Selâm ile...

Bildiğiniz üzere 20 Temmuz 2015 günü saat 11:45’te, Şanlıurfa’nın Ayn-El Arab sınırında yer alan ilçesi Suruç’ta, PYD’ye destek vermek üzere Ayn-El Arab’a gitmek üzere toplanan SGDF’li grup basın açıklaması yaptığı sırada intihar bombalı bir saldırı gerçekleşti. Saldırı neticesinde 30’un üzerinde kişi öldü ve bir çok kişi de yaralandı.

İhtimallere baktığımızda görüyoruz ki; bu saldırıyı gerçekleştirenler; PYD’nin IŞİD’e karşı savaşıyor olması dolayısıyla kazanmış olduğu Milletlerarası meşruiyeti PKK’nın da Türkiye sınırları içinde kazanmasını, Türkiye’nin IŞİD’e karşı kurulan koalisyona dahil olmak zorunda bırakılmasını, Türkiye’nin Esad’ın devrilmesi şartını elinden almayı, Arab Baharı’na benzer bir karışıklığın Türkiye sınırları içine taşınmasını ve Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyine kurulması planlanan Kürt Devleti meselesine karşı sessiz kalmasını amaçlıyorlar... Ve böylesine bir projenin arkasında Amerika, İsrail, İngiltere ve Almanya olmadan olmaz! Yani emperyalist şer odakları yine devrede… Seçim süreci öncesinde Tayyip Erdoğan karşıtlığı üzerinden estirilen hava, seçim sonuçlarıyla beraber durgunlaşmıştı ve bütün gözler koalisyon ihtimâlleri üzerine çevrilmişti. MHP’nin Ak Parti ile koalisyon kurma ihtimalinin ortadan kalkmasının ardından, Davutoğlu’nun bayramın son günü bütün il başkanlarını arayarak erken seçim sinyali vermesi belli ki uluslararası güçlerin tekraren anti-Tayyip moduna geçmelerine sebep oldu. Reyhanlı saldırısı ve HDP mitingine yapılan bombalı saldırının ardından gelinen süreçte böylesine nazik bir noktada Suruç’ta SGDF’li grubun hedef olarak seçilmesi gayet manidârdır. Suruç’taki bu saldırı lokal olarak kimsenin faydasına olamayacak görüntüsüne mukabil aslında “Erdoğan-IŞİD” senaryosunun bir kolu olarak çok mühim bir safhadadır. Zaten saldırının ardından kendisini “muhalif” diye adlandıran; fakat bütün muhalefeti ABD, İngiltere, İsrail gibi şer odaklarının yanında Tayyip Erdoğan’a karşı olmaktan öte bir mâna belirtmeyen Batı ve Batıcı yanlısı tüm kesim ve kurumlar “el ve söz birliği” etmişçesine Ak Parti hükümetinin IŞİD’e müsamaha gösterdiğinden, yardım ettiğinden tutalım, olmamış hâdiseleri olmuş gibi gösterecek madde madde hazırlanmış dosyalar ile “kamuoyu oluşturmaları” söylediğimizi doğrulamaktadır...

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 2013 sonrasında Batı ve Batıcı politikalar ile arasına mesafe koymaya başlamasından sonra bütün bu hadiselerin meydana gelmesi, manzarayı bizim açımızdan berraklaştırıyor. Görünen manzaranın bir de görünmeyen çerçevesi var: Uluslararası şer odakları diye nitelediğimiz emperyalist cenderenin üstümüzdeki kıskacı günden güne daha da sıkılaştırılmaktadır

IŞİD’e gelince; bir fikrin emrine tahsis edilmemiş, dolayısıyla da inandığıyla iş ve eseri arasında ahenk olmayan hiçbir hareketin, varmak istediği hedefe ulaşması mümkün değildir. Hedefi, gayesi, esası, usulü, metodu belli olmayan hareketler, ne yazık ki içine sızılmaya ve istismar edilmeye açıktır. Bu bahsettiğimiz hususa son yıllarda verilecek en uygun misal de herhalde IŞİD-DAEŞ’tir.

Bugünden bakıldığında açıkça anlaşılmaktadır ki, Arab Baharı, Batı’nın İslâm Âlemi’ni yeniden şekillendirme projesidir. Bu projenin en önemli ayağı ise hiç şüphe yok ki, Mısır halledildiğine göre Irak ve Suriye’dir; İsrail’in güvenliği, Irak’taki petrol kaynaklarının ve kanalın güvenliği, Akdeniz şeridinin emniyeti, Türkiye ile Arablar arasına girilmesi ve daha pek çok bakımdan Suriye ve Irak, Arab Baharı’nın en önemli adımlarıdır.

