-Ölüm Odası’nda “Divân Edebiyatı ve Matlâ’ beyitler” etrafında işlediğiniz hususlara dair bir bakış açısı?...

-Divân Edebiyatına bu tarz bir el atış, bildiğim kadarıyla başka yok! O’nu yepyeni bir bakışla ele alıp, bir hazineyi gün yüzüne çıkarır gibi, bambaşka bir çehresini, yer yer fikrî meseleler etrafında, yer yer bizzat ordaki “duyguyu fikirleştirerek” gösterdik; şimdiye kadar görüldüğü ve gösterilmeye çalışıldığı gibi; bir “gül-bülbül edebiyatı” olmadığını… Ordaki tasavvufî derinliği. Bizzat divan şairi Şeyh Galib’in, sahici şair için “ehl-i hâl” demesi malûm. Bunu, “okuyucu şiirin ikinci müellifidir” ölçüsü ile birlikte düşünürseniz, bu tarz bir el atışta, onun “ben”deki derinliğini de gösterir. Şeyh Galib’in belirttiği üzere; Divân şairlerinin çoğu “ehl-i hâl”dir, olmayanlar da o mânâya yabancı değil. Şu kadar zamandır “gül-bülbül edebiyatı” olarak görülen, muhatapların keleşliğinden dolayı öyle anlaşılan “Divân Edebiyatı”nın “ben”im aynamda görünen zenginliği ve derinliği, -özellikle Matla’ beyitler etrafında- benim nefs muhasebeme malzeme olması yönüyle de böyle… Diğer taraftan “Büyük Muztaribler”in 4. Cildinde ele aldığımız hususların arka planı ve “iç yüzüne” doğru bir derinleşme olarak da görülebilir; kendi hâlihazırımıza nisbetle “onlara” nasıl bakılacağına dair bir anlayış da ortaya koymuş oluyoruz aynı zamanda. “Nefs Muhasebeme” malzeme olma yönü dedim ya. Bununla birlikte, aslında; o “ehl-i hâl” olan şairler kuşağında, o tahassüste “Osmanlı tefekkürünü” görmek ve göstermek, o tefekkürü İbda’nın hasrına almak… “Fikirden süzülme şiir” mevzuunu biliyorsunuz… Burda da bir bakıma, “şiirden fikir süzme” gibi, o tahassüsüsün bizde uyandırdığı hissi fikirleştirmek işi üzerindeyiz. Bu da “ben”de dirilen fikir demek! Orijinali bana ait bir iş…

-Bunun da “taklitleri” çıkabilir pekâlâ?...

-Burda bir usûl ölçüsünü de belirtmek lazım, -hani bir mevzuya el atma usulü, hadiseye yanaşan insan şuuru diyoruz ya- ben bir meseleye, bir mevzuya başka bir meselenin çözümü ve ilgisi içinde el atarken, bunun “bütün içindeki yeri”nin bilindiğini varsayıyorum. Misâl; “ebcedi” kullanmam gibi. Bir başkası ebced veya iştikâk ilmini çok iyi biliyor olabilir, tamam. Ama bana mevzunu söyle, nerede ne işine yarıyor bu senin, nerede hangi gaye ile kullanıyorsun? Bir mesele mi çözüyorsun, “ilim havası” mı atıyorsun, mesele bu; senin bir meselen yok! O “asıl” olmayınca da; vücudun aslî organlarını “yapma-takma organlarla” değiştirmek gibi lüzumsuz ve gereksiz bir meşguliyet, abes çıkıyor ortaya… Neticede bu yapanının zararına… Senin bir mevzun olur, o mevzuu ile ilgisi içinde, ebcede de, başka bir şeye de el atar, o yönünü de işaretlersin, o başka, bu mevzuunu da zenginleştirir…

-Fakat böyle “neyi niçin yaptığın?” sorulunca, kendisi de şaşırıp kalan, taklit ettiği şeyin…

-O başka. Burda az önceki konu ile bağlantılı olarak, “Divân Edebiyâtı” için söylediklerimi; ilm-i nücum, ilm-i huruf, ilm-i simya için de söyleyebilirim; bazı şeylerin, örneğin “Harfler ilmi”nin, hurûfilik şeklinde akılda kalması, yanlış uygulama, yanlış şeylere âlet edilmesi vesair sebeplerden, geçmişte yasaklanmış olması, bunun bir hakikatinin olmadığını göstermez. Yıldızlar ilmi, burçlar ilmi için de aynı şey; bunların vülgarize olmuş, hurafeye boğulmuş olması, yanlış kişiler elinde yanlışa, magazine kadar düşürülmüş olması bunların “hakikatinin” olmadığını göstermez. Buna benzer ilimlerin “ehli” kalmamıştır, bunlar da zaten “ehli için, ehline göre” ilimlerdendir. Rüya tabiri mevzuunda, daha önce söyledim mi bilmiyorum; misâl olarak, “sekiz çeşit rüya vardır” deniliyor, bu bir kategori olarak sınırlama değil, mevzu açıldıkça ve derinleştikçe, sekiz çeşit değil, seksen bin çeşide, seksen milyara, ordan insan sayısına kadar inebilir… Bu “ehlince bilinen” ilimlerin niteliği bakımından böyle… Aslında sadece buna mahsus değil, hangi mevzu olursa olsun, bir mevzu derinleştikçe ortalık tenhalaşır; hem “derinleşen” açısından, hem de mevzu bakımından…

-Bir de bu temel kavramların, olur olmaz yerlerde, dergilerde vesair, isim, kaynak –alıntılandığı yer- belirtilmeden kullanılması mevzuunda?...

