Ailesi İsmail Adalı'nın hayatını kaybettiğini zannederek hâdise yerine ulaştı; babası saatlerce bekledi ve maden teknikeri oğlunu kurtarma çalışmalarına katılan kalabalığın içerisinde görerek şaşkınlığa uğradı. Zannedilenin aksine İsmail Adalı göçük altında değil hayattaydı ve arkadaşlarını kurtarmak için durmaksızın madene girip çıkıyordu…
 
Tekraren ifade edildiğinde ve hatırlandığında bile bu hâdise zannediyorum aynen o günkü gibi, “insan” olan, azıcık vicdan taşıyan herkesin göğsünde bir yumru gibi “birşey”i, derin hissiyattan ötürü kursaklarımızı sıkan bir fiziki durumu, şakaklarımızın iki yanını aniden kavrayan bir (pres) makinesi tarafından sıkılıyormuşçasına bir baskının varlığını hissettirir. “İnsan” olmak, insan gibi davranmak yani yaşamak, hayatını sürmek de bana göre bu tip hâdiselere verdiğimiz tepkilerle ölçülebilir; ne (entelektüel)vârî aforizmalar, ne ruhundan habersizce başa geçirilen sarıklar, ne de ucuz sevgi gösterileri. İçinde yaşadığımız yüzyılın bir önceki yüzyıldan sırtımızda kamburlar oluşturmuş bakiyesi ne iktisâdî buhran, ne “modernleşme” diye tapmıyor olduğumuzu her yazının başına koyduğumuz muamma, ne de “işte bizi öldüren bu rehavet” nasihatleridir; bana kalırsa ve açıkça ifade etmek gerekirse, savaşlardan bunalmış ve bunalımını kendi kendini tüketmeye adamış Avrupa ve onu her dâim istismar ederek şer güçlerin kaptanlığını yapan Amerika’nın dünyaya ve bizim gibi “Üçüncü Dünya Ülkelerine” en büyük hediyesi “hayvanlık” oldu; bu durum, insanlıktan çıkışın bir (kriz)i hâlinde, toplumlara uyuz illeti gibi sirayet edip tabiî olarak hissizliği doğurdu.
 
Üstad Necip Fazıl’ın bundan seneler evvel kaleme aldığı “His İptali” diye izâh ettiği ve “bana bir hastalıktan bahsettiler” diyerek anlattığı yazıda şöyle demişti:
“Buhran, bunalım, darlık, yokluk gibi laflar, hakikatlerini lügat kitaplarına terk etmiş kuru mefhumlar”
 
İsmail Adalı gibi bir fedakârlık (sembol)ünün varlığı, esasında insanlığın bir şekilde tamamen yok olmadığını, varlığını sürdürmek için en büyük felaket sahnesinde dahî insanlık adına hareket edebilmek gerekliliğini göstermişti. Bana kalırsa bu durumun (anti-tez)i olarak da “insan” olmaktan kaçınan, bilakis hayvanlıkta ısrar eden tipleri koymak yanlış olmaz; çünkü “insan” bütün ömrü boyunca “fedâ” edebildiği kadar var ve bütün olarak yahut kaçınabildiği kadar hasislikten uzaklaştıkça asıl varlığına doğru temayüz eder, seçkinleşir.
 
Soma hâdisesi esnasında 301 şehidimiz o sıralar göçük altında kelime-i şehâdet getirir, çamurlu sularla-teyemmümle abdest alırken sırf mevcut iktidarı birazcık daha olsun yıpratmak gayesiyle kendilerini “muhalefet” olarak isimlendirilenlerin yaptıklarını bilmem hatırlar mısınız? Hâllerini tekrar tasvir etmek adına o hafta kaleme aldığım yazıdan şu satırları paylaşmak istiyorum:
 
“Onlar için insanların hâlen madende olması, şehidlerin bir bir yeryüzüne çıkarılması, ağlayan analar, kurtarma çalışmaları şu yahut bu; verebileceğimiz hiç bir insani örnek yahut makul bir şey yok! İlle de şu var: "Tayyip istifa"... Hükümet bile değil! Gözü dönmüşlüğün ve Psikedelik-Zihni Açığa Çıkarma'nın herhâlde bundan daha iyi misâli verilemez? Bazı insanların mahsur hâlde bulunmasının, orada bir can pazarı yaşanmasının ve buna benzer bir sürü misâlin bir insan tarafından anlaşılabilir birçok yanı vardır da, bu "kolektif delilik"e tutulmuş gürûhun anlayabileceği bir dil yok; çünkü "dil" kültüre ait bir meseledir ve insanlıktan nasibini almamış bu gürûha, insanların bir şey anlatabilmesi kâbil değildir! Bir karıncayı bile ezmekten, üzerine basmaktan imtina eden, çekinen, içi burkulan "insan"ın, yer altındaki 301 kişinin üzerine basa basa hareket etmesi yüzyılımız adına kan dondurucu bir misâldir. Hele ki, "onlar falanca partiye oy verdiler, bu olanlara müstehaklar" demek, en çok bu tiplere yakışır; tipsiz, dinsiz, merhametsiz, kara vicdanlılar...”
 
7 Haziran Seçimleri’nin bloklaşan muhalefet kanadının görüntüsüdür…
Baran Dergisi 439. Sayı