Türkiye Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İsmail Kapan ile Söyleşi
 
Suriye’de 5 seneye yakın süredir savaş devam ediyor. Suriye meselesinde son zamanlarda Rusya’nın daha aktif bir tutum sergilediğini görüyoruz. Suudi Arabistan’ın biraz kendisini geri çektiğini görüyoruz. 2012 Senesinde Esed’siz bir çözüm ortaya konulacağı düşünülüyordu. 2014 itibariyle ise Esed’li bir çözüm düşünmeye başladılar. Küresel ve bölgesel güçlerin buradaki politikaları neler, elde etmek istediği şeyler nedir? Bu çerçevede neler söylemek istersiniz?
Suriye’nin bugünkü durumunu anlayabilmek için çok daha gerilere, I. Dünya Savaşı’nın ortalarına, 1916’lara gitmek lâzım... İngiltere ve Fransa arasındaki Sykes-Picot Anlaşması’na yani Arap topraklarını kendi aralarında taksim etmelerine gitmek lâzım… Bu gizli bir anlaşmaydı. Rusya Bolşevik İhtilâli sonrası Brest Litovsk Antlaşması’yla savaşın dışına çıkınca, Sykes-Picot Antlaşmasını da ifşa etti. İngiltere ve Fransa kendi aralarında anlaşıp, Rusya’ya da vaatlerde bulunmuşlardı. “Sen bizim bu taksimatı yapmamıza razı ol, biz de sana Çanakkale-İstanbul boğazları üzerinde imtiyazlar vereceğiz” pazarlığıyla Araplardan gizlenen Sykes-Picot Anlaşması yapıldı. Söz konusu taksimatlarda Suriye ve Lübnan, Fransa bölgesi oldu. Ürdün ve Irak toprakları da İngiltere’ye bırakıldı. Tabiî o zamanlar Ürdün diye bir devlet yok. Aslında bu taksimatta Kerkük petrolleri üzerinde Fransa’nın da bir hissesi vardı. Fakat İngiltere (Büyük Britanya) o dönemin Amerika’sı olduğu için Fransa’yı baskı altına aldı, bir süre sonra kendi istediği petrol bölgelerinden tecrit etti. Bu çok teferruatlı bir mesele, girersek çıkamayız.
Neticede I. Dünya Savaşı sonrasında kurulan Cemiyet-i Akvam sözde sömürgeciliğin ortadan kaldırılmasını hedefliyordu. Ancak bugünkü Birleşmiş Milletlerin selefi (öncülü) olarak kurulan Cemiyet-i Akvam’ın statüsüne, İngiltere ve Fransa Manda sistemiyle modern sömürgeciliği yerleştirip devam ettirdi… Güçlü oldukları için de tabiî olarak istedikleri sistemi uygulayıp, Irak, Suriye vb. Arap topraklarını yönetmeye başladılar. 1919-1920’lerden itibaren de İngiltere’nin Yahudi nüfusa yönelik bir politikası oldu. 1916’da Sykes-Picot Anlaşması, akabinde de 1917’deki meşhur Balfour Deklarasyonu (o dönemin İngiliz Dışişleri Bakanı)... Bu deklarasyon, Filistin topraklarında Yahudilere yurt vaat eden deklarasyon. Balfour Deklarasyonu sonrasında bir taraftan Irak-Suriye topraklarındaki manda yönetimleri, diğer taraftan Filistin topraklarında Yahudileri yerleştirme politikası, daha sonra da devletleştirme süreci... Bu süreçlerin hepsi paralel yürüdü. Sonrasında Arap milliyetçiliğinin yansımaları olarak hem Irak’ta hem de Suriye’de bağımsızlık mücadeleleri başladı. Bu mücadelelere karşı Fransa çok sert refleksler gösterirken İngiltere daha usta ve esnek politika izledi.
Her zamanki ince İngiliz siyaseti...