-Defalarca söyledik, uyardık; böyle hırsızlık yapar gibi, sanki senin kendi malınmış gibi kullanılmasın bunlar diye! Bir süre sonra bu en temel kavramlar sanki “orta malı”ymış gibi, nerden alındığı, nerde nasıl kullanıldığı bilinmez tanınmaz hale geliyor diye… Yok! Bu nasıl bir ahlâksızlık yahu?.. Misâl söylüyorum; “Batı kültür ve yaşayışının ulaştığı her yer Batı’dır” diye Bütün Fikrin Gerekliliği’nde yaptığımız temel tesbitlerden veya “İdrâklerin iğdiş edilmesi” mevzu. Şimdi alıyorlar bunu böyle, fiyakalı laf patlatma hevesiyle, isim yok, kaynak yok, nerde nasıl işlendiğine dair bir şey yok, kullananın anladığına dair en ufak bir iz, işaret yok… Sonra n’oluyor? Kendi dünya görüşümüz içinde yerli yerine oturtulmuş, orijini-orijinali bize (bana) ait olan en “temel kavramlar” bir bakıyorsun ki böyle sanki “orta malıymış” gibi… Olmaz! Bu ya hırsızlıktır veya ahmaklık. Bunun “iyi niyetle” telif edilecek (açıklanacak) bir bahanesi olamaz! Üstelik defalarca uyarmışız değil mi?..

-“İdrâklerin iğdiş olması” konusunda daha önce söyledikleriniz gibi?...

-Evet. Şimdi bunu duydu veya okudu(!) ya, hemen o da başlıyor; “İşte idrâkleri iğdiş olmuş” filân, -bir de keskin ki- E bu sana söylenmiş bir şey, sen nasıl oluyor da bizim meseleler içinde 60’a yakın “ESER” ile gösterdiğimiz bir hakikati, böyle papağan gibi… Hadi göster bakalım şu senin “İğdiş olmamış”(!) idrakinin ürünlerini, eserlerini?.. Bunu söyleyince, kendisi “iğdiş olmamış” olanlar safına atlayarak(!)… Böyle yalancıktan sırnaşarak…

“SIRNAŞMA METODU”

Halk arasında kullanılan bir söz var; Ne kadar nefret celbeden şey varsa burnumun dibinde bitiyor minvalinde, - tam olarak aklıma gelmedi- bu mealde. Onun gibi ne kadar nefret celbeden şey varsa, bunları da eserler boyu izah etmiş olmamıza rağmen, yine bir bakıyorsun sağında solunda bitivermiş. Bu nasıl bir psikoloji, nasıl bir ruh hâlidir? “Yanaşma ve sırnaşma”nın dışında –ki bir fikir adamına en büyük eziyet de odur- bir şeye aklın ermiyor mu? Şimdi ben “fikir” filân diye yırtınıyorum ya; “Fikri yaşamak yaşamayı fikir bilmek” diye. Muradımız açık, kasdımız belli değil mi? Bunun “ne demek” olduğunu gösteren eserlerimiz ve hayatımız ortada değil mi? Yok! Bunu duydu ya, o da başlıyor; “İşte fikiiir”(!) filân diye. Allah Allah! Adam şu yaşa gelmiş; iş, eser, çaba, emek, gayret, herhangi bir “verim” namına ortada hiçbir şeyi yok, cümle kurmaktan aciz, o da “fikir”(!) diyor, anlamaya çalışıp köy muhtarı kılıklı halinden kurtulmaya çalışacağı yerde… Ne fikri?... Hadi konuş bakalım, fikirden ne anladın, ne anlıyorsun? Bak hayatında “fikirden” başka her şey var… Kaç türlü ahlâksızlık bir arada. Bu maymunluklardan artık… (Elinin tersiyle “gına geldi” anlamında bir hareket yapıyor)

-Bir pâye, “icâzet”(!), koltuk filân verseniz…

-Vereyim, al; Yahu sen Sabancı gibi “zengin” bir adamsın! Bitti mi, geçti mi züğürt ağa hâlin. Sahte sahte böyle… Bırak onu bunu, başka bir şeyden bahsediyorum; Benim bu yolda en küçük bir emeği, çabayı “mânâlı kılmak” için gösterdiğim hassasiyeti biliyorsunuz… Bu istismara yeltenilecek bir şey mi, yoksa mesuliyetini duyarak, “hak etme şuuru”nu göstereceğin bir şey mi! ( TG üzerinden yapılan manipülasyonlar kastediliyor. Ş.S.) Bugüne kadar “hiçbir şey” olamadıysan, kendini benim “dâvâ arkadaşım” (!) ilân et, “her şey” olursun bir anda, ben neysem sen de o (!) olarak. “Bağlısı” filân gibi ifadeler kesmiyor artık demek ki, “eşitlenme ihtiyacı” (!) daha ağır basıyor. (….) Müsaade et(!) ona da ben karar vereyim, onun “takdiri” de bana kalsın değil mi!

