Jeopolitik kırılma diyebileceğimiz birçok hadisenin ardı ardına gerçekleştiği bir süreçten geçiyoruz. Suriye meselesi çerçevesinde angajman kurallarını ihlâl eden Rus uçağının düşürülmesi ve ardından Irak’a yapılan asker sevkiyatı, Türkiye’nin uluslararası arenada bir takım riskler aldığının göstergesi... Elbette etkin dış politikanın ve alınan risklerin menfi-müsbet bir takım geri dönüşlerinin olması da kaçınılmaz.
Dış politikada gösterilen etkin tavır Türkiye’nin uluslararası sahada inşa ettiği yeni vizyonun da ipuçlarını veriyor. Bu vizyon, çevresinde yaşanan hiçbir hâdiseye sessiz kalmama ve yaşananlara karşılık söylenecek sözün olması şeklinde kendini gösteriyor. Elbette “korkaklıkta ar, ileri atılmakta şeref var”dır; fakat içeriye baktığımızda alınan risklerin üstesinden nasıl gelineceği hususunda şüpheler ortaya çıkıyor. Hayaller gerçekten büyük, olması gereken de bu; lakin gerçeklerle hayaller arasında bir illiyet bağının varlığı da zorunlu. Aksi takdirde “mitomani” diye tabir edilen kendi hayallerini gerçek sanma hastalığına yakalanma tehlikesi mevcut. O yüzden hayallerimizin mahiyetini ve hayatın bunların tatbikine ne kadar izin verdiğini iyi tesbit etmek lazım. Hâlihazırdaki devlet ve toplum düzeniyle böyle bir başarıya ulaşmak mümkün müdür? En başta sistemin şu anki durumu ile bu hayallerin tatbiki pek mümkün görünmüyor. Yani devlet ve cemiyetin şu anda ruhu ile bedeni arasında bir tenakuz var. O yüzden evvel emirde bu tenakuzun izalesinin elzem olduğu kanaatindeyiz. Siyasî otoritenin bu tenakuzun izalesinde menfi değil müsbet bir rol icra etmesi, memleketin selameti açısından büyük önem taşımaktadır. Selin önünde bir set olmaması ve liyakat sahibi insanlarla suyun kıvrılması gereken mecraya doğru yön almasının önünü açmalıdır.
İktisadî ve içtimaî veçhelerden baktığımızda, ki aslında bunları birbirinden çok ayıramayız, halkın muhtemel ambargo ve çatışmalarda doğabilecek büyük zorluklara karşı sükûnetini muhafazası, devlet-millet birlikteliğinin tam olarak sağlanmasıyla mümkün. Ancak bu şekilde önümüze çıkacak badireleri atlatabiliriz. Protez çözümlerle, büyük sıkıntılar aşılamaz. Bunun şuurunda olmalıyız. Arkası-önü boş “goy goylarla” halkı kısa bir süre oyalayabilirsiniz. Sonra duvara toslamak kaçınılmaz olur. Bu ülkede ayakları yere muhkem basan bir rejim kurulmalıdır. Bu da ancak İslâm merkezli olabilir.
Gelelim diğer konulara.
Rusya Meselesi
Rusya ile tansiyonun yükselmesinin ardından gelen ekonomik yaptırım kararları girilen yolda karşılaşılan ilk ve belki de en küçük engellerden birisi… Rusya, Türkiye’den birçok ürünün alımını durdurunca, doğalgaz tedarikinde de benzer bir problem çıkıp-çıkmayacağı akıllara geldi. Malûmunuz, Türkiye doğalgaz ihtiyacının yarısından fazlasını Rusya’dan ithal ediyor. Kışın kendisini hissettirdiği bugünlerde ise en çok sorulan soru, Rusya’nın doğalgazı kesip kesemeyeceği. En başta şunu belirtelim ki devletlerarasında imzalanan bu tür anlaşmalar cezaî müeyyideleri olan anlaşmalardır. Rusların içerisinde bulunduğu ekonomik sıkıntıları düşündüğümüzde ne Türkiye’ye ihraç ettikleri doğalgaz gelirlerinden feragat edebilecek, ne de bu anlaşmadan caymanın yüklediği yükün altına girmek isteyeceklerdir. Yaşanan hâdisenin ardından Türkiye’nin, uzak görünen ihtimali göz önünde bulundurarak Katar, Azerbaycan vs. ülkelerle görüşüp doğalgazda Rusya’ya olan bağımlılığı azaltmaya çalışması da bu meselenin doğurduğu müsbet gelişmelerden; fakat bugüne kadar doğalgazda Rusya’ya bu denli bağımlı kalınması görmezden gelinmeyecek bir hatadır.