Evet kesinlikle. Klasik İngiliz politikası. Bu süreç 1930-1940’lar boyunca devam etti. Birçok hâdiseler de cereyan etti ve nihayetinde 1960’lı yılların başında Irak ve Suriye’de Baas rejiminin temelleri atıldı.
Suriye özelinde devam edecek olursak, 1962’de Baas Partisi iktidara geldi ve 1970 yılında bugünkü Beşer Esed’in babası Hafız Esed iktidarı ele geçirdi. Ki o zamanlar Savunma Bakanı’ydı ve tam 30 yıl boyunca Suriye’yi demir yumrukla yönetti. Öyle ki milyonlarca Suriyeli kendi ülkesinde rejimin öfkesi sebebiyle dayanamadı ve göç etti. Hayatlarını idame ettirebilmek için yurtdışına kaçtılar. Suriye’de Arap Baharı ile patlak veren hâdiseler başlamadan önce, dünyada en fazla nüfusu mülteci olan ülkenin Suriye olduğunu görüyoruz. Aşağı yukarı 15 milyondan fazla Suriyelinin kendi ülkesinin dışında yaşamaya mahkûm edildiğini görüyoruz. Hafız Esed’in 30 yıllık yönetim döneminin bir neticesidir bu. Mesela 1982 yılında Hama hadisesi var. Hama top ateşine tutuldu, taş üstünde taş bırakılmadı 40 bin kişi öldürüldü. 800 bin kişi de yurtdışına kaçtı. Bu 800 bin kişi bir daha ülkesine dönemedi ve bu 800 bin kişinin bugünkü nüfusu aileleriyle beraber 2 milyonu aştı, dehşet rakamlar bunlar. Suriye manda yönetimi sırasında altı özerk bölgeden oluşuyordu. Bir özerk bölge Lübnan olarak ayrı bir devlet haline getirildi; ancak devletten başka her şeye benziyor. Cumhurbaşkanı Hıristiyan Maruni, Meclis Başkanı Şii, Başbakan Sünni, Genelkurmay Başkanı yine Hıristiyan... Böyle bir devlet işleyebilir mi? Nitekim işlemediğini de görüyoruz. Her seferinde çatışmalar yaşanıyor. 1975’den 1990’a kadar iç savaş yaşandı. En az 300 bin kişi öldü. Lübnan, bugünlerde yine sosyal patlamanın eşiğinde dolaşıyor. Tabiî Suriye, Lübnan’ı bir türlü ayrı devlet olarak kabul etmedi, etmek istemedi. Suriye her zaman Lübnan’ı kendi arka bahçesi olarak gördü ve öyle muamele etti.
Dolayısıyla Lübnan üzerinde müthiş bir İran tesiri de mevcut öyle değil mi?
İran, Hizbullah üzerinden özellikle Lübnan’da çok etkili. Artık İran’ın bugünkü nüfuzu sadece Lübnan değil, tüm bölge üzerinde... Özellikle nüfusunun %60’ı Şii olan Irak üzerinde müthiş bir ağırlık koydu. Yani “bugün Irak’ta Amerika mı daha çok etkili İran mı?” sorusu mantıksız olmaz. O derece ileri gidilmiş durumda. Suriye’de de fiilen milisleri, subayları ve generalleriyle çok büyük ağırlık koymuş durumda. Zaten Suriye olaylarını “Arap Baharı”nın, şayet baharsa bir yansıması, devamı ve neticesi olarak okuyabiliriz. En şiddetli acıların yaşandığı yer Suriye oldu. Tunus’la başladı; ama Suriye’ye nisbeten daha hafif atlatıldı. Mısır’da da öyle. Suriye ve Libya’da en şiddetli hâdiseler yaşandı. Libya’da durum maalesef kabileler savaşına dönüştü.
Yemen’de de öyle...