-Bu “Kökler” de işaretlediğiniz bir husus var; “Mihnetle iş gören çoktur, hizmeti cana minnet bilenler nerde” diye bir Velî’den…

-O sürekli geveleyip durduğun “fikir” var ya, o fikre “doğru bir nisbet” kurup, emeğinle, iş ve eserinle “görünsen”, bu tür sahte yeltenişlere girmezsin zaten. Mevzu şu, bu değil. Bir mesele konuşuyorum burda, anlıyorsun değil mi? “Fikir”le “ahlak” arasındaki ilişkiyi bin yerde anlattık; eşya ve hâdiseler karşısında ruhun “nasıl” tavrına karşı akıl “niçin”lerle yaklaşır ve FİKİR zuhura gelir. Fikrin içindeki işleyici ve işletici sıfat ruhun merkezî fakültesi ahlâktır ki, kendisinden zuhura geldiği fikri ileriye doğru…” filân diye, işte bunun içinde “fikir olmayan yerde ahlâk oluşmaz” diye. Bunu anlayacağın, fikri özümseyeceğin yerde –bu olsa fikrin ahlâkını da kuşanmış olacaksın zaten- başlıyorsun papağan gibi gevelemeye; “İştee, fikir olmayan yerdeee”(!). Bırak onu da, “sendeki fikri” göreyim ben önce!... O da yoksa, “fikir olan yerin” sen neresindesin?... Bu dilden anlamadığın için de; ne “sahici bir oluş” çabası var, ne de “niyetin”… Diyorum ki; Malik olmadığın mânânın malikiymiş gibi dolanmaya utanmıyor musun, hadi bunu da anlamıyorsun, Koç’un, Sabancı’nın mal varlığının, servetinin “ortağıymış gibi” hava(!) atmaya… Hadi, ben de yedim, ne geçti eline?...

-Otuz sene önce “aferin” demişsiniz?...

-Olabilir, demişimdir… Demek ki otuz senedir sığır gibi “yatmışsın”. Bırak sen mücadele ekseninde ruhî, ahlakî, ideolojik bir tekamülü, vasat bir İslamî “duruşu” bile koruyamamış, tersine gelişmişsin (!) demek ki! 30 sene ne demek, bir insan ömrü; yapacağı, edeceği, olduğu, olacağı ne varsa? Olup olduğun ortada! İnsan gibi “sahici bir oluş çabası” ile ilerleyeceğin yerde, bin türlü nefs hilesi içinde debelene debelene, üstelik işaretlediğimiz o kadar bayağılık, çirkinlik ve ahmaklık örneklerini, hiç kendi mübarek (!) nefsine yaklaştırmadan, bunları hep “dıştakiler” için farzedip (!) sahte yeltenişler. Aferin sana, al otuz sene de bununla idare et. (…..)

Adam otuz sene içinde, partisini kurmuş, teşkilatını kurmuş, siyasetçisini, bürokratını, hukukçusunu, şartlar neyi gerektiriyorsa (burda fikrin şartlara tatbiki kastediliyor. Ş. S.) tırnağı ile kazıya kazıya, gazetesini, televizyonunu, partisini… Sen? Alâvere, dalâvere, üç ordan, beş burdan, arada bir “göstermelik” işler patlatıp gözümün içine bakıyorsun “gördü mü acaba?”, gördüm, gördüm de “sanat yapıyorum”, bilmezden gelme sanatı. Bir etrafına bak, çevrene, seninle aynı zamanda başlayanların bugün geldiği noktaya bak, bir de kendi hâline… Geçmişsin karşıma, ben ne dersem papağan gibi tekrarlayıp duruyorsun. Daha karşımda nasıl duracağını bilmiyorsun, ( Kendini ideoloji-fikre nisbetle konumlandıramamışsın, “nisbet kuramamışsın” anlamı kastediliyor. Ş.S.) konuşmasını bilmiyorsun, susmasını bilmiyorsun, okuma yok, anlama derdi yok, ama öne fırlamaya gelince, senden azgını ve şirreti de yok! Hadi, buyur bakalım! Madem öyle, görelim marifetlerini. (….) Fikre nisbetle kendini konumlandıramamışsın dedim ya, -beni bırak- hadi, sen tarif et bakalım kendini? Nesin sen? Hukukçu, siyasetçi, akademisyen? İktisatçı, tarihçi, sosyolog filân? Sen nesin, bana onu bir söyle! İdeoloji-fikir orda, ortada… Ona göre sen nesin; yerin, yurdun, fonksiyonun? “Ehliyetli” olduğun alan, “liyâkât şartlarını” taşıdığın iş, faaliyet kolu hangisi? Belli sahalarda fikre nisbetle uzmanlaşma, derinleşme diyorum salak salak suratıma bakıyorsun, sonra da yalancıktan “cı, cu…” Kim seni öyle kabul etti?... Bütün hayatımız “sahteleri-sahtelikleri” tepelemekle geçti, sonra bir bakıyorsun benzer “sahtelikler” buraya yerleşme telâşında… “Gelecek va’deden” bir şey gördüler(!) demek ki...