Konformizm
Coğrafyamızda var olan karışıklık Türkiye’nin iç dinamiklerinin dayanıklılığını da test edecektir. Dönüşümler krizleri beraberinde getirir ve bu krizler bünyenin direncine göre aşılır yahut yeni sorunların ortaya çıkmasını tetikler. Mevcut içtimaî yapımıza baktığımızda “konformizm” denilen “hastalık”ın insanımız bünyesine iyice sirayet ettiğini görmekteyiz. Bu durum en önemli problemlerden birisi olarak dikkat çekmekte… Çünkü devletlerin çözülüşleri ilk önce içtimaî planda gerçekleşir.
Gazetelerin aktüel iktisat sayfalarında toplumun konformizm hastalığına yakalandığını, sisteme entegrasyonun neticesinde tüketim çılgınına döndüğünü gösteren haberlere bolca rastlıyoruz:
Ünlü İngiliz lüks moda perakende zinciri Harvey Nichols, Türkiye pazarına girdiği 2006’dan bu yana 3 kat büyüdü. Harvey Nichols CEO’su Stacey Cartwright, bu büyümeden son derece memnun olduklarını belirterek, ‘Harvey Nichols bünyesinde 2’si Türkiye’de olmak üzere İngiltere dışında 8 mağazamız bulunuyor. Bu uluslararası mağazalarımızdan önümüzdeki dönemde hızlı bir büyüme bekliyoruz. Türkiye’nin de buna liderlik edeceğini öngörüyoruz’ dedi. Gelecek yıl Türkiye’deki 10. yıllarını kutlamaya hazırlandıklarını söyleyen Cartwright, ‘Türkiye’de geçirdiğimiz 9 yılda satışlarımız 3 kat arttı. Hemen her yıl çift haneli büyüme sağlıyoruz. Bu çok cesaret verici’ diye konuştu.”
İngilizlerin lüks giyim mağazasının sitesini ziyaret ettiğinizde ürün fiyatlarının Türkiye gelir ortalamasının kat be kat üzerinde olduğunu fark ediyorsunuz. İlginç olan ise bu mağazanın en fazla gelir elde ettiği ülke Türkiye…
Başka bir haber:
Türkiye ve İtalya, Tofaş tarafından Bursa’da üretilen Fiat Egea için adeta savaşıyor. Tofaş, iç pazara araç yetiştiremezken, İtalyan Fiat ise büyük beğeni toplayan aracın Batı Avrupa satışını 3 ay öne çekti. Tofaş CEO’su Cengiz Eroldu, ‘Şu an Bursa’daki üretimi kapma yarışı var. Adeta yok satıyoruz. 2016’de üretimi artırmak için ek yatırım yapabiliriz’ diye konuştu.
