Paris saldırıları hakkındaki yorumlarınız nelerdir? Batı sebep olduğu krizlerin bir gün kendisini vuracağını hiç düşünmedi mi?
Batı medeniyeti açısından bu tür olaylar yaşanılma riski yüksek olaylardır. Oradaki devlet anlayışı kolonyalist geleneklere sahip olduğu ve o gelenekler üzerinden yaşamını sürdürdükleri için bu tür risklere asırlardır devlet ve toplum olarak hazırlıklıdırlar. Cezayir meselesinde, Filistin meselesinde, Asala meselesinde bunları yine yaşamışlardır. Batı deyince terörle karşılaşınca çok paniklediği düşünülen; ama bu hadiseleri bir gün mutlaka yaşayacağını bilen toplumlar bütününü kabul etmemiz gerekir. CIA Başkanı “Paris saldırısı bir başlangıçtır, daha fazlasını bekliyoruz” dedi. Bu bataklığı ortaya çıkarırken, bu riski de göze almışlardı. Mesela, Zbigniew Brezinski Sovyetler Birliği’ne karşı Afganistanlı mücahidleri örgütlediği dönemlerde, bir gazeteci kendisine “Sovyetlere karşı radikal İslâm’ı destekliyorsunuz; ama ileride size taşıyabileceği riskleri hesap ettiniz mi?” diye sordu. Brezinski de “evet ettik; ama şu andaki hedefimiz Sovyetler Birliği’ni yıkmak. Gerisini sonra düşünürüz” dedi. Batı meseleye böyle yaklaştığı için bu olaylar tekrarlanıyor. Fransa bir yılda iki büyük çaplı saldırıya muhatap kaldı. Devletlerin bilek güreşinde kullandıkları mekanizmalar değişmedikçe, bu durum kolay kolay değişmeyecek gibi görünüyor.
Bu hâdiselerin ardından Avrupa’ya yönelik mülteci akımı ve mültecilerin durumu nasıl etkilenecek?
Avrupalıların genetiklerinden bahsederken “Kavimler Göçü”nden bahsetmeden edemeyiz. Şu anda dünyada 62 milyon mülteci var. Bu tarih boyunca oluşan en büyük rakam... Biz Türkler “Kavimler Göçü”nün kapısında oturan bir toplum olarak mülteci akımını siyasî ve sosyal genetik anlamda çok rahat göğüslüyoruz; çünkü biz bu göçlerin bir ürünüyüz. “Ne yapalım, geldiler ve beraber yaşayacağız” diyoruz. Olaya Avrupa veya Amerika’nın sosyal ve siyasî genetikleri açısından bakarsak, ortaya çıkan tabloda mülteci akımı bir “barbar” akını olarak görülür. Nitekim Hollande’ın dün (16.11.2015) Fransa Parlamentosu’nda yapmış olduğu konuşmada kullandığı “barbarlar Fransa’yı yenemeyecek” cümlesi bu genetiğin bir eseridir. “Öteki”ler Batı medeniyetinde baştan itibaren “barbar” olarak kabul edilmiştir. Bu olay olsa da, olmasa da, hatta bundan sonra hiçbir olay olmasa da, mülteciler Batı kültürü tarafından hep dışlanacaktır. Nitekim “The Walking Dead” gibi senaryolar, Batı’nın kendinden olmayana dönük hassasiyetlerini kullanabilen senaryolar olarak ortaya çıkıyor. Batı’nın gözünde Macar sınırına bebekleriyle dayanmış Suriyeli anne, esasında bir zombidir. Ona göre davranır; hatırlarsınız bir kameraman çelme takmıştı. Bir Türk kameramanın böyle bir hareket yapma şansı yoktur. Kültürlerimiz farklı. Biz kavimler kapısının son noktasını bekleyen bir milletiz; Anadolu budur. Onlar ise kendi topraklarının o kavimler kapısından gelen “barbar”lar tarafından tehdit edildiğine inanırlar. Yaşadıkları panik tarihî genetiklerinden kaynaklanmaktadır.
Son Viyana toplantısından çıkan karar Suriye meselesinin çözümünde ne kadar etkili olacak?
