Seçim sath-ı mailinde bulunduğumuz bugünlerde, gerçeklerden uzak bir gündemin muhatabıyız. Aktüel plândaki tartışmalar, kahir ekseriyetle seçmen avlamaya yönelik olarak seçiliyor; siyasîler ile medya organları da tartışmaları bu minvalden koparmamaya özen gösteriyorlar. Demokrasi ile yönetilen ülkelerde, nihayetinde iş geliyor seçim dönemine dayanıyor ve bunun tabiî gereği olarak popülizme dönüşüyor. Mevzumuz demokrasi olmadığından, bu husus hakkında uzun uzadıya konuşmadan devam edelim. Her ne kadar Türkiye’de tek bir gündem varmış ve o gündem de seçimmiş gibi gösterilmek istense de, hakikatinde bu ülkenin bir numaralı gündemi, tarihin çöp tenekesine atılmasının vakti gelmiş de çoktan geçmekte olan rejim değişikliği meselesidir.
Türkiye’de bugün yürürlükte olan rejim, 90 seneyi aşkın ömrü müddetince pislik ve problem imâl etmekten başka hiçbir vazife görmemiş olarak, bugün nedense hâlen geçerliliğini sürdürmeye devam etmektedir. Her ne kadar Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Başkanlık Sistemi” başlığı altında rejim değişikliği meselesini gündeme getirmek ve tartışmaya açmak için çokça gayret ediyorsa da, beklenen aksi sedayı hâlen bulabilmiş değil ne yazık ki.
Bugün hâlâ muhatabı olmak zorunda kaldığımız rejim enkazının manzarasına, her ne kadar tiksinsek de, son bir kez bakıyor olmak umuduyla bir kez daha bakalım ve neler gördüğümüzü madde madde ortaya koyalım…
Kimi Veçhelerinden Mevcut Rejim Manzarası
Batı’da, hürriyet ve demokrasi kelimeleri âdeta büyüleyici afyon gibi sıkça kullanılan sloganlardan. İşin aslındaysa Batı’daki anlamı ve işleyişiyle hürriyet de, demokrasi de birer illüzyondan ibaret. Türkiye’deyse, kendisini milletin efendisi addeden Batıcı zümrenin hak ve hukuk tanımaksızın, 90 seneyi aşkın bir süredir işledikleri cinayetleri, talanı, yağmayı, sömürüyü sarıp sarmalayarak millete dayattıkları kılıf, hürriyet ve demokrasi. Ferdî planda insan nefsini elinde oyuncak eden alkol, kumar, fuhuş, sapkınlık gibi ne kadar musibet varsa hürriyet, içtimâi plandakilerse demokrasi kılıfında. “Ayyaşlık hürriyeti”, “zina hürriyeti”, “her tür ahlâkî ve fiilî cinayet hürriyeti, “homoseksüellik hürriyeti”… Bunların hak(!)larını savunan parti, dernek ve platformların faaliyetleri de, “demokratik hak”. Rejimin hürriyet ve demokrasi anlayışının tablosu; nefse mutlak tutsaklık ve “Mutlak Fikir”e düşmanlık...
Ruhsuzluk ve ahlâksızlık ise tabiîleşme temayülü gösteriyor. Bundan asırlar evvel ekilen fesad tohumları, bugün dallanıp budaklanmakta. Ahlâksızlık, ferd hürriyeti olarak anayasa güvencesi altına alınmış vaziyette. Hattâ pek çokları tarafından ahlâk, mânâlarından yalnız biri olan “cinsî ahlâk”tan ibaret biliniyor(!). Siyasî, idarî, fikrî, ilmî, ticarî ve hukukî ahlâk mı? Ahlâk kelimesi sırf dini hatırlatıyor diye, Yunancadan gelme soysuz bir “etik” kelimesi ile tüm bu ahlâksızlar etiğe uyduruluveriyor. Ahlâk manzarası böyleyken, ya ruh; eşya ve hâdiselerin kendi içlerinden çıkan kuru müşahede ve kuru tecrübe, kuru akıl ve kuru bilgi kanunları üstünde bağlanmaları iktiza eden ruh ölçüleri mi? Mevcut rejimin yetiştirdiği “insan” tipi bile cesedini nefsi peşinde sürüyen ruhsuz leş iken, ruh mu dedik? Ruhun da, ahlâkın da bu diyar manzarasında yeri yok!