“HİÇ RESMİ OLMAYAN BÜYÜK RESSAMLAR”

-Metris’teyken verdiğiniz bir misâl vardı; “Çok büyük bir ressamsın ama küçük bir ayrıntı var; hiç resmin yok!” diye, bu türden sahtelikleri belirtmek için…

-Bu misâli çok vermişimdir, evet… Üzerine alınan var mı yok mu bilmem artık. Madem bu kadar açık söylememe rağmen anlaşılmıyor –veya üzerine alınan yok- biraz daha “anlaşılır”(!) hale getirelim o zaman; (bu da anlaşılmazsa, artık isim isim sayacağız demek ki (!) ) çok büyük yazarsın ama ortada eser yok, çok büyük teşkilatçısın ama ortada teşkilat yok, çok büyük şairsin ama şiirin yok, çok büyük eylemci, aksiyoncusun ama aksiyonun yok… Daha sayayım mı, her iş ve mevzu için ayrı ayrı… Olan şey ortada olur ve “görünür”, ESER tarif eder zaten sahibini değil mi! “Nesin sen” diyorum ablak ablak suratıma bakıyorsun. Çok büyük politikacısın ama ürettiğin bir politika yok, çok büyük organizatörsün ama organize ettiğin bir şey yok… Çok büyük “sempatizansın” ama daha neye sempati duyduğunu bilmiyorsun filân… Niye olmayan şeyi “varmış gibi”?... “Var” kendi varını, varlığını gösterir zaten değil mi, onu izaha ne hacet!...

“ESERLERE UZAK AMA BANA YAKIN”(!) 

-Sanki o kadar şey alâkasız tiplerin “sevgisini”(!) kazanmak içinmiş gibi…

-Bunlar ilk defa söylediğim şeyler değil ki, bunları ilk defa bugün söylüyor değilim ki; yazmışım, anlatmışım, defalarca izah etmişim; “Fikir ve fikirden dolayı şahıs” diye.

-En son bu Yeni Şafak’ta verdiğiniz röportaj yine…

-Evet, söyledim; Üstadım’ın o sözlerini hak etme sorumluluğu ve şuuruyla, geceler boyu ağladığım olmuştur diye; hak etme, lâyık olma şuuru; bir sözüne hayatımızı adamışız değil mi! Sen, ‘aferin’ cebinde yat. Sonra da malûm nefs hileleri. Teselliyi(!) de “farkedilmez inşallah” da buluyorsun. Bak, “Başbaşa”nın yeni baskısı geldi, orda. Tâ 1982’lerde anlatmışız bunları; filân veya falana duyduğum sevgi, iş ve eserden tütmezse, samimiyle sahtekâr arasındaki farkın izâhı hem verimsiz, gayesiz ve mânâsızdır diye. Kıymet ve samimiyeti lağımda gezdirmeye, bayağılığın kokusunu etrafa yaymaya gerek yok filân diye. Çok mu “kapalı”(!) anlaşılmaz(!) “iş ve eser” deyince ne anlaşılıyor acaba? Bu “dil”e yabancı olunca da –hani sevgi(!) filân ya- başlıyor sırnaşmaya. Ne münasebet? “Aç”san oraya; eserler orda!...(….)

Şimdi mesele konuşuyoruz; “Hadiseye yanaşan insan şuuru”nun önceliğini belirttikten ve her meselenin de kendi “usûl” ve “esasları” çerçevesinde ele alınabileceğini söyledikten sonra; buna nisbetle “dünya görüşü-İslama Muhatap Anlayış” davası, meselemiz bu değil mi? Evet. Ee, hani? Daha açık, daha doğrudan söyleyeyim; 60’a yakın eseri okumuş, anlamış –veya en azından kendi mevzusuna dair (varsa mevzusu), mevzusuyla ilgili kısımları özümsemiş, sindirmiş birine söyleyeceğim şey farklı, şuradan, “selâmün aleyküm kör kadı” veya “Münasebetsiz Mehmet Efendi” hesabı sırnaşan, okuma-anlama gibi bir derdi de olmayan birine söyleyeceğim farklı değil mi?.. Anlaşılsa bunun tezahürleri olur dediğim husus…

-Fikre “yabancı” ama size acayip “yakın”(!) 

