz” diyemeyenler. Bunların arasında her ne kadar iyi niyetli insanlar olsa da bilindiği üzere iyi niyet kendi başına bir kıstas değildir.
İkinci gruptakiler ise, çizgileri daha net olan küfür tarafını seçmiş olup nerede Müslüman görse “terörist var!” diye bağırmayı adet edinmiş enteli, ucuzu, şahsiyetsizi vesâiri…
Bu birinci ve ikinci grup dışında bir grup daha var ki, bunlar da her saldırı, her hâdise, her mevzuyu büyük bir şölen, dehşetli bir kutlama, abartılı bir animasyon etrafında fişenk ateşleri-havaî fişeklerle karşılamayı adet edinmişlerdir. Geleneksel olarak sosyal medyanın ücra köşelerinde yaşayan, ilim, fikir, sanat, hâliyle de siyasetle özünde alâkaları olmasa da, sözlerinden her dâim bir edebiyat ve anbean keskin bir siyasî tavır tüten bu gruba ait kişiler, aynı zamanda içinde bulundukları toplumu eğitmekle de kafayı bozmuş vaziyettedirler. Elbette herkesin hatırına geleceği gibi kendileri de bu toplum yapısının dışında olmak bir yana, toplumumuzun nasıl bir hâlde olduğunu gösteren en mühim parçalarından birisidirler… Birinci ve ikinci grubun alelusul “bir şey olsun da konuşayım” yorumları bir yana, bahsettiğim üçüncü grup Paris’teki saldırıların ardından her gün ve her dâim, sanki 24 saat kesintisiz savaşıyormuş edasıyla, baltasını bileyen Zagor misali, meydana atılıp saldırıyı daha IŞİD üslenmeden üstleniverdi. “A kuzum, a ciğerim, a bir tanem”, sakin ol şampiyon! Azıcık itidal...
*Sosyal medyayı her ne kadar eleştirsek de hayatımızdaki yerini inkâr etmemek gerekiyor; bu ayrı bir bahis. Burada bahsedeceğim husus insanların reel-gerçek hayatta içinde bulundukları sistem tarafından şahsiyetsizleştirilmelerinden ötürü sosyal medyada şahsiyet bulmaya çalışmaları… Bu artık günümüzün bir gerçekliği... Paris’teki saldırılar sonrasında profil fotoğraflarını Fransız bayrağına çeviren birçok Fransız gördüm ve milletlerinin yanında olmalarından ötürü bunu tabiî bir hâdise olarak karşıladım; fakat, mevzuya Fransız kalan bizim Türklerden birçoğunun profil fotoğraflarını Fransız bayrağına çevirmelerini de anlamış değilim. Balzac bilmezsin, Marcel Proust’u duymamışsın Baudeleaire’i denizci, De Gaul’ü FİFA temsilcisi zannedersin; senin neyine profil fotoğrafını Fransız bayrağı yapmak. Azıcık şahsiyetli durmanın insaniyetine ne zararı var be kardeşim? Filistinli kardeşinle bu kadar içli dışlı olsan senin “terör” dediğin şey çoktan bitmişti be insan evladı!
*Haberlerde sıkça duyarız “İngiliz Gazetesi’nden Türkiye’ye gitmeyin uyarısı”, “ İsrailliler için İstanbul güvenli değil” vesair; bu, bir bakıma kendi vatandaşlarının güvenliğini savunmak amaçlı olsa da, diğer yandan bahis mevzu ülke ve o ülkenin insanları için aşağılayıcı bir tutumdur... Ne Londra saldırısı ne de Fransa’daki saldırılar sonrası hem medya olarak hem de hükümet düzeyinde bizim tarafımızdan bu tip bir yaklaşım görmedim. Kendi insanımızın “insan hakları” açısından dahî olsa bir eşitliği mi yok yahut bizdeki psikolojik mağlubiyetler silsilesi bu türlü tavır ve tedbirleri almaya engel mi? Öyle ya! İstanbul nüfusuna nisbetle herhangi bir hadisedeki herhangi bir İngiliz’e gelecek zarardan ötürü tedirgin olup yerli-yersiz bu türlü atraksiyonlar sadece tedbirle alakalı olmayıp “insan hakları”na bizim insanlarımızdan “daha layık” Batı adamının kibrinin de bir eseridir. Ve bizim bahis mevzu ülke ve şehirlerdeki Türk nüfusunun çokluğu göz önüne alındığında gazetelerimizin “Paris Türkler için emniyetli değil” haberini yapması, hükümetin ise “Paris’e gidecek vatandaşlarımız için uyarılar broşürü” hazırlaması gayet tabiîdir. Bunu böyle yazacak ve böylece broşürler hazırlayacak kıvama ne vakit geleceğiz?
