Geçtiğimiz hafta dergimizde Cenevre görüşmelerini ele almıştık. Bu görüşmelerden bir netice çıkmasını beklemiyorduk açıkçası. Görüşmelerin bir mizansenden ibaret olduğunu düşünüyorduk. Maalesef düşündüğümüz gibi de oldu. Herhangi bir netice çıkmadı. Bu çerçevede görüşmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Gelecek süreçte Suriye meselesine nasıl bir tesiri olacaktır?
Suriye’de hadiseler fazlasıyla komplike bir hâl aldı. Meselenin çözülmemesinde en büyük neden bu. Kriz, artık gelinen aşama itibarıyla yerel, bölgesel ve küresel güçlerin kontrolünden çıkmış durumda. Her birinin tek başına bir şey yapabilmesi artık mümkün değil. Bu bağlamda daha önce sorunun çözümü noktasında önce yerel, akabinde bölgesel güçler inisiyatiflerini kaybederken, şimdi büyük güçler de bunu yaşıyor. Uluslararası güçler -ABD de dâhil olmak üzere- başlangıçta süreç açısından belirli aktörler olarak ön plana çıkarken, geldiğimiz noktada artık bunlar da bu imkan ve kabiliyetlerini büyük ölçüde kaybetmiş vaziyetteler. Dolayısıyla, uluslararası aktörlerin, bölgesel ve yerel aktörlerin farklı duruşları ve bölgedeki farklı çıkarları şu andaki sorunun çözümüne yönelik ortak bir yol haritası oluşturulmasını engelliyor. Her birinin farklı bir gündeminin, çıkar ve beklentileriyle birlikte alanda kendi çaplarında göz ardı edilemeyecek bir güce sahip olmaları, Suriye krizini çözümsüz kılıyor. ABD’nin gücü yahut Rusya gibi bir ülkenin küresel-bölgesel bir güç olması başlı başına sorunun çözümünde yeterli olmuyor. Burada uluslararası, bölgesel ve yerel unsurların ortak bir zeminde buluşabileceği bir nokta bulunmalı. Uluslararası güçler aralarında ne kadar anlaşırsa anlaşsınlar, eğer bölgesel güçleri ve yerel unsurların taleplerini bir şekilde karşılayamıyorsa sorunu çözme iradesini ortaya koyamazlar. Ben, bundan dolayı kısa vadede bir çözüm görmüyorum; çünkü, hem uluslararası, hem bölgesel , hem de yerel unsurların kendi içlerinde bölünmüşlükler var. Bu unsurlar kendi aralarında bir mutabakat sağlasa bile üç farklı kesimin tekrar ortak bir mutabakata varabilmesi oldukça zor. Tabiri yerindeyse Arap saçına dönmüş vaziyette.
Mevzu uluslararası müşterek paydada buluşmak ekseninde bir çözüme kavuşturulamıyor. Türkiye ise bu sorundan en muzdarip olan ülke. Türkiye’nin Suriye’ye herhangi bir müdahalesi söz konusu olabilir mi, yahut bu müdahalenin uluslararası hukuk açısından nasıl bir yaptırımı olabilir?