-Olmaz… Hayatımız “sahtelikleri” tepelemekle geçti, değil mi. Okumuş olsan –anlamana da gerek yok diyelim hadi- zahiren görürsün zaten bunu! Ee, bu ne pişkinlik o zaman? Ölçüler ortada. O ölçülere nasıl, hangi şuurla bakılacağını gösteren, “ölçülendirme”lerimiz de… Ha, bak, bir şeye “aidiyet ve bağlılık”, kendi nefs muhaseben içinde kendine isbatlayacağın, kendinde “doğrulayacağın” bir husus her şeyden önce… Onun “görünüşü” sonraki dâvâ… Hani diyoruz ya; her var, kendi “varını” veya “yokunu” isbatlar diye… Bu meseleyi, benim kendi nefs muhasebem içinde, nereye kadar götürdüğümü biliyorsunuz; Dünyayı kalburdan geçirdikten sonra; “Ben doğru olduğumu nerden bileyim” noktasına kadar… Değil mi! Eserlere uzak ama bana yakın(!) öyle mi! Olmaz öyle şey! Fikre yabancı ama fikre yakın der gibi salakça… Fikri yaşamak, yaşamayı fikir bilmek, laf değil; hayatımız bu!... “Büyük Muztaribler” ne zaman çıktı? Birinci cildini soruyorum…

-1998 Efendim. Mart…

-Bak onun girişine, ne diyor? Oku, oku!

(“Mütefekkirin mektebi, hekimin eczahânesi gibidir; oraya zevk duymak için değil, kurtaran ıstırabı çekmek için gidilir. Birinin çıkık bir omuzu, ötekinin başında bir yarası mevcuttur; zevk, onları iyi edebilir mi?”) Tamam, yeter. Neymiş, niçin gidilirmiş?! On altı sene geçmiş, sen n’apıyorsun? Ya en ilkel bir taklid, ya en bayağı bir “sırnaşma”. Başka bir şeye aklın ermiyor mu? “Sen n’apıyorsun?” derken kasdım anlaşılıyor değil mi, hâl hatır sormuyorum, seninle yola çıkanların bugün geldiği noktayı söyledim demin. ( “Adam partisini, teşkilatını, siyasetçisini, bürokratını, hukukçusunu, gazetesini, televizyonunu…”) Sen? Onları da ben yapayım istersen! Ee, o zaman sana ne gerek var, değil mi! Sonra da, “siyaset” filân deyince, gelip bana “hangi partiye oy verelim?” diyorsun. “Fikrin şartlara tatbiki”nden anladığın (!) bu. Git, bana oy verme de… (Gülüyor, bu derin çelişkinin tuhaflığına.) Neymiş, “muhatabın çapsızlığında” gürültüye giden? “Kalbimizi temizlersek, nefsimizi terbiye edersek” (Gülüyor) Temizleseydin! Onu da mı ben yapayım! “İş ve eser” namına tablo ortada olduğuna göre, şimdi ben soruyorum “büyük ressamların”(!) hepsine; Niye geldin “yanıma”? Onu söyle! Derdin ne senin, meselen, mevzuun?...

Bu dile yabancı olduğun ortada. Onu izaha ne hacet değil mi? Şimdi, şöyle düşün; tam teşekküllü bir atölye kurmuşum, her türlü “alet” var, her aletin “kullanılacağı yer” ayrı filân. Aletleri tanımak, kullanmayı bilmek her biri ayrı bir iş ve marifet diyelim, ama bir de atölyeyi açmış, kurmuş olmamızın bir “gayesi” var değil mi, para kazanacağız… “Para”nın yerine “İdeolojinin gayesi”ni koy. Asıl amaç bu. Hani? Süs olsun veya “dostlar alışverişte görsün” diye mi. Böyle her şeyi gayesinden saptıran ahmaklık örnekleri, sırnaşma yeltenişleri, ezber…

“ELEŞTİRİNİN ELEŞTİRİSİ”

-“Necip Fazıl’la Başbaşa”da ve “İdeolocya”da ortaya koymuş olduğunuz perspektif, en ufak bir “sahteliğe” yer bırakmayacak şekilde…

-Değil mi? Bütün fikir ve aksiyonum, sanatım da dahil, “sahici bir oluş çabası”, oluş metodu içinde, sahteleri ve sahtelikleri dışlamakta geçti. Ki bu kumaşım Üstadım tarafından işaretlenmiştir ayrıca. Dolayısıyla sahtelerin ve “sahteliklerin” benim etrafımda ne işi var, değil mi! Dün de bugün de! Farketmez! (….) Benim orda, bir takım menfi sıfatlarla eleştirdiğim, “onbaşı kültürlü” filân diye tenkid ettiğim adamlar, nisbeten okuyan, yazan, bir şeyler üreten, iyi kötü “mevzusu” olan, toplum içinde belli bir yer tutmuş, belli bir ağırlığı olan insanlardı… Bunlar? Sırtını bana dayayıp onlara… (Gülüyor.) Veryansın ediyor. Önce bir aynaya baksana! Sana bakan, “onbaşı kültürlünün” bile ne büyük nimet olduğunu görüyor zaten! Sen “sırtını bana dayamadan” slogan bile savuramıyorsun… Ben bir “kötüyü”, çirkini, yanlışı eleştirirken, tabii ki ondan daha “iyisini” ve doğrusunu ortaya koyarak o şuurla bunu yaparken… Yahu bunları da hep yazdım, bir nebze utanma olsa… Şimdi bakıyorsun –benden taraf olarak(!)- o da başlamış “eleştirmeye”(!) –ezberlemiş ya söylediklerimizi, onları tekrarlıyor- Ee, sen eleştirdiğin şeyden daha rezil bir konumdasın, ondan daha seviyesiz ve “kötü”sün. Nasıl oluyor? Haline bakan bunu anlıyor, görüyor zaten! Veya, “karşı tarafı” eleştirirken, eleştirdiğin bütün zaaflar sende fazlasıyla mevcut. Bunu nasıl izah edeceksin, neyle izah edeceksin?! 