*Yemek yerken haber seyreder misiniz? Yanılmıyorsam başka memleketlerin aksine bizde haber seyredilen en mühim anlardan birisi de akşam yemekleri vakti. Elimizden geldiğince TV’den uzak durmak ayrı bahis, birbirimizle konuşmayı -alışılagelmiş konuşmaların dışında- ötelediğimizden, bu gidişle “konuşmak” mefhumu kelaynakların akıbetine uğramak üzere. Yemekte ise konuşmak umumiyetle zannedilenin aksine ayıp yahut kötü değil bilakis sünnettir. Elbette ağzımızda lokma varken ve büyükler bir mevzuda yönlendirmede bulunmadıkça, izin istemeden konuşmak da hoş değil. Bir de, lakayt, boş, başı-sonu olmayan tuhaflıklara girmek zaten “konuşmak” sayılmaz. Neyse… Bir yandan yemek yerken diğer yandan Suriyeli Mülteciler yahut zulüm gören Filistinliler haberlerini seyretmek, hepimiz için ne yazık ki zaten sıradanlaşmaya yüz tutmuş; bu türlü dertlerimizi bilerek-bilmeyerek hissizleştirmek gibi geliyor. Hâlihazırda elimiz uzanamıyor ve bir şey yapamıyorken hiç olmazsa insaniyetimizi birazcık daha olsun korumak adına bir yandan kaşıkla hoşafa uzanırken diğer yandan haberleri seyretmesek nasıl olur?
*Bir-iki ay önce Norveçli bir gazetecinin çalışmak için Türkiye’ye yerleşmek istemesiyle alakalı bir haber okumuştum. Norveç’in mühim gazetelerinden Aftenposten’de köşe yazarı olan ve Norveç Radyo Televizyon Kurumu (NRK) de yeni işe başlayan Kristin Solberg İstanbul’a yerleşme kararı almış ve bu yüzden “çok heyecanlı” olduğunu söyleyerek bunun sebebini de şöyle açıklıyordu: “Türkiye hakkında yazacak çok şey var”
Solberg’in niçin heyecanlandığını Norveç gündemini şöyle uzaktan göz ucuyla baktığınızda anlıyorsunuz. Mesela siyasî tartışma haberleri “yok” denecek kadar az; hatta FRP ikinci başkanı eleştiride azıcık ileri gidince diğer parti başkanından özür diliyor ve mevzu haberleşmeden kapanıveriyor yahut en çok bu özür haber oluyor. Norveç’teki haber başlıkları da siyasî hava ayarında… Böyle olunca da her gün yazan köşe yazarları yerine haftada iki en çok üç gün yazan köşe yazarları var. Aftenposten gazetesi Nobel Komitesi başkanlık seçimini manşetine taşımış; bunun yanında gazetenin köşe yazarları ise yalnızlık problemi, uyumak ve ağrıyı dindirmek için ilaç kullanımının artması, emlak vergisi gibi mevzuları ele almışlar. Norveç gündemini geçtiğimiz aylarda en çok meşgul eden ve etrafında konuşulan “skandal” bile bizim Fox yahut Show Haber’in bir tek haberinin eteğinden bile tutunamaz; Katolik Kilisesi’ne telefon kataloğundan binlerce sahte üye yaptıklarını itiraf eden piskopos Bernt Eidsvig… Fransa’daki saldırı sonrası Hollande’nin niçin “korktuk” dediğinin Avrupa için tercümesi Norveç gündeminin sükûnetinde aranmalı.