Bugüne gelecek olursak; Mısır ve Türkiye’nin bertaraf edilmesi kadar önemli olan bir diğer husus ise, İsrail’in, IŞİD vesile kılınarak, Müslüman âlemini alâkadar eden olaylara müdahil olmasının meşru zemininin hazırlanmasıdır. Bu sebeble de belli bir ideal merkezinde faaliyet göstermekten uzak IŞİD’in birbiriyle çelişen icraatları, Batı âlemi tarafından istismar edilmekte ve bölge, IŞİD vesilesiyle son derece zahmetsiz, maliyetsiz ve meşru(!) bir şekilde yeniden dizayn edilmektedir. Bu vaziyete karşı çıkanlar derhâl IŞİD yanlısı ilân edilip meşruiyetleri tartışmaya açılırken, yeni dizaynda figürasyon kapmak için kucak kucak dolaşanların samimiyetleri de, IŞİD’e karşı takınmış oldukları tavır ve tutuma göre sınanmaktadır.

Bize göre Suruç’taki hâdise ve diğer hadiselerde iki önemli suçlu ve taraf vardır. Birinci tarafta, ABD ve İngiltere elinde özellikle son 10 yıldır her türlü taşeronluğa teşne ve Müslüman Kürt halkına da ihanet içinde olan Kürt Sosyalist (!) Faşistleri, 1980 sonrası liderlerini ve ideallerini kaybeden, kendi içinde kavga etmekten usanmış, birçoğu kapitalizmanın nimetlerinden faydalanmayı seçmiş sol cenah, Türkiye Cumhuriyeti kurulmasından bu yana her kesimin nefretini kazanmış Kemalistler ve artıkları, her biri biraz önce saydığımız her gruptan olmakla birlikte kapitalizmin engin hoşgörüsü içerisinde Ak Parti iktidarı da dahil her iktidara yaverlik etmiş, kendine medyada yer edinebilmiş aşağılık ajanlar, Ehl-i Sünnet vel Cemaat yolunu tahrifte kendisinden önce gelmiş bütün sapıklara neredeyse parmak ısırtacak bir sapkınlıkla Müslümanlığı Haçlı Hıristiyanlığının teşnesi hâline getirmeye çalışan zamane “ılıman İslâmcı”ları, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun “3000 aile” diye nitelediği, bu memlekette kim iktidara gelirse gelsin kendilerine dokunamayan yüksek statülü, özel korumalı, yargıda ayrıcalıklı olan, Batılıların bir numaralı baronları var. Hâsılı İslâm’dan, Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat yolundan, Müslüman Anadolu insanının öz ruhundan başka her kesim ve her inanışa hizmet eden, hepsinin kendi nefsinde ayrı bir bâtılı canlandırdığı tüm kesimler. Bunlar, İslâm âleminin umudu, hilafetin merkezi Türkiye’yi kıskaca alan uluslararası emperyalist cenderenin bilerek ya da bilmeyerek uşaklığını yapanlardır ve bu mevzuda bir numaralı suçlu ilân edilecek olanlar bunlardır. İstiklâl Mahkemeleri’nden Kürt meselesine, yolsuzluklardan Güngören’deki patlamaya, Reyhanlı’dan Suruç’taki son patlamaya kadar bu hâdiselerin bilfiil müsebbibidirler.

İkinci tarafta ise, 2002’de iktidara gelen, 2007’ye kadar varlık gösterememiş, sadece önündeki hâdiseleri seyretmekle ve bürokrasinin işler yürümesin diye icat edilen tarafına takılıp kalmış, gerçek bürokrasiyi işletememiş; 2007’den 2010’a kadar mevzunun ne olduğunu tam kavramasa da yeni emekleyen bir çocuk gibi yürümeye çalışmış, tabiri caizse üzerindeki ölü toprağını silkelemesi gerektiğini anlamış, fakat o ölü toprağının sırtını dayadığı hainlerden daha sinsi ılıman İslâmcılar olduğunu kendisine kastedildiğinde anlamış, bunu anladığında ise kendi öz bünyesinden onu kusmak için 2014 yılının Temmuz ayına kadar debelenmiş, en nihayet dost ve düşman kutup nitelemesi yapması gerektiğini fark etmiş olan ve bunu fark ettiğinde ise içeride ve dışarıdaki bütün emperyal güçlerin bir anda kendisinin karşısına dikildiğini gören Ak Parti var.