Yemen de öyle; ama Yemen’i sadece Arap Baharı çerçevesinde ele almamak lâzım. Yemen ikiye bölündü. Ortada bir mezhep meselesi var. Tabiî Suriye’de de öyle; ama hepsinin ötesinde büyük güçlerin Yemen’de strateji ve politikaları var. Küresel güçler rahatlıkla bu bölgeleri kaşıyabiliyor, istikrarsızlaştırabiliyorlar. Her ülkenin farklı beklentisi var.
Suriye üzerinde devam edersek, neden bu kadar sürdü. Şahsen ben de bu konuda yanıldığımı kabul ediyorum Beşşar Esad’ın iki yılda devrileceğini düşünüyordum. Bu kadar dayanacağını ummuyordum.
Esad kendisi dayanmadı, diğer güçler tarafından dayandırıldı.
Kesinlikle, zaten Esad orada sadece isim olarak var. Son üç senedir bir kukla durumunda olduğunu söyleyebiliriz, ipler başkasının elinde. Ama Esad ismi işe yaradığı için orada kullanılıyor, onu da belirtmemiz lâzım. Rusya’nın özellikle Çin’le birlikte, Amerika’yla hesaplaşmak niyetiyle ortaya koydukları politikalar var. Önce BM sistemini kilitlediler, orada güvenlik konseyinden Suriye aleyhine hiçbir karar çıkmadı. Bir kınama kararı bile çıkaramadılar. Kimyasal silah kullanılmasına rağmen çıkaramadılar; ki kimyasal silahları Amerika kırmızı çizgi olarak ilan etmişti. Ancak kırmızı çizgilerin aşılmasına Amerika hiçbir ses çıkaramadı. Tam da Amerika “müdahale etti, edecek” derken, Cenevre görüşmeleri sonrasında Rusya’nın tezlerini savunmaya başladılar; bizim analizlerimiz bir bakış açısıdır ve başkaları katılmayabilir.
Büyük devletler dış politikalarında çok hesaplı davranırlar, bir tek olaya takılıp kalmazlar. Hepsinin her yerde hesabı vardır. Mesela, Ukrayna meselesi var. Ukrayna meselesi Doğu Avrupa’nın uzantısı olarak Avrupa meselesidir, NATO meselesidir ve Amerika meselesidir. Ancak Rusya için vazgeçilmez meseledir, Rusya’nın arka bahçesidir… Biraz önce nasıl Suriye, Lübnan’ın bağımsızlığını hiçbir zaman hazmedemedi dediysek, Rusya da Ukrayna’nın bağımsızlığını hiçbir zaman istememiştir, hazmedememiştir. Rusya, Ukrayna’yı kaybettiği zaman imparatorluk iddiasını kaybeder. Buna rıza gösterir mi? Göstermez ve göstermedi. Kırım’ı tüm dünyanın gözü önünde ilhak etti. Peki tüm dünya buna karşı ne yaptı? Hatırlayalım, 1990’da Saddam Kuveyt’i işgal ettiğinde ne olmuştu? Amerika koalisyon topladı, öncülük etti, harekât, savaş derken Irak bir daha belini doğrultamadı. Peki, Rusya’ya karşı böyle bir şey yapma şansı var mıydı? Sadece ekonomik olarak Rusya’yı sarstılar; fakat Rusya o kadar büyük ki, iki Avrupa büyüklüğünde, sınırının bir ucundan diğer ucuna 24 saat zaman farkı olan bir dev. Tek sıkıntısı nüfusunun azalması. Eğer biraz daha nüfusu olsa, Amerika ile her alanda dişe diş mücadele edecek güce sahip. Nitekim nükleer güçte Amerika’dan belki fazlası var, eksiği yok. Dolayısıyla Amerika Rusya ile bir meseleyi tartışırken tüm hesapları yapmak durumunda. Eğer Amerika’nın başka hesapları varsa “Suriye gitmiş, kalmış” pek de mühim değil, rahatlıkla feda edebilir. Ya da Suriye için çok büyük riske girmeyebilir. Çünkü aslında Amerika Körfez Savaşı’ndan sonra çöküşe geçti. 1991’le 2000 arası bir dönem, 2000’den sonrası ayrı bir dönemdir. Diğer taraftan Çin, Amerika’ya meydan okumakta ve bir gün mutlaka hesaplaşacaklar. Amerika bu hesaplaşmayı ötelemek istiyor.
