Türkiye Cumhuriyeti... Siyaset sahnesinde rol alan aktörler her ne kadar çeşitlilik ve değişiklik arz etse de, nasıl bir tezgâhın içine düşmüşsek, manzaranın ana çerçevesi bir türlü değişmek bilmiyor. Öyleyse falanı filanı bir kenara koyup, şu tezgâh neymiş, niçin kurulmuş, nasıl işliyormuş hadi bir bakalım...
Peşinen şu hususun altını kalın hatlarla çizmekte fayda olduğu kanaatindeyiz; Birinci Dünya Savaşı ve Millî Mücadele yılları açıkça ortaya koymuştur ki, Batı ve Batıcıların bizim milletimizi topyekûn yok etme kudreti yoktur. Buna mukabil, bahsimize konu olan dönemlerin hemen akabinde nereden türediği meçhul fareler tarafından iktidarın ele geçirilmesine bakarak şunu ifâde edebiliriz ki, Batı ve Batıcıların bizi rahat bırakacakları da yoktur. Bir düşmanın var, onu öldürmeye muktedir değilsin ama elindeki imkânlar vasıtasıyla kontrol altında tutmaya muktedirsin.  İşte bahsettiğimiz tezgâh, bu iki temel hususun üzerine bina edilmiştir. Öldüremezsin, ama kontrolden de çıkmasına, kendi başına karar almasına ve yaşamasına da müsaade edemezsin. Türkiye’nin durumu da Batı nezdinde tıpkı tarif ettiğimiz bu düşman gibidir. Senelerdir milletimize âdeta bir masal gibi anlatılan “muasır medeniyet seviyesi”nin temel ölçütleri de, bu kontrol mekanizmasının kurulmasının başlıca vesilesidir. Lâfı daha fazla uzatmadan bahsettiğimiz tezgâha gelelim...
Bunlardan birincisi, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında açıkça beyan edilmiş olan kuvvetler ayrılığı prensibidir. Kuvvetler ayrılığı, bugün dünyanın hiçbir yerinde benzeri olmayan bir şekilde her nedense Türkiye’de işletilmektedir. Bu prensibe göre, yasama, yürütme ve yargı güçleri birbirinden ayrılmakta ve her ne kadar hâkimiyet milletindir masalları anlatılsa da, millet tarafından muktedir olsun diye iktidara getirilen yürütmenin eli kolu yargı ve yasama tarafından bağlanmaktadır.
Faklı bir zaviyeden de meseleye yaklaşalım. Mustafa Kemal, 1 Aralık 1921 tarihli meclis oturumunda, Bakanlar Kurulu’nun görev ve yetkilerine dair kanun teklifini görüşülürken ‘kuvvetler ayrılığı’ (tefrik-i kuvva) ilkesini savunan İkinci Grup üyelerine şöyle demiş: “Hakikatte efendiler, tabiatta efendiler, alemde efendiler, taksim-i kuvva (kuvvetler ayrılığı) yoktur! (.) Taksim-i Kuvva ideal bir çözüm değil, hükümdarları müstebit (baskıcı) iktidarların etkisini hafifletmek için bulunmuş bir çare, bir ehven-i şerdir...
Peşinen şu ölçüyü koymakta bizce yarar vardır; ehven-i şerdir ki, şerden beterdir. Bizim temel prensiplerimizden biridir, önce lâfa, sonra söyleyene bakarız. Aynen Mustafa Kemal’in de ifâde ettiği gibi âlemde ve tabiatta kuvvetler ayrılığı yoktur! Peki, Türkiye’de kuvvetler ayrılığı kazığını hem yiyip, hem de yılmaz bekçiliğini yapan Kemalistler, Mustafa Kemal’in bu ifâdesini de mi bilmezler, yoksa işlerine mi gelmez? Tabiî ki işlerine gelmez; çünkü Türkiye’de gerçekten milletin iradesinin tecelli edeceği bir rejime geçilecek olursa, bir daha iktidarın hayalini bile göremezler. Hâl böyle olunca da, kendi tapındıkları adamı bile çiğnemekte bir beis görmez, kuyrukçu düzenin yaşaması için seferberlik ilân eder, Batıcı efendilerine yaranmak için her türlü naneyi yemekten hayâ etmezler.