(Anlıyor musun o Metris’te söylediğim “görünmek istemem” mevzuunu?) Fikir olarak, iş olarak, eser olarak, keyfiyet olarak kel-keleşliği yüzüne vurulunca da, böyle “sırnaşmalar” filân… Bu da ayrı bir işkence…

Adama diyorum ki, yani, sen benimle ne münasebet filân? Kendime ahbap çavuş arıyordum da seni mi buldum! Daha vasat bir muaşeret edebin yok, -diğerleri zaten yok- ben de diyorum “ne münasebet?!” Git işine gücüne bak! (….) Tâ doksanlı yıllarda, işte o zamanki Meclis’in haline bakıp “vasıfsız insan silosu” demişim, şimdi seninki amele, o da diyor “vasıfsız insan silosu” diye… Ayol adamın sana göre beş yüz tane vasfı var, bir kendi haline baksana!.. (……)

Ahmaklığın ne olduğunu söyledim, bu çizgide ahmaklığa yer olmadığını, ahmaklıkla Müslümanlığın bir arada bulunmayacağını da… Şimdi; “sözün hal ve makama uygunluğu-olması gerektiği” ölçüsünden habersiz bir ahmağın bu sözü ezberleyip tekrarladığını düşün… Vaziyet bu, ezberciliğin varacağı yerde bu. Halbuki bu işaret doğrultusunda “nefsini hesaba” çekeceği yerde… Değil mi!.. “Kökler”de var, okusan göreceksin; “Ahmağın sevgisi, ayının sevgisine benzer; onun kini sevgi, sevgisi kindir.” Veli kelamı bu…

-Bu meselenin bir de, insanın kendisiyle hesaplaşması şeklinde, “nefs muhasebesi” dediğiniz yönü var?..

-Bunları da daha önce, değişik vesilelerle anlattığımız –gerçi şöyle bakarsan anlatmadığımız bir şey de kalmadı- işte o, muhatabın “kendi hal izahını” da bana yaptıran diye işaretlenmiş hususlar. Misâl söylüyorum; -o zamanlar- Üstadım’ın böyle “Ben!” deyişi, o çoğu sümsük, “ezik” tarafından, bir “nefsaniyet” belirtisi –veya işte kibir gibi- görülür ve güya eleştirilirdi… Bense tam tersi, O’nun o “ben” deyişindeki derinliğe, hakikate sahip adam tavrını o eminlik ve kesinliği, temsil ettiği mânânın hâkim tavrını görürdüm, O’nun o “Ben!” deyişinde… Mekke’deki “gong” hadisesinin tedâileri içinde… (…..) Öyle bir insan, kendisine yapılabilecek en ağır eleştirileri de kendisi yapmıştır! En ağır, en acımasız tenkidleri. En ufak bir mazerete sığınmadan! Hani, ordaki “Ben!” deyişinde güya “nefsaniyet” görüyordun(!). Bir de burdan bak bakalım! Kendi nefsine “toz bile kondurmayan”(!) hödüklerin yanına bile yaklaşamayacakları, en acıtıcı, en kanatıcı eleştirileri kendisine yapan da o! Böyle bir anlayış içinde; kendi yarasını sürekli kendisi kanatan ben… “Yaran kabuk tutmasın her ân deş, tazelensin…” Bir de güya bu çizgide olup da hep nefsini yelpazeleyenleri…

-Kur’ân’da geçen bir ifade var; Yakub (a.s.); “Ey benim hüznüm” diyor, böyle, bir şey içinde…

-Ey benim hüznüm… Bir peygamberin ağzından dökülünce –elbette söylenişindeki bağlam farklı olabilir- böyle, o derinlik içinde binbir tedâiye yol açan bir tarafı da var. Biraz önce “Büyük Muztaribler”den bahsettim ya, 17 sene olmuş. Birinci cildi dışardayken yazmıştım biliyorsunuz, ikinci, üçüncü ve dördüncü ciltleri zındanda… Orda (1. Cildi kastediliyor) “ZINDAN HAYATI” diye bir bölüm var; Üstadım’ın zindan hayatı, Zindandan Mehmed’e Mektup ve “Yılanlı Kuyudan” eseri etrafında temas ettiğim birkaç husus, biri de işte o “hüzün” bahsi… Tabii aradan 17 sene geçmiş, şimdi “hatırlanması-hatırası” bile tuhaf geliyor… Hayatın aslî karakterinin “hüzün” olması bir yana, bir de…

-“Yaşamayı Deneme”de geçen; “Geçmiş gibi geçeceğim yolun/ şimdi oturup bir güzel/yazacağım hatırasını…” duygusuna benzer bir tuhaflık?..