Aydınların manzarasına bakalım bir de… Kapitalist zihniyetin popüler kültüre dayanarak, kazan ve kazandır ölçüsünce taleb piyasasına sürdüğü koyun sürüsü. Mücerret fikir düşmanlığı, ahlâksızlığı örgüleştireni, câhili, intihâlcisi, tetikçisi ve daha nicesi var da, bir tek fikir çilesinin talibi yok! Sedat Simavi Hürriyet Gazetesini “fikri idam etmek” sloganıyla kurduğundan beridir, aydın diye pazarlananların hepsi, her gün yeniden idam edilen fikrin sandalyesini tekmelemek için sırada bekleyen cellâtlar sürüsünden ibaret. İşte aydınlar sınıfının manzarası...
Tepetaklak devlet ehramı… Bugün Erdoğan’ın da en şikâyetçi olduğu hususların başında gelen mevzu… Devlet öyle bir şekilde teşkilâtlandırılmış ki, bütün bir devlet, bürokrasinin şuur seviyesine mahkûm; her müsbet hamle, aynı bürokrasi engelinden sekip geri dönmekte.
Askerî bürokrasinin manzarası da farklı değil hani… Kendi milletinden korkan devletin, kendi milletine doğrultulmuş silâhı olarak senelerce görev yapan, bu vazifeye nisbetle teşkilâtlanan ve son dönemde bürokrasinin yargı ayağına çöreklenmiş başka bir millet düşmanı kadro tarafından âdeta talan edilen ordu.
Gelelim ideale; Türkiye’de mevcut olan rejimin ideali nedir? Düşünme melekesi hâlen işler vaziyette olan herkes otursun, düşünsün ve bu suâle bir yanıt bulsun. Hadi Kemalist zihniyetin hâkim olduğu demde rejimin bir ideali vardı; Batılılaştırmak suretiyle milletimizi ruh kökünden tamamen kopartmak ve -hâşâ- İslâm’ı ortadan kaldırmak. Peki bugün mevcut rejimin ideali nedir? Açıkçası biz çok araştırdık, düşündük de; fakat ancak bir ideal çorbası bulabildik ki, tencerenin içindeki tüm idealler birbirini çelerek hükümsüz kılmıştı.
Millî ıstırabımız tamamen kangren olmuş vaziyette, hissiz; ırza geçme, homoseksüellik, zina, veled-i zina, kumarbazlık, ayyaşlık, kadına şiddet, hayvana şiddet, hırsızlık ve gasb vaka-i adiyeden. Bir adam düşünün, pantolonu tutuşmuş yanıyor; eğer ki ateşin hararetini fark etmez ve söndürmezse, bir süre sonra kendisi de yanıp kül olacak. Adam harareti hissetmiyor. Biz de aynı durumda, hâlimizi kanıksamışız, hissetmiyoruz. Her ikimizi de aynı netice bekliyor.
İktisadî manzaramız; taşıma suyla bir dönen, bir duran değirmen. Cumhuriyetin kurulmasıyla beraber meydana getirilmek istenen Batıcı burjuvazi ve bu burjuvaziden nemalanan bürokrasi ve medya unsurları tarafından millîleştirilmesine bir türlü müsaade edilmeyen iktisadımız. Kontağı basmayan otomobili vurdurarak çalıştırmak ister gibi, on senedir dışarıdan tahrik edilerek harekete geçirilmek istenen motora mukabil, devamlı suretle tam çalışacak sürat yakalandığında ayağını fren pedalına atan sermaye-medya-bürokrasi üçlüsü… İtilerek çalıştırılmak istenen tarım, sanayi, ticaret gibi sektörlerin-otomobillerin, freninde hep aynı ayak!
Para ve bankacılık sektörünün manzarası da iktisadî manzaramıza benzer vaziyette… Fâiz lobisi, kur manipülasyonu, enflasyon derken en çok kâr eden sektör “neo-tefeci” bankacılık sektörü.
Enflasyon canavarı, son senelerde güç belâ bir kazığa zincirlenmişse de, bu canavarın çıkardığı homurtular bile piyasaları psikolojik olarak alt üst etmeye yetiyor. Bilhassa sermaye-medya ikilisi, enflasyon canavarının homurtularını millete misliyle duyurmak işinde son derece mahir.
13 senedir Ak Parti’nin süslemeyle, sıvamayla, alçıpanla restore etmeye çalıştığı bu enkazın, artık restorasyonla daha fazla ayakta tutulamayacağı Ak Parti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından da görülmüştür. Rejim enkazının manzarasını bir nebzede olsa tasvir edebildiysek, rejim değişiminin neden şart olduğu da tabiî olarak akıl, izan sahibi herkes tarafından anlaşılmıştır herhâlde...