Gelelim bugüne, Türkiye’nin de bugün en çok tartıştığı, daha doğrusu tartışmaya çalıştığı parlamenter sisteme... Parlamenter sistem, bugün dünya da yalnız bir avuç devlet tarafından benimsenmiş bulunmaktadır. Şimdi kimi aklı evveller çıkıp Birleşik Krallık, Hollanda ve İspanya’nın da bu sistemi benimsediğini iddia edeceklerdir; fakat unutmamak gerekir ki, saydığımız ülkeler esasında Meşrûtî Krallık idaresinin olduğu yerlerdir. Geçtiğimiz aylarda, gündeme de sıkça geldiği üzere İtalya, parlamenter sistemin sıkıntılarından bir nebze olsa kurtulup nefes almak adına yasama ve yürütmeyi yavaşlattığı gerekçesiyle koalisyonu yasakladı. Almanya’da ise bir süredir ekonomik büyüme hızlı bir şekilde devam ettiğinden pek de kimsenin umurunda olmayan parlamenter sistemin, herhangi bir kriz hâlinde ne şekilde tartışılacağını yakında göreceğiz.
Yâni anlaşılacağı üzere, dünyada Türkiye’den başka parlamenter sistem ile idare edilen ve parlamenter sisteme rağmen Başkanlık sistemi varmışçasına şiddetle kuvvetler ayrılığının işletilmeye çalışıldığı ele avuca gelir tek bir ülke bile yoktur.
Bugün Türkiye’de Batı’nın gönüllü gardiyanlığını üstlenmiş sermaye, medya ve belli siyasî partilerin “Başkanlık Sistemi”nin tartışılmasına bile müsaade etmeyen ve karşısında hemen Batı ile blok hâlinde bir araya gelmelerine sebeb olan temel saik, yukarıda ana hatlarını çerçevelemeye çalıştığımız tezgâhı yaşatmaya çalışmaktır. Ayrıca bloğu meydana getiren aktör ve figüranlara bakıldığında da tezgâh artık açıkça ortadadır.
Bu tezgâhın niçin parlamenter sistem üzerinden işletildiğini biraz daha açalım. Parlamenter sistem, açık bir şekilde azınlığın çoğunluğa tahakkümüdür. Türkiye’de de çoğunluk Müslüman olmasından dolayı, geri kalan Batıcı azınlığın çoğunluk üzerinde tahakküm kurmasına vesile olabilecek yegâne sistem şekli parlamenter sistemdir. 7 Haziran Genel Seçimlerinin neticesinden de açıkça gördüğümüz üzere, %13, %16 ve %24 oranında oy almış siyasî partiler, %41 oranında oy almış parti üzerinde tahakküm kurmanın türlü yollarını aramaktadır. Herhâlde bir tek biz farkında değiliz, görüldüğü üzere müstakbel koalisyon ortaklarından hiçbiri “ben şu ideale hizmet edeceğim” derdinde değil. Oysa ki, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde açıkça gördüğümüz üzere, “Başkanlık Sistemi” gibi bir rejime geçildiği takdirde, parlamenter sistemde olduğu gibi azınlığın çoğunluğa tahakküm etmesinin kapısı kapanacak ve senelerdir kendilerini milletimizin efendisi olarak gören zihniyetin sırf sesi çok çıktığı için çoğunluğa tahakküm etmesi mümkün olamayacaktır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın içi doldurulmamış “Başkanlık Sistemi” söyleminin karşısında Türkiye içindeki azınlığın ve bütün Batılıların bir araya niçin gelmiş oldukları da bu vesileyle daha net bir şekilde anlaşılmıştır umarız.
Şunu da ilâve edelim: Eğer ki Ak Parti yeniden tek başına iktidar olsaydı ve Anayasa’yı değiştirecek çoğunluğu elde etseydi; o zaman da askerî darbeye kadar Batı ve Batıcıların masasında birçok yol haritasının hazır olduğu geçmişin tecrübelerine bakıldığında açıktır.
Toparlayacak olursak, öldüremediği düşmanını rahat bırakmamak ve dizginleri elden kaçırmamak adına kurulu olan tezgâhın, Türkiye özelindeki karşılığı parlamenter sistemdir; ve bu sistemden kurtulup yeni bir sisteme geçilmediği sürece, belki de en hafif mesele koalisyonun hangi partiler arasında kurulacağıdır.
Son olarak, bu mesele dedikodu, yıkama-yağlama seviyesinde çözüme kavuşturulamaz. Daha Başkanlık Sistemi bahsini tartışmayı beceremeyen ve yaptığı lâf salatasının kalabalığına bakarak kendisini mütefekkir addeden zevata duyurulur!
Baran Dergisi 441