İşin başka bir boyutu da Amerika ve Çin’in ekonomik olarak birbirlerine bağımlı ve muhtaç olmaları değil mi?
Tamamen olmasa da, büyük oranda bağımlı.
Yani birisinin zarar görmesi, diğerinin de zarar görmesine tesir edebilir.
Kesinlikle. Düşünün ki, Çin Devleti, Amerikan hazine bonolarından 2 trilyon doları aşkın bir miktarını elinde bulunduruyor. İki ekonomik dev. Dünyada biri birinci, diğer ikinci büyük ekonomi. Bunlar dünyayı istedikleri gibi eğip-bükebilirler, bunların krize girmesi dünya krizine sebep olur.
Cenevre’de Amerika, Rusya’nın savunduğu tezlerle aynı noktaya geldi. Peki, Rusya’yı düşünürsek, Ukrayna meselesi ortaya çıktı, Batı bu meseleye tepki gösterdi, belli bir süre sonra kamuoyunda Rusya’nın Kırım’ı ilhakı ve Ukrayna üzerinde yaptıkları normal karşılanmaya başlandı. Burada eli rahatlayan Rusya, Suriye’ye daha fazla mı tesir etmeye başladı?
Evet, birinci olarak bu var; ama dediğim gibi büyük devletlerin politikalarını çok daha derin ve geniş okumak lazım. 1990 yılında Sovyetler Birliği dağılma sürecindeyken Amerika, Rusya’yı tabiri caizse kudurtacak biçimde Irak üzerinde oyun oynadı. O zaman Rusya’nın sesini çıkaracak hali yoktu, Sovyetler Birliği dağılıyordu. Her gün bir yer bağımsızlığını ilan ediyordu, önce Baltık ülkeleri koptu, sonra Orta Asya vs... O gün kolunu, kanadını kıpırdatacak durumda olmayan, yemeye ekmek bulamayan Rusya bunları bir kenara not etti ve günü geldiğinde hesabını sormaya başladı. Böyle okumak lâzım, mesele sadece Suriye değil, bütünüyle Ortadoğu. Ortadoğu dar anlamda bilinen enerji kaynaklarının %68’inin olduğu bir bölge. Geniş anlamda ise tüm İslâm alemini kaplayan bölgede enerji kaynaklarının %80’i var. Tabiî olarak en şiddetli paylaşım kavgalarının olduğu yer. Amerika’nın buradaki hesapları; enerji kaynaklarına hakim olmak, paylaşımlarda belirleyici olmak, Çin’in hakimiyetini önlemek, İsrail’in güvenliğini garanti etmek ve son olarak Çin hesaplaşmasını 2030’lara kadar erteleyebilmek. Amerika bugün esas ağırlığını Asya Pasifik bölgesine kaydırıyor. Bunun sebebi, Çin’in oradaki ilerleyişini durdurmak; ama durduramıyor, zaten mümkün de değil. Tamam teknolojik olarak Amerika süper güç ve çok önde; ama Çin de gümbür-gümbür geliyor. Nasıl ki Amerika, Ukrayna meselesinde Rusya’ya karşı ağırlığını koyamamışsa, yarın başka meselelerde de Çin’e karşı ağırlığını koyamayacaktır. Hatta belki de Amerika bu çerçevede çaresiz bile kalabilir.
Suriye’deki bu karışık denklem içerisinde Rusya-Türkiye ikilisi üzerine neler söylemek istersiniz?