*“İslâmcı”ların “İslâmcıların hastalıkları”nı saymasından; azıcık beklese kapı açıldığında herkesin elbirliğiyle kendisine müsaade edeceğini görecek olan, fakat ineceği durağa gelmeden evvel otobüs-metrobüsteki onlarca insanın ayaklarına basa basa kapıya doğru ilerleyenlerden; her gün sıkça yaşadığımız adli vakalar sanki evvelden yokmuş gibi “Suriyeliler getirdi” diyenlerden; “şu saatte filanca yerdeyim” diyerek sözleştiği insanları daima aldatanlardan; içkinin orijinali öldürmüyormuş gibi “sahtesi öldürdü” diye haber yapıp mevzunun asıl tarafını gömenlerden; üniforması yok diye öğrenci olduğu her halinden belli çocuklardan “tam para” almayı marifet sayan minibüsçülerden; büyük bir gazeteci, ilerici bir aydınlanmacı, dehasına ulaşılamaz bir sanatkâr sayılarak Ahmet Hakan’ın her herzesine laf yetiştiren yandaş gazetecilerden; “Fetullahçılar”ın hükümete darbe yapacak bir seviyeden level düştüklerini farketmedikleri bir arenada her gün “medyaya darbe” diye sızlanmalarından size de gına gelmedi mi?
*Cep telefonlarının ister-istemez hayatlarımızın bir parçası olması ve internetin “hızlı” bir şekilde yaygınlaşmasının neticesi olarak artık her yanımız anında, çabuk ve hızlı haberler tarafından kuşatılmış bir vaziyette. Her şeyden hemencecik, hızlıca haberdarız. Diğer yandan eskiye nazaran küçük ev aletlerinden tutalım arabalar ve trenlere kadar her kullandığımız makinenin hızlı olanı icat edildi ve kullanıyoruz. “Teknolojinin nimetleri” dediğimiz ve her birinin yerine göre faydası olduğunu da inkar edemeyeceğimiz aletler bunlar. Metrobüslerimiz ve daha lüks belediye otobüslerimiz var; 24 saati aşkın bir sürede memleketine giden bir insanın 2 saat gibi bir zaman zarfında aynı yere varmasının konforu ne şahane! Cep telefonlarımızın modelleri bile kendi aralarında “hız” bakımından kıyas ediliyor; tıpkı internetin 3G’den 4.5G’ye hatta 5G’ye dönüşmesi gibi… Bir nefes alıp soluklanacağımız kafelerde bile interneti olanını tercih ediyoruz ki, bir şeylerden haberdar olmadığımız zaman zarfının arasını hızlıca kapatarak sosyal medyadaki hıza yetişelim. Oysa kafeye oturmamızın maksadı “soluklanmak” değil miydi?
Hususiyetle metrobüs yolcuları bilirler ki, binenler ve inenler arasında azıcık abartsam da hakikatini tahrif edemeyeceğimiz güreş müsabakası görüntüleri her gün yaşanır ve metrobüslerden inen herkes merdivenlere doğru –sanki gizli bir örgütten emir almışçasına- koşarak gider. Bütün bu koşuşturma ve hız içerisinde geçen günlerden bir gün şöyle bir hadise yaşadım:  Yaklaşık 2-3 sene önce bir akşam metrobüsten çıkmış hızlıca, koşar adım giderken aniden durdum ve sağımdan solumdan geçen kalabalığı hayretle seyrettim. Biz hep beraber niçin ve nereye koşuyorduk? Niçin koşuyoruz? Hepimizin mi ağır hastası vardı? Hepimizin birden gideceğimiz yere geç kalmış olmamız mümkün müydü? Bu kalabalık içerisinde –kendimi de hariç tutmayarak soruyorum elbette- evine kitap okumak yahut insanlığa faydası olacak yeni bir keşif yapmak için giden kaç insan vardı? Hepimiz evlerimize gidip yemek yedikten sonra o akşamın öne çıkan dizisini seyredip uyuyacaksak böylece koşturmanın ne manası vardı?
