Bugün bütün dünya ülkelerinde uygulanan iktisadî düzenler, mutlu bir azınlığın çıkarlarına hizmet etmek üzere tasarlanmış. Böylesi modeller, tabiî olarak, hedefi insan hayatını kolaylaştırmak ve hayatın pratik içinde işleyişini sağlamak olan “iktisâd”ı ancak kurulu düzenleri maskeleyen bir paravan olarak görürler. Dünyadaki ekonomik işleyiş belirli kuruluşların tekelindedir ve dünya nüfusuna nisbetle binde bir diyebileceğimiz “azınlık” şirketlerin güdümü altında hareket eder; bu durum bir yanıyla da, esasında, yazılı kuralların haricinde “işleyiş”ini sürdüren bir baskının varlığını bize hissettirir. Bir başka yönüyle de, “fizik” dediğimiz andan itibaren hâdisenin artık “metafizik” bir yön belirtiyor olması gibi “iktisat” dediğimiz andan itibaren iş “politik”tir; nitekim meşhur Prusyalı general ve entelektüel Carl Von Clausewitz “savaş siyasetin başka araçlarla devamıdır” der. Belirttiğimiz veçheden bakıldığında, bütün dünya “azınlık” gruplar tarafından yönetilen bir savaş meydanıdır. Bizim memleketimizde de “üç bin aile” diye tavsif ettiğimiz bir hâkim zümre kuralları belirlemektedir.

Dünya çapında varolan gelir dağılımındaki bu adaletsizlik, memleketler bazında ele alındığında da bir farklılık arz etmiyor. Peki, dünya çapında ve memleketimiz özelinde uygulanan ekonomik modelin adı ne? Mevcut ekonomik yapı için esasında bir isimlendirme yapmanın zor olduğunun altını çizelim; çünkü, belirli bir temelden yola çıkarak kurulmuş olan değil, aksine her dönem oluşan yapıyı temellendirmeye doğru giden bir sistematik mevcut. Burada hatırlanması gereken Büyük Doğu-İbda Mimârı sayın Salih Mirzabeyoğlu’nun “İktisat ve Ahlâk” isimli eserinde söylediği  “her ekonomik sistemin temelinde bir doktrin, bir düşünce vardır” hikmeti; bu yönden baktığımızda -ki başka bir yönden bakılması bizce muhal, çünkü bizim fikir ve anlayışımıza göre âlemde başıboş hiçbir şey yoktur- bugünkü iktisadî modellerin yanlış da olsa esasında bir doktrin yok. Bir fikirden yola çıkarak değil, tamamen “nefsanîliği” esas alan, insanı tüketme iştihası doymayacak -veya doymaması gereken- bir canlı türü kabul eden “kötücül” bir düşünce var bunların arkasında. Yani, belirsiz bir çıkış noktasından hareketle asıl-esas kanunları aramaya çalışır bir vaziyette hareket eden, günün siyasî, içtimâî, hukûkî ve benzer meselelerinin davet ettiği problemlere çözümler üretmeye çalışılarak geliştirilen, ama “kötücül” özü hiç değişmeyen bir iktisadî düzen içerisindeyiz…

Bu mevzuun daha iyi anlaşılması için tam bu esnada “felsefe”nin tanımını anlamamız gerekiyor. Aşağıda “felsefe ve hakikat” başlığı altında Üstad Necip Fazıl’dan vereceğimiz satırlardaki “felsefe” mevzuu hakkında söylenenleri, bugünkü iktisâdî sistemin niçin bir doktrin/ fikirden yola çıkamadığına misâl olarak düşünelim:

“Felsefe deyince gözümün önüne şöyle bir manzara gelir: Feza büyüklüğünde bir çuval. Çuval, yalnız bir tanesi sağlam, gerisi çürük cevizlerle dolu... İşte felsefe, bu çuvala her defa elini sokup o sağlam cevizi boş yere aramak gayretinin ismidir.

Gayet tabiî olarak, çuvala rastgele dalan el, her defa bir çürük cevizle çıkacak, fakat her defa (Evraka! - buldum!) diye bağıracaktır. Tek ve dopdolu cevizi doğrudan doğruya bulmak ehliyetindeki mutlak sistemin ismi de, elbette ki, felsefe olmayacaktır. O sistem, mutlak doğruyu serbestçe aramak gibi de bir eşeklik hürriyetini elbette kabul etmeyecektir.”