-“Hâtıra” deyince hep geçmişi anlıyoruz ya, öyle değil de sanki geleceğin hâtırası gibi bir hissiyat içinde… Orda… O “Yılanlı Kuyudan” ismini, Üstadım daha sonra “Cinnet Müstatili”ne çevirdi biliyorsunuz. Yani bir bakıma çile çekilen dekorda insan yerine, doğrudan “çile çeken insan”ı öne çıkarıp, dekoru ona çerçeve yaptı. Ama işte orda da anlattığım gibi; benim içimde “Yılanlı Kuyudan” ismi, eserden ayrı, böyle zengin tedailerle yüklü bir mısra gibi hep yaşadı, yaşıyor. Bunu sözkonusu etmemin sebebi, şu “hüzün” bahsiyle ilgisinden dolayı; iç veya elbette iç yüzde müessir dış hadiselerin sizi mengenesine alıp kıvrandırdığı bir süreçte öylesine tuhaf helezonvarî bir ruh yükselişine geçiyorsunuz ki, yakıtı acı olan bu hüzün hafifliği içinde geride kalanı adi, fani, değersiz, atık görmenin hakîmvarî hikmet tavrı, bunun seziş halinde bilgisi başlıyor; nefs incindikçe, hüznün aynı halinde ruh gülüyor, “bilgisizlik bilgisi” dediğimiz “zevken idrak” keyfiyeti yaşanıyor. Nerden nereye… “Ey benim hüznüm”… Dediğim gibi, bir peygamber tarafından söylenişi, elbette çok farklı “mânâlarda” olabilir. O ayrı…

-“Biz gerçek İslam aydını olabilmek için gerekli ‘zarurî’ şuuru ortaya koyuyoruz! Bir de şu hale bakın!” demiştiniz?

-Bunun ne demek olduğunu! Tebliğ dâvâsını, telkin dâvâsını, ehliyet ve liyâkât şartlarını, muhakeme usulü prensiplerini, esas ve usûl mevzularını, dil ve diyalektiğini… Daha nelerini, bir dünya görüşünün tezatsız formu içinde ortada olmasına rağmen?... Bu “görülmeyecek” bir şey mi, “gerçek İslam aydını” namzedleri için diyorum?... (….) Şiirden anlamıyorsun, fikirden anlamıyorsun, sanattan, resimden, müzikten, edebiyattan, felsefeden anlamıyorsun. Tasavvufdan, tarikâttan, şeriatten anlamıyorsun… Bir de “TELKÎN” dâvâsındasın öyle mi? Bir bilsem sen neden “anlıyorsun” ona göre bir şey diyeceğim. Ondan sonra da en “keskim”(!) “cı, cu…” Şimdi bütün bunlardan anlamıyorsun, bütün bunların hiçbiri yok! “Varmış gibi”(!) yapalım istersen… ( Gülüyor, bu tezada) Ayette var; “İnandık demekle kurtulacağınızı mı sanıyorsunuz” mealinde… Ben dünya irfân yemişlerini toplamış önüne koymuşum, sen samanla doyuyorsun, sonra da…

-Bu konularda “Hikemiyât” diye müstakil bir eserinizde var ayrıca…

-İşte o, Batı tefekkürünün İslam’daki tam karşılığı da odur; hikmet, hikemiyât… Bu meseleleri bütün incelikleri ve olanca ruhuyla parlatan ve sistemleştiren de biziz… Meseleler içinde göstere göstere, işleye işleye… Üstelik “bizim aydınların”(!) “İslam’da düşünce yoktur” diye düşünce döktürdükleri bir vasattan, tâ bugüne kadar… Şimdi o şartlarla (30 yıl öncesi) bugün… Bugünlere nasıl gelindiği böyle bir “kıyas-ı vahid” ekseninde anlatılsa, anlatılabilse –onu da ben yapacak değilim- (veya; onu da benim yapmamı bekliyorlar herhalde) neler çıkar ortaya neler, anlıyor musun? Sanki bu “şartlar” kendiliğinden olmuş gibi? Değil. Vasat bir “dün-bugün” muhasebesi yapıldığında bile rahatlıkla görülebilecek hususlar bunlar… Düşünün; dün “İslam’da düşünce yoktur” diyen adama, bunun da bir “düşünce”(!) olduğunu anlatmaya çalışırken, bugün öbür türlü hamâkâtler… O yüzden, insanda bedahât hissini çökerten bir ahmaklığa muhatap olmak ne demektir, çok iyi bilirim…(…..)

O şartlarda Üstadım’ın beni görünce yeniden dirilmiş gibi canlanması, heyecanlanması boşuna değildi; aradığı o “tefekkür kumaşını” bulmuş olmanın derin şevkiyle onu yazdı; İdeolocya Örgüsü’ne Ek’i… Bana ithaf olarak!.. “Anlayışı yenilemek” dediğimiz dâvâ… İslam yenilenmez göz yenilenir!.. Ona bakan idrak!.. Şurda “hikmet”, şurda “ona bakan göz”, hikmet ayrı “hikmet gözü” ayrı, anlaşılıyor değil mi! O “hikmet gözü” yoksa, dünyanın hikmetini yığ önüne, göreceğin bir şey yoktur! Nitekim benim yaptığım –biraz önce dedim ya- dünya irfan yemişini koymuşum önüne, adam karnını samanla doyurmuş. Alacağı bir şey yok! (……) Onun ilk yazılışında, işte orda, “İslam’ı yenilemek” ifadesinin, böyle –reformcuları andırır- şeyine dikkat çekmek için dedim; “Üstad’ım bu sanki yanlış anlaşılmaya açık gibi” deyince, böyle bir başını çevirip kızdı, işte sonra malûm onu tekrar düzelterek; “İslam yenilenmez! Anlayışı yenilemek! Anlayış mı? Nurun aynadaki aksi” şeklinde, bildiğiniz, İdeolocya Örgüsü’ne Ek… Güneş yenilenmez göz yenilenir diye! Bizim için mânâsı çok büyük, bütün hayatımızı, mânâmızı, misyonumuzu çerçeveleyen şey o!