Rusya, Suriye meselesinin üstüne gitmek zorunda. AB ve Amerika, Rusya’ya tavır koyunca, Rusya da başka bir kart çıkarttı. “Benim alternatiflerim var, Güney Akımı’nı Türkiye üzerinden geçiririm” dedi. Bir projeyi rafa kaldırdı başka plan ortaya koydu. Büyük devletlerin her zaman A-B-C planları vardır; hatta alfabenin tüm harfleriyle planları vardır.
İran, Suriye meselesinde Rusya ile aynı noktadaydı. Nükleer müzakerelerinde mutabakat sağlandı ve Amerika ile yakınlaşmaya başladı. Daha doğrusu kapalı kapılar ardında devam eden müttefiklik gün yüzünde çıkarıldı. Diğer taraftan İran’ın Rusya ile ilişkileri devam ediyor. İran, Amerika ile yakınlaşınca Suriye’de Suudlar kendisini geri çekti. Esad’ın gitmesini hararetle savunan bir tek Türkiye kaldı. Türkiye’nin yaşadığı bu yalnızlaşma?..
Çok yönlü meseleler var. İran Şii kuşağa oynuyor. Biraz önce de dedik, Irak’ın %60, Kuveyt’in %30’u, Bahreyn’in %70’i, Umman’ın %70’i harici, Suudi Arabistan’ın bile %20’si Şii nüfus. Bu Şii nüfus, ağırlıklı olarak petrol bölgelerinde meskûn. Geri kalanı da Vahhabi oluyor. İran, Yemen üzerinden bir hamle yapmıştı. Zeydi fırkasına mensup Şia’ya yakın %30’luk nüfusu olan Husileri desteklediler. İran bu hamleyle Suudi Arabistan’ı tehdit etmeye başladı, bunu gizlemedi de. İran Şii kuşağa oynuyor. Lübnan’da da Hizbullah üzerinde etkili. Suriye’de de Nusayri kesim mecburen İran’a sırtını dayamış durumda. İran’ın bu tavrı Suudi Arabistan’ı endişeye teşvik ediyor. P5+1’in ne kadar yürüyeceği belli değil; ama İran orada da zaman kazandı. Ambargodan durma noktasına gelen ekonomisine nefes aldıracak bir ortam buldu. Suudi Arabistan bu durumdan hoşlanmadı. Suudlar bundan dolayı Amerika ile arasına soğukluk soktu. Son zamanlardaki görüşmeler ve ziyaretlerle de bu soğukluk yumuşatılmaya çalışılıyor; ama İran çok iddialı ve agresif politikayla hamle üstüne hamle yapıyor. Rusya aynı şekilde eski hesapları kapatmak ve sıkışıklığın verdiği asabiyetle agresif politikalar uyguluyor, Ukrayna bunun en iyi örneği. Rusya’nın Tartus limanındaki üssü çok önemlidir. Şimdi de Suriye’de bir üs kurma çalışmaları var. Bu faktörlerle olayı okuduğunuz vakit, Rusya da çok büyük hamle yapıyor. Bu hamlelerin ardında da Amerika’ya karşı, Çin’i yedekte tutuyor. Çünkü tek başına ne Rusya ne Çin, şu anda Amerika ile dişe diş mücadele edecek ağırlığa sahip değil. Ne askerî ne de ekonomik bakıdan... Özellikle BM zemininde birbirine yakın politika güdüyorlar, her ikisinin de Amerika ile hesapları var ve her ikisinin de dünya hakimiyeti yönünde stratejik hedefleri var. Hepsini yan yana, iç içe koyduğunuz zaman durum karışıyor. Bir de küresel aktör olmamakla birlikte öyle bir iddiası olan İran’ın bölgeyi aşan faaliyetleri var.
Küresel olarak Çin-Rusya-Amerika üçgeni, bölgesel olarak ise Türkiye-Suudi Arabistan- İran üçgeni var.