 Nitekim içtimaî hayatta en dikkat çeken husus, 7’den 70’e herkesin elinde olan son model telefonlar... Asgarî ücretin 1300 lira olup-olmamasının tartışıldığı bir memlekette, toplumumuzun ekserisinin lüks tüketime olan aşırı hevesi, bu hayat tarzını zarurî görmesi bahsettiğimiz kırılmayı açıklar. İhtiyaç mefhumu bugün bambaşka mânâlar arz ediyor…
İdeal ve Menfaat
Bu hâle gelmiş her toplumun tek kaygısının maddî menfaatler olacağına şüphe yoktur. Tek kaygısı maddî menfaatler olan bir toplumun ise büyük ideallerin peşinde koşması mümkün değil. Tarih boyunca siyasî, iktisadî ve kültürel mânâda dünya sahnesinde iz bırakan devletler, milletlerini bir ideal etrafında toplamak suretiyle başarılar elde etmişlerdir; Selçuklular, Osmanlılar, Napolyon Fransa’sı, Hitler Almanya’sı…
Toplumun böyle bir potada erimesinde daha önceki ve şimdiki yönetimin payı azımsanmayacak derecede fazladır. Seneler boyunca Batı tipi insan üretmek için elinden geleni yapan bir devlet anlayışını haiz olan Türkiye’de, nisbeten Anadolu insanının ruh köküne daha yakın bir zihniyetin iktidara gelmesine mukabil içtimaî bozulmanın önü alınamamıştır. Daha doğrusu bunun önüne geçmek için işin temeline yönelik hiçbir gayret sarf edilmemiştir. Bunun neticelerinden biri olarak, ekonomideki büyüme de tüketime endeksli bir büyüme olarak gerçekleşmiştir.
Toplumdaki bozulmanın en önemli sebebinin devlet olduğunu işaret ettik. Toplum, belli bir noktaya kadar üst kademelerin belirlediği rotaya yönelir. Beş yılda bir seçimlerin yapıldığı ve siyasetçilerin tek maksadının belirli aralıklarla yapılan bu seçimlerde koltuğu kapmak olduğu demokratik sistemin bir ideal uğruna her şeyini ortaya koyacak bir toplum inşâ etmesi de mümkün değildir. Zira günlük siyasî çıkarlar peşinde menfaatini korumak adına hareket eden siyasetçilerin de toplumu büyük idealler peşinde koşar vaziyete getiremeyeceği de malûmdur.
Neticede
Bölgemizde yaşanan askerî ve siyasî hareketlilik gelecek günlerde iktisadî tesirlerini fazlasıyla hissettirecektir. Uzunca bir süredir vurguladığımız üzere, bu coğrafyaya matuf planların asıl hedefi Anadolu’dur.
Anadolu’nun topyekûn hedef alındığı bu savaşın başladığını görmek ve hâli hazırda tepeden tırnağa bütün topluma sirayet etmiş konformizm hastalığından sıyrılmak gerekmektedir. Buna, şahsî menfaatlere değil, “liyakat” esas alınarak devlet kadrolarının teşekkül ettirilmesi ile başlanmalı, iş ehline verilmelidir. Bu, hayatî derecede önemli bir konudur.
Modern Batı sistemi çökmüştür. Bu çöküşün farkında olan Batılılar ve Batıcılar sistemin yeniden revize edilmesi adına kafa patlatıyorlar. Diğer taraftan bizleri birbirimize kırdırarak, zaten karışık olan bünyemizi daha da karıştırarak zaman kazanmaya çalışıyorlar.
Bize gelince; Batı devletlerinin içerisindeki gettolarda kaynama başlamış, İslâm dünyasında akan kan doruk noktasına ulaşmıştır. Afrika’da açlığın sebep olduğu ölümler had safhaya çıkmışken, dünyayı içinde bulunduğu bu buhrandan kurtaracak olan, adil paylaşımı sağlayacak, sömürü düzenini kökten kazıyacak olan İslâm’dır. Cemiyet ve ferdin özündeki İslâm hamurunun yeni bir anlayışla tazelenmesi gerekmektedir. Fert ile cemiyet arasındaki muvazeneyi kurmak ve kula kulluk düzenini ortadan kaldırmak, topyekûn Anadolu’nun bu fikir merkezinde kenetlenmesi ile mümkündür.