Bu, Suriye ve İran’ın alanda yapacakları işlere bağlı… Gördüğümüz kadarıyla bir mutabakat var. Esed’siz bir geçiş sürecine doğru götürülmeye çalışılıyor Suriye meselesi… Fakat bunlar henüz çok prematüre ve önümüzdeki günlerde kararlılıkları görmemiz gerekiyor. Sina Çölü’nde düşen uçağın bir terör faaliyeti neticesinde düşmüş olduğunun bugün kabul edilmesi, Rusya’yı Suriye’den erken bir gelecekte çıkmaktan alıkoyacak bir durumdur. Rusya “ben burada bataklığa saplanıyorum, ufak ufak döneyim” diyecekken, bu zaman kaybedilmiş oldu. Uçağı kim havaya uçurdu bilmiyoruz; ama uçağı havaya uçuran şahıs, örgüt yahut kurum Rusya’yı Suriye’de tutmaya çalışıyor.
G-20 Zirvesi sizce nasıl geçti? Alınan kararlar hakkında ne düşünüyorsunuz? Uygulanabilirler mi?
G-20 genel sekretaryası bile olmayan; ama her yıl grup başkanlığını yapan ülkelerin çalışmalarını yürüttüğü bir organizasyon. 20 farklı menfaat ve önceliğe sahip devletin oluşturduğu bu organizasyona dünyada büyük bir umut bağlanmakta. Aldığı kararların bir yaptırım gücü yok; ama dünya nüfusunun %85, gayri safî hâsılasının da %90’ını oluşturan bir grup, bazı konularda bir takım kararlar alıyorsa, bunlara ciddiyetle yaklaşmamız lâzım. Birleşmiş Milletlerin II. Dünya Savaşı sonrası şartlarda kurulmuş olması ve bu şartların bugünkü dünyanın gerçeklerine hitap etmiyor oluşu, G-20’yi her geçen gün daha da önemli bir konuma getiriyor. Aldıkları kararlar, devletlerin bugünün dünyasında almaları gereken kararlardı:
1-Mülteci krizi
2-Kalkınmanın yaygınlaştırılması ve bölgesel adaletsizliklerin giderilmesi
3-Terörizmle kararlı mücadele
4-İklim değişikliği konusunda uygulanacak metodlar
Esasen 2015 yılı sözünü ettiğimiz tüm konular, Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası platformlarda ele alınan noktalar. Yani bu kararların alınması gayet doğaldır. Bu kararların arkasında durmak meselesinde ise, o devletlerin küresel ve bölgesel çıkarları ile çeliştiğinde yalpalamalar olmayacağını söylemek de mümkün değildir. İklim değişikliği ile alâkalı bir planlamada Çin Halk Cumhuriyeti ve Hindistan’ı, gelişmiş Batılı ülkelere nisbeten çekinceleri var. Bu iki ülke atmosferi en çok kirleten iki ülke… Yakında Paris’te yapılacak iklim değişikliği konusundaki toplantıda bunu değerlendirecekler ve bu iki devlete bir takım yaptırımlar gelebilir. Terörizm ile mücadele hususunda da devletler ve istihbarat servisleri hâlâ “senin teröristin-benim teröristim” kavramını aşabilmiş değil. Tüm bunlara rağmen kararları, geleceğe dönük bir iyi niyet bildirgesi olarak kabul edebiliriz.
Karbon salınımı problemini Batı tam olarak çözdü mü, yoksa öyle mi gösteriliyor?
ABD değil; ama Avrupa’nın düşük karbon konusunda çok ciddi adımlar attığını söyleyebiliriz. İsveç, Norveç gibi Kuzey ülkeleri 2030 yılında “sıfır emisyonlu” toplumlara dönüşme yönünde programlar uygulamaktalar. ABD ise çok büyük bir ekonomi ve dünyadaki “süperiorite”sini sürdürmeye çalışıyor. Kyoto Anlaşması’na uzak durmuş ABD’nin, Paris Zirvesi’ne gönüllü olarak katılacak olması, bu açıdan önemli. Hindistan ve Çin açısından ise sorun büyük. Onlar tıpkı Türkiye gibi kendilerini gelişmekte olan sanayi toplumları olarak görüyorlar ve bazı noktalarda “sıfır emisyon” uygulamalarının kendi gelişmelerini önleyeceğini düşünüyorlar. Türkiye ise gerek sanayi altyapısı ve gerekse de nüfus yapısı itibariyle atmosferi en az kirleten ülkelerin başında geliyor.