Suudi Arabistan’ın küresel güç olmasına imkan yok; ama İran ve Türkiye’nin böyle bir iddiası var ve bu iddialar orta ve uzun vadede ne kadar tecelli edecek bekleyip görmek lazım. Ama Çin-Rusya-Amerika küresel güçlerdir ve dolayısıyla dünya siyaset ve strateji dengelerindeki ağırlıklarını hiçbir zaman azaltmak istemez, hep güçlenmek isterler. Tabii olarak da bir didişme, satranç oyunu içerisindeler. Bakın terörü bile dış politika aracı olarak kullanıyorlar. İddiası olan tüm devletler terörü politika aracı olarak görüyor.
Terör odaklarını üzerinden dünyayı kontrol etmeye mi çalışıyorlar?
Büyük oranda öyle. Terör örgütleri bildiğiniz pimi çekilmiş bomba, nerede patlayacağı belli değil. Bu bombayı sürükleyen neticesini de alır.
Suriye’nin satranç tahtasına dönüşmesinin sebebi nedir? Büyük devletlerin güç mücadelesi, güçlerini gösterme sevdası mı? Yoksa Suriye’de ekonomik olarak farklı planlar mı var?
Filistin’i sayarsanız 23 Arap devletinin yönetimleri büyük güçlerin kontrolünde. Aileler, diktatörler vesair kişiler patronlarıyla iyi geçindiği sürece orada kalırlar, patronlarını üzecek işler yapmazlar. Bunlar kendilerini rahatlığa, halklarını da rahatsızlığa sürüklerler. İlk defa Arap Baharı ile birlikte, bir hamle yapma durumu olmuştu. Arap halkların kendi yönetimlerine müdahale edebilecekleri, şekil verebilecekleri bir süreç başlamıştı. Arap ülkelerinin bir demokrasi tecrübesi olmamasıyla birlikte, bir başlangıç olarak Tunus’la kapı açılmıştı. Bu demokrasi Suriye ve Mısır özelinde İsrail’in işine gelmez. Çünkü, Suriye ve Mısır’da halkın desteğine, gücüne dayanan güçlü bir yönetim olduğu vakit İsrail’in rahatı kaçar. Dolayısıyla Mısır’da hemen darbe yaptılar, ilk defa halkın yönetimi belirlediği demokratik bir seçim olmuştu. Ama birinci yılının son gününde Mursi’yi devirdiler. Yani Mısır’da demokratik bir yönetimin olması İsrail’in ve Amerika’nın işine gelmezdi. Bu darbeyi Amerika adeta canlı yayında yönetti, tüm dünya bunu biliyor.
Bir dipnot olarak da düşelim ki, Mısır’da Türkiye’nin de kolunu kanadını kırdılar.
Tabii. Türkiye halkıyla, Mısır halkının münasebetleri belli. Özellikle Suriye’ye geldiğimizde bu münasebet çok daha öne çıkıyor. Suriye’de yönetim %9’luk Nusayri azınlığın elindeydi. %74 Sünni halkın olduğu çoğunluk vardı. Bu kesim Türkiye’ye de çok yakınlık duyuyordu. Bu yakınlık ne İsrail’in, ne Batının, ne de Amerika’nın işine gelmez. Bunu bir kılıf içinde sundular, sanki Mısır ve Suriye’deki İhvan-ı Müslimin’i, terör örgütü gibi sunarak, radikal yapıların hakim olacağı yönetimlerin, dünya için büyük tehdit ve tehlike olacağını işlediler.
Türkiye, hem Mısır, hem de Suriye meselesinde yalnızlaştı. Dış politikada hareket edemez hâle geldi.