Ak Parti’nin bu mevzudaki en önemli suçu, dizginleri ele almakta tutuk davranması, Tayyip Erdoğan’ın bir nevi idealleştirdiği mevzuyu fark edememesi, bütün mevzuların politik atraksiyonlarla çözüleceğini zannetmesidir. Oysa olağanüstü şartlar, olağanüstü durumları, olağanüstü tedbirleri ve olağanüstü müdahaleyi gerektirir. Bu milletin Ak Parti’ye olan teveccühü, bir partiye oy vermekten ziyade Batı ve Batıcı bütün unsurlara reaksiyon göstermesinde yatar. Ak Parti söylem olarak her ne kadar bunu dile getirse de, öz bünyesi itibariyle bunu içselleştirememiş, bu mevzuyu gerçekten anlayamamış ve bu sebepten ötürü de ne yaparsa yapsın memleketin şartları bugünkü vaziyetine doğru kıvrılmıştır. Ak Parti kendi zaafını hangi parçasında arıyorsa, onu yazarımız Kâzım Albay’ın bu hafta yayımlanacak olan yazısının şu satırlarında bulabilir. Bu satırlar hem Anadolu insanının kendi öz ruhunu azıcık da olsa temsil ettiğine inandığı Ak Parti için hem umumî olarak Türkiye’deki bütün İslâmcı camia için ve hem de ders çıkarılması gereken bir nasihat olarak biz İBDA’cılar içindir:

“Biraz spesifik olacak ama Ak Parti’nin 7 Haziran 2015 seçim yenilgisi altında da muhafazakar kesimin rehaveti, fikir ve aksiyon tezgahına giremeyişi ve yetişen mızmız Müslüman tipinin etkili olduğunu söyleyebilirim. İdealsiz, heyecansız ve düşmansız muhafazakâr ve mütedeyyin gençlik alarm zilleri çalmakta. Bir an önce oluş ve aksiyon yoluna girilmezse ülkemizin istikbalinden iyi şeyler beklenemez. “Ne ekersen onu biçersin” doğrusu burada da karşımıza çıkmaktadır. 13 senedir yetişen Ak Parti nesli, başta Ak Partiyi tanımamakta ve kendince bir kuru aklın ve kendi nefsinin yolundan gitmektedir. Bireyselliği ve başkalarını eleştirmeyi o kadar öncelemektedir ki, sistemli bir fikre bağlanmayı zûl ve lüzumsuz addetmektedir. Güzel ve üstün olana bağlanma ve aşık olma yeteneğini tekrar kazanmaya ihtiyaç vardır.”

Belirttiğimiz üzere bu mesele ve başka bütün meseleler, hepsi bir tek noktada düğümlenmektedir. Tanzimat Fermanı’yla başlayan içten çürümemiz ve Batı taklitçiliği hastalığına kapılmamız neticesinde bu memleket, son bir buçuk asırdır bizim “uluslararası şer odakları” diye nitelediğimiz emperyalist cenderenin kıskacı altına girmiş durumdadır. Bugün bu kıskaç gittikçe daralmaktadır. Bu kıskaçtan kurtulmanın tek yolu, Büyük Doğu-İbda İslâm’a muhatap anlayışını ilk önce Türkiye’ye, ardından bütün İslâm Âlemi’ne hâkim kılmaktan geçer. Başka yolu yok…

Kapak mevzumuzu Ömer Emre Akcebe, “Kurtuluş Yolu Tek” başlıklı yazısında ele alıyor.

Çakal Carlos (Salim Muhammed), kendisine kurulan komplodan bahsediyor.

Kâzım Albay’ın “İBDA’yı İnkârın Neticesi Tezahür Etmektedir” yazısıyla son günlerin hadiselerine ışık tutuyor..

Av. Abdullah Özbek ile Dost Tarikatı davası, Merve Şebnem Oruç ile Suruç’ta yaşanan patlama üzerine birer söyleşi gerçekleştirdik.

Sezâi Kırlangıç, solculuğun içine düştüğü batağı “ABD-İran Yedeğinde Devşirme Solculuk” başlıklı yazısında anlatıyor.

Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun “Ölüm Odası B-Yedi” eseri alt başlığı “Haber Net” olan 270. bölümü ile devam ediyor.

Abdullah Kiracı’nın bu haftaki yazısının mevzuu “Avrupa’da Vakıf: Cermenler”...

Gülçin Şenel, “Bizim Rönesansımızın Hâmîleri Kim?” başlıklı yazısıyla dergimizde...

Ayrıca önemli gördüğümüz haberleri sizler için derleyip yorumladık.

Gelecek sayımızda görüşmek dileğiyle...