Rejim Tartışmasındaki Kısırlık
Mevcud rejim manzarasını biraz evvel ortaya koyduk. Görüldüğü üzere bu rejim içinde yaşanmaya değer hiçbir şey kalmamıştır ve her ne kadar bu rejim restore edilip ömrü uzatılmaya çalışılmışsa da, miadını mutlak bir şekilde doldurmuştur artık. İktidar partisi de, rejimin miadını doldurmuş bulunduğunu farkında olarak, artık rejim değişikliğinin kaçınılmazlığını görmekte ve “Başkanlık Sistemi” başlığı altında bu tartışmayı genelleştirmeye çalışmaktadır.
İçinde bulunduğumuz iç ve dış şartların Türkiye’yi, idare şekli ve ruhunu değiştirmeye zorladığı bugünlerde, takib ediyorsanız, sizin de takdir edeceğiniz üzere, son derece sathî ve ucuzcu bir “şekil” tartışması yapılıyor. İşin asıl konuşulması, tartışılması, üzerinde kafa patlatılması gereken “ruh”u hakkındaysa, tek kelime edildiğini duymadık henüz. Demokrasi dolayısıyla; “seçilenlerde liyakat ölçüsü aranmadığı için, siyasîler arasından bu gibi tartışmalar doğmuyor”, yahut “millet bunlardan anlamadığı için siyasetçiler oy getirisi olmayan kafa karıştırıcı tartışmalara girmekten kaçınıyorlar” denebilir. Hadi buna tamam diyelim de, bu ülkede aydının köküne kıran mı girdi? Ne yazık ki, bu suâli “evet” diye yanıtlamamız gerekiyor. Kendisini aydın addeden veyahut popüler kültür tarafından “aydın” diye satıldığı için kendini aydın zannedenlerin çok çıkan seslerinden yükselen çiğliğe ve bayağılığa bakacak olursak, “evet”, aydının köküne kıran girdi Türkiye’de. Üstad Necib Fazıl’ın, Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’na meâlen söylediği; “bizde fikir adamının yaşamaması için her şey mevcud” ölçüsü zaten malûm da, adam bu ölçüye bakıp şartları fikir adamı yetişecek seviyeye çekmekle meşgul olacağı yerde, kalkıyor bu ölçüyü kendi fikirsizliğinin bahanesi hâline getirip keleşliğini pazarlamaya devam ediyor... Dağıtmadan devam edelim; 90 sene sonra, Türkiye’de yalnız İslâm’a ve İslâmî olana düşmanlık etmek üzere şekillendirilmiş ve buna göre bir jeni-öz ile canlandırılmış olan küfür rejimi tartışılıyor ve kâfirinin de, Müslüman’ının da şekil planından öte tartışmaya katabilecek tek bir kelimesi yok! Bu vaziyeti izaha kavuşturmak için pek çok sebeb sıralanabilir; fakat bize göre bu sebebler arasında en önemli olanı, Türkiye’de hiçbir kesimin meseleleri çözüme kavuşturacak bir ideolocyası olmaması yahut ait olduğunu iddia ettiği ideolocyadan bihaber bulunmasıdır. E şimdi senin bir dünya görüşün yok veya olduğunu iddia ettiğin dünya görüşünün de, ya meseleleri çözüme kavuşturacak kapasitesi, ya da senin o ideolojiye bakarak çözüm getirecek çapın yok. Demek ki senelerdir birbirlerine masal anlatıp kendilerini tatmin etmekten ve gürültü çıkartmaktan başka bir iş yapmamışlar.
Öyle veya böyle, 90 senedir hâkim olan küfür idaresi, şeklî ve ruhî bakımdan tartışmaya açılmıştır. Bu tartışmanın illâki bir kırılma noktası olacaktır ve bu kırılma da tabiî bir şekilde fikir keleşlerinin değil, fikir soylularının lehine bir seyir izleyecektir. Öyleyse her kesime düşen, ya fikir soyluluğuna talib olmaktır, yahut da kırılma ve sonrasındaki bedellerden kaçınarak susup köşesinde gıkını çıkarmadan oturmaktır.