Türkiye zarar gördü, sıkıntı çekti. Suriye meselesinde bile, Suriye halkından sonra bu sıkıntıyı en çok çeken Türkiye’dir. Bu yükü çekiyor, ama meseleye bugün olarak bakmamak lazım. Gelecekte, orta ve uzun vadede doğacak sonuçlara bakmak lazım. Mesela Suriye halkı Türkiye’nin bu âli-cenablığını, misafirperverliğini, fedakârlığını unutmayacaktır. Suriye’de kan ve ateşin hüküm sürdüğü, diktatörlük daima iş başında olmayacaktır, olamayacaktır. Bedel ağır ödeniyor, o ayrı konu. Aynı şeyi Mısır için de söyleyebiliriz.
Suriye’de Türkiye ile beraber Esad’ın gitmesi yönünde fikir beyan eden Suudi Arabistan’ın da geri çekilmesi Türkiye açısından ne ifade ediyor?
Arabistan ihtiyatlı hareket ediyor. Tam olarak fikrinden vazgeçmiş değil, gelen baskılar karşısında geri adım atıyor. Fakat Türkiye, Suriye meselesinde bu tavrını Suudi Arabistan’a güvenerek koymadı. Türkiye kendi politikasını oluşturmaya çalıştı, bunun da bedelleri var. Kolay değil, siz tüm Soğuk Savaş dönemi boyunca Amerika’nın ağzına bakmışsınız, o “el kaldır” deyince kaldırmış, “indir” deyince de indirmişsiniz. Yeni bir dünya kuruluyor, “bir dakika, bir bölgenin en önemli ülkesiyiz, İslâm âleminin liderliğini yapan imparatorluğun mirasçısıyız” diye kendinizi tanımlamış ve takdim etmişsiniz. Bu çoğunun da hoşuna gitmeyecektir.
Türkiye üzerinde yapılan uluslararası operasyonların sebebi bu rahatsızlık mı?
Bu operasyon yeni değil. Türkiye’nin rahat olduğu zaman, potansiyelini kullanabileceği zaman neler yapabileceğini büyük devletler çok iyi biliyor.
Birbirine benzemeyen bir sürü grubun, aynı safta, aynı argümanlarla birleştiğini görüyoruz. Bunları bir araya getiren şey nedir?
Bu noktada değişik şeyler söylenebilir. Ama “küfür tek millettir”. Macar Başbakanı “Müslüman mülteciler gelmesin, Avrupa’daki Hıristiyan kökleri tehdit ediyor” diyor. Avrupa’nın da genel yaklaşımı bu. Ama Irkçı, Macar Başbakan Orban bunu açıkça söylüyor. Mültecilere gaz sıkılıyor, gayriinsani muamelelere tâbi tutuluyorlar. Avrupa bu hususu gözlerden saklayabiliyor yahut unutturabiliyor. Mesela Türkiye’de böyle bir hareket olsa tüm dünya ayağa kalkar. Bu Batı’nın genel tarzıdır. Şöyle bakmak lazım, Hıristiyan âlemi bizi hiçbir zaman şaşırtmamıştır. Vakalara baktığınız zaman Hıristiyanların yaklaşımı böyle. Suriyeli bir Müslüman mülteciye, şefkatle kucağını açan bir Batı hiçbir zaman olmaz. Yahut Libya’da, Yemen’de günde kaç kişinin öldüğü onların umurunda değil, temellerinde böyle bir mantık var.
Bilimsel politik analizlerde çok fazla din unsuru göz önünde bulundurulmuyor; fakat siyasetin temelinde din var.
Dinin olmaması mümkün değil. Mesela Avrupa Birliği neden Türkiye’yi almak istemiyor. Diyor ki eski Fransa Devlet Başkanı Valéry Giscard d'Estaing “Avrupa Birliği bir Hıristiyan kulübüdür, Türkiye Müslüman bir ülke.” Böyle düşünen çok var, dolaylı yollardan Merkel de aynı şeyi söylüyor aslında, “Türkiye farklı bir statüyle girsin AB’ye” vesaire... İki söylemin de temelleri farksız.
