60 ve 70’li yıllar, Anadolu’nun ücra köşelerinde yaşayan samimi Müslümanların, göç ederek büyük şehirlerdeki demografik yapıyı değiştirmesi ve bunun siyasî neticeleriyle birlikte 80 ve 90’lı yıllara dayandı. 2000’li yıllarsa, demografik yapının keyfiyetini değiştiren Anadolu insanının büyük şehirlerde törpülenmesi ve kendisinden evvelki hiçbir insan tipine benzemez hâle gelmesiyle bugünlere bağlandı. Daha dün iliklerimize kadar işlemiş olan ihlas, ahlâk, namus, haya, edeb, bağlılık, ahde vefa, kadirşinaslık gibi mefhumlar hayatımızı terk etti; doğan boşluk riyakârlık, namussuzluk, hayasızlık, arsızlık, terbiyesizlik, saygısızlık, vefasızlık ve alabildiğine psikolojik sorunlarla dolduruldu. Nasıl bir hayat sürüyor olursa olsun, daha düne kadar gelip evine oturduğunda, başını yastığa koyduğunda ailesinden başlayarak komşusunun, dindaşının, hemşerisinin dertlerinden mustarib olan insanımızı müthiş ve tarifsiz bir hissizlik, his iptali sardı. Çevresinde cereyan eden hadiseleri kendi başına idrak etmekten bile yoksun olan bu tip, demokratikleşip, seçimlerde oy verirken zannetti ki, seçtiği vekile vicdanının bile vekâletini verdi.
***
Bu 15-20 senede vukûu mümkün bir değişim midir? Elbette ki değildir. Osmanlıdan ve hattâ Selçukludan beri kökleşerek gelen gelenek, Anadolu’nun İslâm kokusu sinmiş sokaklarındaki mahalle baskısıyla, hastalığın belirtiler göstermesine mani oluyor ve dolayısıyla da kanser gibi bünyeye sirayet eden hastalığın teşhisini güçleştiriyormuş belli ki. Ne zaman ki büyük şehir hayatı başladı ve köylülük, komşuluk, aile gibi ortak paydalar ile beraber mahalle baskısı ortadan kalktı, işte o zaman görüldü ki; senelerdir bu heykelin altında dimdik durduğu zannedilen kaide esasında köhnemiş, çürümüş koflaşmış, yıkılmaya yüz tutmuş. Şehir hayatına geçilmesi ve insanların ahlâkındaki deformasyonun bu vesileyle dışa vurmuş olması da esasında anlayan için bir nimettir. Öyle ya, hastalık emarelerini göstermeden nasıl teşhis edilebilir ve teşhis edilemeyen hastalık nasıl tedavi edilebilir?
***
Son 15-20 senelik zaman zarfında, algılamakta güçlük çekilebilecek bir süratle hakikate, dine, hayata ve ahlâka yabancılaşma iyiden iyi pazara döküldü. Ruhî kıymeti olan her şey hayatımızın merkezinden tenhalara çekilirken, yerini bir bir hayvanî insiyaklar aldı. Hayvanlar gibi çiftleşen, beslenen, biriktiren, tüketen, saldıran bir toplum. Batı’yı muasır medeniyet seviyesi olarak gören ve bu seviye istikâmetinde kendisinden başlayarak beşeriyete yabanileşen toplum.
Önce hakikate yabancılaştı... Batı, Rönesans’ın meydana getirdiği yeni idrak zemini üzerinde madde planını fethe girişirken seyirci kalan, bilhassa makine ile beraber de, sihirbaz gösterisi izleyen çocuklar gibi hayret ve şaşkınlık içindeki milletimiz, kendi ruh köküyle beraber mutlak hakikate yabancılaştı.
Sonra dinine yabancılaştı... 500 sene boyunca İslâm’a Muhatab Anlayışı yenileyecek bir fikir kahramanı doğuramayan cemiyet, taklitçilikteki hünerini samimiyetin en hakikisine lâyık olan itikadında ve amelinde de işletmesini bildi. Ham softa, kaba yobaz elinde geçen yıllar bütün incelikleri yiyip bitirirken, sağ eliyle yiyip içmek itikadın kendisinden mühim addedilir oldu. Alimler(!) de, televizyonlarda ve halka açık tüm platformlarda ayetlerle hadisleri kapıştırarak sapkınlığın her çeşidinin cevaz bulduğu bir iklim peydah etmekte pek mahir davrandılar. Tüm bu demlerin neticesince Müslüman millet İslâm’a yabancılaştı.
Ardından hayata yabancılaştı... Sosyalleşiyorum zannederken sanallaşan, nebatî hayata geçmiş bir hasta kadar sağır, kör, hissiz, tepkisiz, cansız ama bir o kadar kendinden emin, özgüvenli bir şekilde, hayata yabancılaştı. Cemiyet mefhumunu çöpe atarken, bencilleşti. 
Son olarak da ahlâka yabancılaştı... Kendi menfaati istikâmetinde, yalnız kendisine fayda sağladığı takdirde aklına geldi ahlâk. Hatta o raddeye geldi ki, namussuzluğun alıp başını gitmesi dolayısıyla ahlâk mefhumu, ahlâkın alt başlıklarından biri olan iffet mânâsına irca edildi.
Tüm bunlar olurken insan aslında insanlığa, beşeriyete yabancılaştı ve yabanileşti.  Oysaki ümmetine müntesiblik iddiasında bulundukları Peygamber Efendimizi diğer Peygamberlerden üstün kılan temel hususiyetlerden biri değil miydi, beşeriyet ve beşeriyetten doğan medeniyet...
***
Peki, yalnız millet mi kabahatli?