İbda Mimârı Salih Mirzabeyoğlu’nun devamlı altını çizdiği “Peşin Fikir Hikmeti” meselesine atıf yaparak mevzumuza devam edelim. Bugünkü ekonomik sistemin esasında nasıl bir temele sahib olduğunu söylersek, adının niçin “liberal (hür teşebbüse dayalı) ekonomi” olduğunu anlarız. Gelir dağılımındaki adaletsizlik sürdükçe, zayıf olanlar her dâim ezilmeye devam ettikçe, “mutlu” azınlıkların refahı arttıkça ister adına “liberal” diyelim ister “serbest piyasa” ve isterse başka bir ekonomik sistem, ne fark eder? Oysa “bir iktisâdî sistem, bir bakıma ve her şeyden önce, bir üretim ve dağılım metodudur” sözü her şeyi ne kadar da net ifade ediyor değil mi?

Türkiye için de farklı hususları dillendirmeye gerek yok; çünkü aynı model içerisinde debeleniyoruz; Neo-liberal bir ekonomik model, bizim durumumuzda olan ülkeler gibi bizde de tabu kabul edilmiş, tartışılmıyor. Belki başka ülkelerde biraz tartışılıyor, ama bizde tartışmak yasak. Tabii kanunen değil, fiilen. Halbuki, artık herkesin bir şekilde kabul ettiği üzere hasmımız olan Batıya, Batılıların belirlediği savaş alanı-ekonomik model içerisinden değil, orijinal, yeni bir sistemle karşı çıkmak gerekiyor. 

İçinde bulunduğumuz mevcut rejimin bugün neresinden tutarsanız tutun, bir çıkmaz sokağa giriliyor. Her alanda pisliklerin ayyuka çıkması, bir bakıma küfür buz dağlarının erimesinin neticesi olarak da görülebilir.

Dün 28 Şubat, Ergenekon, Balyoz ve Cemaat; bugün ise faiz. Görünen o ki, rejim bataklığı bir bütün hâlinde ortadan kaldırılıp kurutulmadan, bu bataklıktan türeyen sivrisineklerle ve onların bulaştırdığı hastalıklarla baş etmek mümkün değil. Biz de bu sayımızda bu bataklıktan türeyen pisliklerden biri olan faizi ele aldık. Tabii en başta, bu problemin, diğer hepsi gibi, rejim ile bir bütün olarak hesaplaşılmadan çözülemeyeceğine dikkat çekiyoruz.

Konu ile alâkalı kapak yazımızı, “Sermayenin Gölgesi Altında, Kalkınma ve Bağımsızlık Masalı” başlıklı makalesiyle Ömer Emre Akcebe kaleme aldı. 

Dergimizin muhtevasına gelecek olursak:

Prof. Dr. Arif Ersoy ile Bank Asya özelinde Finans sektörü üzerine gerçekleştirmiş olduğumuz söyleşiyi dergimiz sayfalarında bulabileceksiniz.

Bu haftaki kapak mevzumuz ile alakalı olarak Faruk Hanedar, “Bank Asya ve Bankacılık Sektörü” başlıklı bir yazı kaleme aldı. 

Yazarımız Çakal Carlos (Salim Muhammed), “ABD’yi Suçlamak Yetmez, Küba Gibi Yapmak Lazım!” başlıklı yazısıyla Venezüella ile alakalı değerlendirmelerde bulunuyor. 

Gaye Genç Adam ve Gaye Fikir Platformu’nun düzenlemiş olduğu “Benim Gözümde Salih Mirzabeyoğlu” deneme yarışmasında ikinci olan Kevser İnceayar’ın “O’na Nazar Etmek” başlıklı yazısını sizler için yayımlıyoruz.

Yazarımız Şükrü Sak, Prof. Dr. Anıl Çeçen ile iç ve dış politika üzerine önemli bir söyleşi gerçekleştirdi, alakayla okuyacağınızı ümid ediyoruz. 

Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun dergimizde tefrika edilen eseri “Ölüm Odası B-Yedi”, alt başlığı “MÜHÜR TEZİ” olan 247. bölümü ile devam ediyor.

M. Taha İnci, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun “Dil ve Anlayış” kitabı üzerinden, dil meselesine değiniyor.  

Abdullah Kiracı, vakıflar üzerine kaleme almış olduğu yazılarına bu kez vakıf müessesinin kaynağına inerek devam ediyor. Yazısının başlığı “Vakıf: Menşe Meselesi”… 

Gülçin Şenel ise “Aklıselimin İcapları” başlıklı yazıyla dergimizin sayfalarında… 

Dergimizde ayrıca sizler için derlediğimiz haberleri ve kültür-sanat haberlerini de bulabileceksiniz. Gelecek sayımızda görüşmek üzere, Allah’a emanet olun.