Amerika daha farklı bir yapı. Amerika için Ortadoğu’da İsrail’in güvenliği çok önemli. Çünkü İsrail’de yaşayandan daha çok Yahudi Amerika’da yaşıyor. Bu Yahudiler çok güçlü. Amerika’yı yönetiyorlar. Tüm petrol firmaları, silah fabrikaları, medya, banka sistemleri, ne kadar stratejik yapı varsa çoğunlukla ya Yahudilerin elinde ya da kontrolündedir.
Türkiye’nin “küresel güç olma iddiası var, bir imparatorluğun mirasçısı olduğunu iddia ediyor” dediniz. Türkiye mevcut yapı ve yönetimiyle bu misyonu gerçekleştirebilir mi?
Sistem önemlidir; ama sistem her şey değildir. Bugün Almanya’nın yüz ölçümü 400 bin km. kadar, yani Türkiye’nin yarısı kadar. Teknolojisi mükemmel... Bugün dünyanın dördüncü büyük ekonomisi ve parlamenter sistemle yönetiliyor. I. Dünya Savaşında imparatorluğu, II. Dünya Savaşı’nda Nazi Devleti yerle bir olmuş. İkiye bölünmüş, her tarafı işgal altında devam etmiş on yıllarca. Hâlâ da işgal altında, Amerika’nın 7. Ordusunun karargahı Berlin’dedir. Bunu çoğu kimse unutuyor. Almanya’nın resmi ordusu da yoktur, jandarma gücü vardır. Birçok şey mevcut, ama Almanya küresel güç olma özelliklerini ortaya koymaya çalışıyor. Suriye’den bu kadar yüksek rakamlarda mülteci kabul etmesi de bunun göstergesi.
Türkiye’ye dönersek, Türkiye’nin sisteminde problemler var. Demokratik sistem ama parlamenter sistemin defektleri var, tıkanmalar oluyor. Meseleyi sadece sisteme yorarsak bizi zorlar ve geri bırakır. Bizim ekonomik, sosyal, siyasî, kültürel, askerî ne varsa tarihi güç unsurlarımızı iyi değerlendirip, doğru kullanmamız lazım. Şimdi hedefler konuluyor, ki inşallah bu hedefler yakalanır, 2023, 2053 vesaire... Büyük devlet gibi hareket ederseniz, bedeli neyse öderseniz, istikametinizi çizdiğiniz vakit, yolunuzda ilerlersiniz.
Bu çerçevede devletin ulusal güvenliğine yönelen gizli ve açık, iç ve dış tehditlerin doğru tespit edilmesi lâzım. Ben bunu parantez içerisinde söyleyeyim, siz anlayın. Bu ulusal güvenlik kavramları şu anda çok genişledi. Eskiden bilirsiniz, ulusal güvenlik deyince “sınır güvenliği” anlaşılırdı. Artık BM’nin de tanımına girmiş olan enerji meselesinden tutun, çevre meselesine kadar birçok unsur ülkelerin ulusal güvenlik unsurları içerisinde değerlendiriliyor. Bir devlet ulusal güvenliğine yönelen gizli ve açık tehditlerini doğru tespit ederse, doğru reçeteler geliştirir. Ama teşhisi yanlış koyarsan, mesela PKK’yı bir asayiş meselesi olarak değerlendirirsen, zor durumda kalırsın. Bugün meselenin ne olduğu anlaşıldı; ama köprünün altından çok sular aktı. Millet ve devlete çok hasar verildi. Tanımlama ve teşhis doğru olmalı.
Milletleri ileriye taşıyacak olan idealdir. İdealite olmadan milletler niçin mücadele edecek, yemek içmek için mi?
Peki, bizim idealimizin ne olması gerekiyor?
Türk milletinin Selçuklu Devleti’nde ve Osmanlı Devleti’nde ideali neyse bugün de ideali, o kök ve istikamet üzerinde olması lâzım. Biz kendimizi nizam-ı âlemden sorumlu tutuyoruz.
Teşekkür ederiz hocam.
Ben teşekkür ederim.