Sıçrama Tahtası
Ak Parti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın girdiği dokuz seçimi de kazanmasının en önemli nedenlerinden biri de, birçoklarının tahayyül ve tahammül dairesi dışındaki meseleleri millet ile cesurane bir biçimde göz göze konuşmasıdır herhâlde. Bu konuşmalar, millet düşmanlığı kemikleşmiş zümreler ile Ak Parti’nin kurduğu diyalektik ilişki üzerinden yürür ve Ak Parti’yi her seferinde bir üst basamağa sıçratırken, bugün gelinen noktada, millet düşmanlarının flulaşmasından-müphemleşmesinden mülhem, artık Ak Parti’nin net bir şekilde kurabileceği diyalektik bir münasebet de kalmamıştır. Rejim tartışmasına dönecek olursak, kütle ağırlığı bu derece büyük olan bir tartışma, karşı taraftaki tüy siklet CHP, Cemaat vesaire üzerinden tartışılmaz, yahut onlarla kurulacak diyalektik ilişkiyle dayanarak bu tartışma yürütülemez. Öyleyse nasıl yapmalı?
Geldiğimiz noktada artık öyle üstü kapalı bir dille, işin şeklinde-sathında kalmak suretiyle bir tartışmanın sürdürülemeyeceği muhakkaktır. Bugün anketçiler çıksa ve bir kamuoyu araştırması yapsalar; “Başkanlık Sistemi”ne geçilmeli yahut “Başkanlık Sistemi”ne geçilmemeli diyen hiç kimse, bir sonraki “niçin” veya “nasıl” geçilmeli suâllerine yanıt veremeyecektir. Çünkü geçilecek olan şeyin ne olduğu hâlen meçhuldür. Artık Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çıkıp, yeni rejimin dayanak noktasının ne olacağını şeksiz şüphesiz bir şekilde millete anlatmasının vakti gelmiştir. Nedir o dayanak noktası? Pek tabiî ki “Mutlak Fikir”e muhatab vasıta sistem, “İslâm’a Muhatab Anlayış” sistemidir. Yâni, az evvel dediğimiz üzere İslâm’ın yeniden icad edilmesi değil, yeniden keşfedilmesi ve bu keşfin insan ve toplum meselelerine çözüm getirecek şekilde örgüleştirilmiş hâli olan “İslâm’a Muhatab Anlayış”tır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bahsettiği rejim değişikliği, “İslâm’a Muhatab Anlayış” ile jenisine/özüne kavuşturulmaksızın şeklî planda gerçekleşecek olursa, yarın öbür gün iktidarın adresinde meydana gelebilecek bir değişimde, bunun vebâli kimin boynuna olacak? Bunu da unutmayalım ve devam edelim. Biz, peşin fikrimiz gereği, pek tabiî olarak “bütün fikir”ciyiz ve pek tabiî olarak da bütüne talibiz. Yarım yamalak yapılan işlerin Türkiye’deki sonuçlarını da Rahmetli Adnan Menderes’e bakarak rahatlıkla görmekteyiz.
Bundan sonrasında bir manifesto hazırlayarak, gerçekleşecek olan rejim değişikliğinin jenisinin ve özünün ne olacağının açıklanması, diyalektik ilişki kısırlığı içindeki Türkiye’de, Cumhurbaşkanı tarafından temsil edilen kesimin duraklama yahut gerileme dönemine girmemesinin vesilesi olacak yegâne sıçrama tahtasıdır; ve açık konuşalım, bu kısırlık içinde Ak Parti yahut Erdoğan’ın başka bir çaresi de yoktur!
Neticede
Türkiye’de senelerdir siyasî mücadele veren kesimler, geldikleri noktada çözüm olarak teklif edebilecekleri bir tezleri olmadığı için statükodan yana bir çizgiye düşmüş vaziyetteler. Keleşlikleri görünmesin diye, rejim tartışmasını Erdoğan’a karşı olmak seviyesine irca ediyorlar. Bu zavallılığa bakarak, senelerce rejimi değiştireceğiz diye mücadele edenlerin bugünkü hâllerine “yazıklar olsun” demeden de geçemiyoruz.
Hâsılı kelâm, Türkiye’de miadını doldurmuş ve kokuşmuş olan rejim; öyle yahut böyle, şunun eliyle yahut bunun eliyle, mutlaka ama mutlaka bir şekilde değişecektir. Bu değişikliğin şekli ne olur, çok da önemli değil. Nihayetinde, “İslâm’da idare şekli yoktur, idare ruhu vardır”; bugünün Türkiye’sinde -hattâ biraz daha iddialı olsun dünyasında- herhangi bir idare şekline jeni/öz üfleyebilecek sistem çapında fert ve toplum meselelerine çözüm getiren Büyük Doğu-İbda’dan başka tek bir mihrak da yoktur. Dolayısıyla rejim tartışmanın seyri ne olursa olsun, “kim” tarafından neticelendirileceği bizim için son derece açıktır.
Hakiki kahramanlarına karşı
            Bu milleti artık kör ve sağır eyleme Allah’ım 
Baran Dergisi 432. Sayı