-“Nisbet” ve “Diyalektik” ölçüleri gözardı edildiği zaman da, böyle…

-Meselenin ruhuna nüfuz etmediğin zaman –İslam’a Muhatap Anlayış mevzu- keyfiyet davasını anlamadığın zaman, böyle dış yüzden “akıl”(!) yürütmelerle, bir keyfiyete dayanmayan mantık, muhakeme cambazlıklarıyla da bir yere varamazsın. Ne diyoruz; “Ruh ve anlayış” O “ruhu” kavramadıysan, o ruhu yakalamadıysan, ne yaparsan yap, anlıyorsun değil mi? Şimdi bunu da anlamadıysan, sanki “akılsızlığı, mantıksızlığı” idealize ediyormuşum gibi yorumlayabilirsin(!) pekâlâ… Olur mu olur… Şimdi bir yüz metre yarışını düşün; yarışın kuralları, başlangıcı, bitişi vesair… Tamamı o form içinde bir “bütün”… Yarıştan önce, yarış çizgisinin bittiği yere varıp oturan adamın –ondan uyanığı yok ya(!)- yürüttüğü akıl ve mantığa(!) benzer; “Yahu amaç bu çizgiye en önce gelmek değil mi? Evet! E ben geldim işte en önce” Dış yüzden doğru mu? Doğru. En önce varan o. Dolayısıyla “kazanan”(!) da… Kendi formunu oluşturan “ruh ve keyfiyet” dâvâsı dediğimiz husus anlaşılıyor mu? Bu anlaşılmadığı zaman; bir “ruh ve keyfiyete” bağlı olmayan akıl ve mantık cambazlıklarıyla varacağın yer, o adamın herkesten önce vardığı “bitiş çizgisi”dir… İslam’a Muhatap Anlayış dâvâsı anlaşılmadığı sürece de, bu böyle sürer gider; “bitiş çizgisi”ne en önce varanlar sürüsü de çoğaldıkça çoğalır.

-Özellikle bu “Ölüm Odası”nda görünen, “tasavvuf”un yeni çehresi üzerine?...

-Onu anlatıyoruz zaten orda… Burda şunu söyleyebilirim; Benim veli kelamına bakışım, onlara meseleler içinde el atışım, ruhumun böyle hep oraya doğru akışı; insan ve toplum meselelerinin –son tecridte- oraya doğru yükselip, kıvrılmasındandır… Ordan çekilen ipliklerle, böyle, insan ve toplum meselelerine sarkma usulü de bana mahsus bir tarz… Bir sözün zevki içinde boğulabilirim, hiç şikayetim de olmaz… Fakat görüldüğü üzere, hiç de öyle “tarikât ta’lim eden” bir tavrım yok, hep o derinliği, o “şiir zevki”ni fikirleştirerek, idealize ederek, ideale katarak, İslam’a Muhatap Anlayış’ın “Köklerini” işaretlemek derdindeyim; o kelâm zevkini tattırmak… Kuru laf ve ezber değil, “yaşanan-yaşanana katılan” olarak… Hâlihazırımızla… Bir “hâl”in anlatılmaz olduğunu anlatmaya çalışırken, o “yaşanan”ın “ifadeye gelmez” bir hakikatinin bulunduğunu…. (…..) Bazı şeyler vardır, ifâde etmesen de “anlaşılır”, muhatabın çapınca… İşte, beden dili, işaret dili, sembollerin dili vesair. Şimdi, bir şey sorarsın, yüzümü çevirir cevab vermem; bu da bir “cevab”dır. “Susmanın-ifadesizliğin” bile “ifade ettiği bir mânâ” var. Veya gelen birine “hoş geldin” demem. O kapalılıkta bile “mânâ” gayet açık değil mi?.. Tabii olarak ifade edeceğin bir şeyi etmeyince; ondan da “bir şey anlaşılıyor”. Şunu demek istiyorum, çıkardığın seslerden anlaşılır, bir “dünya görüşünün dili”ni konuşup konuşmadığın… “Anlamıyorsun” filân diyoruz ya, onun “görünüşü”; elinde “anlıyorum” yazan pankartla dolaşmak değil!.. (…..)

-Son gelişmeleri görüyorsunuz; “Hukuk” ve “adalat”in hâlini?

-Evet, görüyoruz… Ne diyebilirim; “Yüce adaletin”(!) ne olduğunu en iyi ben bilirim!...