Devlet-i Aliyye’yi yıktıktan sonra Batı’yı muasır medeniyet seviyesi olarak ölçü alan ve milletin dinini, ahlâkını, geleneğini utanmadan Batılılara peşkeş çeken siyasîlerin hiç mi kabahati yok? Hakeza, vaziyetteki nazikliği idrak edemeyip, meseleyi muşamba dekoru kabartmaya irca edenlerin, muhafazakâr siyasîlerin de mi kabahati yok?
Anadolu insanı yukarıda bahsettiğimiz hâle gelinceye dek, her on senede bir, millî değerlerin hâkimiyeti ele almaması adına darbe üstüne darbe indiren ordunun hiç mi kabahati yok?
Tuttukları siyasî partilerin kıt ideolojilerine endeksleyerek adaletin ırzına geçen yargının hiç mi kabahati yok?
Memleketin aydını diye ortalarda salınıp, işi gücü Batı’dan kopyaladıklarını burada satmaya çalışmak, hadiselerin fotoğrafını çekmek, demagoji ve safsata yapmak olanların da mı kabahati yok?
Yabancılar adına tetikçilik yapmak suretiyle, içteki birliğin kurulamaması için her türlü ihaneti sergileyen gazetecilerin hiç mi kabahati yok?
“Allah, din, peygamber” diyerek, senelerdir milletin dinî duygularını sömürerek para, mevki, mal, makam kazanan din tüccarlarının hiç mi kabahati yok?
Olmaz olur mu, hepsinin de kabahati var elbet. Var olmasına var da, bunca pisliğin üzerine boca edilmesine razı olan milletin de kabahati var değil mi? Bir katilin işlediği cinayet anlaşılabilir, bir hırsızın çalması anlaşılabilir, bir namussuzun kötü yola düşüşü de anlaşılabilir; fakat anlaşılabiliyor olması onu cinayet, hırsızlık veyahut namussuzluk olmaktan çıkarmaz!
***
Bunca cinayetin işlendiği, çoluk çocuk-kız erkek demeden ırzına geçildiği, ihanetin sudan ucuz olduğu, kurumsal tekel ve oligopollerin milleti yasal bir şekilde soyduğu, iffetin takdire şayan hâle geldiği, ayrıca vicdansızlık, dinsizlik, ahlâksızlık, namussuzluk ve bencilliğin bu denli yaygınlaştığı, aile müessesenin çatır çatır çöktüğü, hasılı kelam beşeri müesseselerin bir bir iflâs ettiği günümüzde, eğer ki kendi tenine, kendi nefsine yahut kendi menfaatine el uzanmadıkça sesin çıkmıyor, ıstırab duymuyor ve başını yastığa koyup rahat rahat uyuyorsan; açık bir dille söyleyelim, ya “vicdansızlık” hastalığıyla belanı bulmuşsun ya da hiç insan olamamışsın. Dolayısıyla yalnız o, bu, şu değil, herkes kabahatli. Bahsettiğimiz siyasetçi, asker, yargıç, aydın, gazeteci, din tüccarı tipi neticede gökten gelmiyor ya, bu milletin içinden doğuyor, bu topraktan türüyor; hattâ aynı millet alkış tutmuyor mu bunlara?
***
İbda Mimarı Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun Üstad Necib Fazıl’dan bizlere aktardığı; “Umulur ki, 15. İslâm asrının yenileyicisi ‘İslam’da estetik’ planı başa alsın” ölçüsünde geçen “estetik”i de bu vesileyle biraz olsun şimdi şimdi anlar gibiyiz. Dördüncü, beşinci, altıncı evi alacağım diye paçoz bir kılıkta dolaşan, kimseye maddî-manevî bir hayrı dokunmayan, nefsinden başkasını gözetmeyen, kendi evleri ahıra benzeyen, sanat-edebiyat gibi en basit ruhî zevklere bile yabancılaşmış, böcek tıynetli insanlar karşısında, estetik ön plana alınmayacak da, ne alınacak?
***
Türk sinemasının etkileyici sahnelerinden birinden beri toparlayacak olursak, başrolünde Cihan Ünal’ın oynadığı “IV. Murat” filminin, tarihî nutuk sahnesinde, Padişah karşısındaki ahaliye şöyle haykırmıştı:
- “ Derim ki, kıyamet göğü gergin bir davul kesilip gümbür gümbür ötmeden, yeryüzünü karanlık yankılar kanlı çığlıklarla tir tir titretmeden; derim ki, gecenin sarp doruklarından öfke yangınları kopmadan, yamaçlardan inen som ateşten süvariler tüm şehirleri, köyleri kasıp kavurmadan; derim ki, O yağız yokluk sultanı suçlu suçsuz tüm canları şimşek bakışlarıyla eritmeden, güzel çirkin tekmil bedenleri kül etmeden; kullarım, derim ki, kendinize gelin iş işten geçmeden!
Artık iş öyle bir kerteye gelmiş vaziyette ki, ya yukarıdaki gibi büyük bir afeti bekleyeceğiz, ya da bu afete muhatab kalmamanın şartlarına ereceğiz... Ya izzet, ya zillet… Arası yok!
Çözüm olarak da, evvelâ hastanın hasta olduğunu kabul etmesi yahut kendinin hasta olduğunu fark etmesi gerekir ki, tedavi olmak için yollar arasın. Görünen o ki bu bakımdan yolun daha çok başındayız.
***
  Hepsinden beteri de ne biliyor musunuz? Bu bahsettiklerimizi kimse kendi üzerine alınmayacak ve saydığımız sıfatları yakıştırdığı kimseler için “kesin bunlardan bahsediyor” diyecek. Aslında en çok da ona yazık!

Baran Dergisi 482. Sayı