G-20 toplantısında kapitalizm tartışmaya açıldı. Bu hususta samimiler mi, yoksa mevcut statülerini devam ettirmek için bir şeyler mi defa ediyorlar?
Samimi olduklarını düşünüyorum. “Occupy Wall Street-Wall Street’i işgal et” hareketiyle başlayan bir süreç var. Bunu diğer anti globalist hareketlerin güçlenmesi izledi. Mevcut küresel kapitalizmin ciddi şekilde her platformda, hatta IMF ve Dünya Bankası platformlarında bile tartışılabilir duruma gelmesi, bizi biraz ümitlendiriyor.
Küresel ekonomi dediğimiz bu yapılanma, SSCB’nin yıkılıp 21. Yüzyıla tek süper güçlü girdiğimiz günlerde bir tabuydu. Sınırlar kalkacak, küresel ekonomik entegrasyon olacak, malların, sermayenin ve insanların serbest dolaşımı gibi hayalleri vardı. Son 20 yılda gördüğümüz gerçek ise bilgisayar ekranları üzerinden hayâlî ve serbest dolaşan paradan başka bir şey değil. Amerika’da da tartışılan konu, bu sistemin son 15 yılda zengini daha da zengin, fakiri ise daha da fakir yaptığıdır. 2008 yılındaki finans krizinden sonra yükselen bir tartışma ile karşı karşıyayız. Parayı doğrudan doğruya üretimde kullanan sanayicilerin, üretimi en iyi şekilde değerlendirmeye çalışan tüccar sınıfının ve kobilerin ana problemi finans sektörünün gözünün doymamasıdır. Öyle bir sistem oluştu ki, insanlar üretimden vazgeçecek hâle geldiler. Sebebi ise bu küresel finans sisteminin aç gözlülüğü… Sürekli kazanan, hiç kaybetmeyi arzu etmeyen, hiçbir riske girmeyen; ama sürekli olarak insanların üretim faaliyetlerinden çok yüksek kârlar elde etmeyi başaran bir finans sektörü ile karşı karşıyayız. Bu kazanılan paraların da küresel ekonominin düzeltilmesi yönünde akılcı yatırımlara yönlendirilmiyor olması ve sürekli paradan para kazanan bir rant ekonomisinin insanlığa hâkim olması, geleceği karartan bir nokta. Çünkü toplumların kendi içlerinde ve ülkelerin kendi arasında ücret dengesizlikleri terörü ve savaşı yükselten bir boyuta varmış durumda. ABD’de nüfusun %1’i ülkede üretilen bütün servetlerin %55’ine sahip… Böyle bir sistem %99’a sadece %45 bırakıyorsa sürdürülebilirliği mümkün değildir. Aynı şekilde Türkiye’de mevcut tüm bankalardaki mevduatların yarısı sadece 80 bin kişiye ait. Böyle bir ülkede sosyal armoniyi, radikal akımların güçlenmesini, toplumun fay hatlarının çatlaması neticesinde oluşan bölünmeleri engelleyemezsiniz. 80 bin kişinin elindeki mevduatlara göz dikmek değildir bu; sistemin daha eşitlikçi ve insanların daha ortak refah içinde yaşayacağı bir noktaya taşıma gayretidir.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı takdir ediyorum. Türkiye son beş yıldır Suriye ve Irak coğrafyasında bizim “vicdan diplomasisi” dediğimiz bir diploması yürütüyor. İki buçuk milyon mülteciyi ağırlayan bir Türkiye var ve 700 bin mülteci karşısında Batı’nın ne hâle geldiğini bizler gördük. İnsanların malını ve canını koruyan vicdan diplomasisidir bu. G-20 Zirvesi’nde Cumhurbaşkanı’nın çıkışları bir “vicdan ekonomisi”ni gündeme getirdi. Bu sufî İslâm’daki bir duruş. Avrupa’da ve topyekûn Batı medeniyetinde sosyal-demokrat ve sosyalist hareketlerin gündemde tutmaya çalıştıkları ve yapmaya çalıştıkları tüm meseleleri Türkiye Cumhuriyeti’nin kendisini “muhafazakâr-demokrat” olarak niteleyen cumhurbaşkanı tarafından gündeme getirilmesi çok önemli.
Vaktinizi aldık teşekkür ederiz.
Ben de teşekkür ediyorum.

Baran Dergisi 462. Sayı