Anladım ki, kazanılmış, tecrübe edilmiş alışkanlıklar olabileceği gibi gayesini ve mânâsını hesap etmediğimiz fakat ibadetvâri bir ulviyet içerisinde kalabalıkların da yerine getirdiği ve bizim fark etmeden içine katıştığımız alışkanlıklar da vardır.
Hayatlarımızı bir yönüyle “kolay”laştıran bu hız tutkusu içimize öyle işlemiş ki, İBDA külliyatında geçen bir bahis hâlinde söylersek “ruhumuz geride kaldı.”
“Kovadis-Nereye gidiyorsun?” diye soran olmadığı gibi “niçin duruyorsun?” diye de soran yok. Üstad Necip Fazıl’ın bir şiirinde söylediği şu dua geliyor hatırıma “Allah’ım sonumuzu hayr et”.
*İslâm’da evlere giriş-çıkışın bir usûlü var, biliyorsunuz. Ettekraru ahsen velevkane yüz seksen hesabı söyleyelim bir daha; üç kereden fazla tokmağı yahut zili çalmamak, kapı açılınca sağ yanına doğru hafifçe dönüp kapıyı açanla ilk etapta yüz yüze gelmemek, izin istemek, izin verilmeyince girmemek, “bekle” denilirse beklemek, içeri girerken mutlaka selam vermek, vesâir… Elbette yer ve şartlara göre değişkenlik arz eden ama emir ve usûl bakımından mutlaka uyulması gereken kaidelerdir bunlar.
Teknolojik aletlerin bir “ya ya ya, şa şa şa” curcunası içinde hayatlarımıza direkt sokulmuş olması, bunların ne getirdiğiyle ne götürdüğünün hesabı yapılmadan “mal bulmuş mağribî” edasıyla ithalinin en mühim misali cep telefonu olsa gerek! Biz evlere-ofislere giriş çıkışlardaki adetlerimizi nasıl unuttuk, bunları nasıl canlı hâle getirebiliriz diyemeden cep telefonları sayesinde bu durum kırılıp atılıverdi; çünkü artık bırakalım kapı adabını cep telefonları sayesinde tanıdık-tanımadık herkes teklifsizce oturma odamıza ulaşma lüksüne sahip yahut cep telefonunun böyle bir lüks sağladığını zannedenler var. Kendisiyle beraber birçok ilişki biçimini de getiren teknolojik aletlerle bir tür imtihan yaşadığımızı ve bu imtihanın ne olduğu hususunda toplumumuzda en ufak bir kaygı dahi bulunmadığını söylemek istiyorum… Selam vermek, kendini tanıtmak ve karşısındakinin müsait olup olmadığını sormak bir yana bir evin kapısında yapamayacağınız her şeyi cep telefonlarıyla yapabilmenin hürriyeti, ağır aksak çalışan ve ne türlü işler çevirdiğini bir türlü bilemediğimiz millet meclisi tarafından kanunlaştırılmış olabilir mi?
Her şey bir yana kendi çevremizde olsun bunun bir muaşeretinin olması gerekliliğini yakın gördüklerimizle paylaşıp bir usûlünü getirsek ne kaybederiz?
*İktidar ve muhalefet politikacılarının açıklama ve didişmelerinin bizim memleketimiz kadar hararetli fakat içi boş geçeni başka yerde var mıdır bilmiyorum. Karşılıklı atışmaları ve konuşmaları azıcık dikkatle takip ettiğinizde şöyle bir manzarayla karşılaşıyorsunuz:
Ay mehtabında Bâb-ı Âli yüksek kapısından mürür edip geçerken tesadüfen rastgeldim yek bir atlı süvariye… Bilindiği üzere “ay ışığı”na mehtab derler; Bâb-ı Âli: yüksek kapı; mürür etmek (geçmek); tesadüfen (rast gelerek); yek (bir); süvari (atlı).

Baran Dergisi 462. Sayı