Şöyle, Suriye krizinin iki farklı açıdan önemli aktörleri var. Bir tanesi Suriye krizine çıkarları dolayısıyla müdahil olan ve bu bağlamda çıkarlarını maksimize etmeye çalışan güçler... İkincisi ise Suriye krizini doğrudan doğruya artık bir tehdit olarak gören ve bu tehdidin özellikle fizikî tehdit bağlamında yansımalarıyla yüzleşmeye başlayan ve bu kriz önlenemezse yahut kendilerine rağmen yeni bir Suriye inşa edilirse burada bölgedeki varlıklarını, belki de ülkelerindeki bütünlüğün tehdidi olarak algılayan ülkeler söz konusu. Bu ülkelerin başında da Türkiye geliyor. Sayın cumhurbaşkanının verdiği bir mesaj vardı, “1 Mart’ta, Kuzey Irak’ta ve Kuzey Suriye’de yaptığımız hatayı yeniden yapmayacağız” dedi. Bunun anlamı şu: Türkiye Özal’dan bu yana bölgede, bölge haritasının dizaynında etkili olmaya çalışan bir aktör. Fakat öncelikle kendi iç kamuoyundaki  birtakım bariyerleri açması gerekiyor, ama kendi içerisindeki birtakım dirençleri aşamadığı için bugün Ortadoğu’da nasıl hareket edeceği konusunda tam bir kafa karışıklığı ve belirsizlik içerisinde? Algısı var ama bunu hayata geçirebilme noktasında kafa karışıklıkları ve tereddütler var. Bunlar da Türkiye’ye olan güveni, Türkiye ile birlikte daha aktif bir şekilde hareket edebilecek diğer aktörlerin genel kararı diyelim. Bunlar Türkiye’yi ciddi anlamda olumsuz şekilde etkiliyordu. Ama Suudi Arabistan’ın son çıkışlarına bakıldığında, sanki bu algının kırılmaya başlandığı ve Türkiye ile birlikte bölgeyi yeniden dizayn etmek isteyen güçlere karşı, bölgenin diğer unsurlarının da bu süreçte var olmaya çalıştıklarını görüyoruz. Çünkü bugün bölgenin diğer ülkelerine rağmen Suriye ve Ortadoğu’da yeni bir inşa söz konusu ve bu noktada Türkiye’nin adeta seyirci kalması isteniyor. Sayın Başbakan Davutoğlu bunu çok güzel bir şekilde izah etti. Bence bu onlarca-yüzlerce sayfa yazılacak ya da saatlerce konuşulacak çok şeyi iki kelimede özetliyor: “Şimdi ya Kut’ül-Amâre kazanacak, ya Sykes-Picot kazanacak” dedi. Bu çok anlamlı net bir mesaj. Sayın başbakan ve bu bağlamda sayın cumhurbaşkanının konuşmalarını alt alta koyduğumuzda; “biz seyirci kalmayacağız, gerekirse mücadele edeceğiz, savaşacağız; ama üzerimizde birtakım gizli anlaşmalar var. Yeniden dizayna ve bölgeden dışlanmışlığa bölünmeye asla müsaade etmeyeceğiz!” Bu kararlı bir tutum. Dolayısıyla Türkiye düne göre artık bir savaş da dahil olmak üzere hepsini göze almış durumda. Sayın cumhurbaşkanının 1 Mart’taki hatadan bahsetmesinin sebebi, Kuzey Irak’ta yaşananların bir benzerinin Kuzey Suriye’de PYD ile YPG üzerinden tekrar yaşanmasının istenmemesi. Dolayısıyla Türkiye orada bir kararlılık mesajı veriyor. Türkiye’deki unsurlara gelince bunu siz de bilirsiniz, Türkiye’de şu anda millî unsurlarla-gayri millî unsurların bir çatışma mücadelesi var. Ve bu Özal’dan bu yana her geçen zaman daha da bir ivme kazanıyor ve Allah’ın izniyle millî güçler bu sürecin sonunda muzaffer olacak, biz buna inanıyoruz. Şu anda millî güçler Türkiye ve Ortadoğu üzerinden tekrar İslâm dünyasını daha güçlü bir hâle getirme noktasında çaba sarf ediyor. Türkiye ile birlikte Körfez’in; Suudi Arabistan başta olmak üzere, Pakistan’ın buradaki kararlı duruşları önemli. Önümüzdeki süreçte buraya Mısır’ın da dâhil olacağı kanaatindeyim. Bu unsurlar tamamlanmadıkça, söz konusu projenin başarılı olabilmesi mümkün değil. Kuzey Irak ve Kuzey Suriye, Osmanlı’nın çöktüğü, sancağın düştüğü nokta. Kuzey Irak bizim El Cezire cephesidir, millî mücadelenin son cephesi. Bu cephede bayrak tekrar ayağa kalkmadıkça büyük Türkiye hayaldir. Bugün Halep noktasında, Suriye noktasında bir Türkiye duruşu oradaki Halep Kuvayi Millisi’nin ruhudur. Bundan dolayı hedef Türkmenler. Kuzey Irak’ta da aynı şekilde hedefler... Ancak bugün Osmanlı’nın çöktüğü yerden yeni Türkiye inşallah ayağa kalkacak. O yüzden kavga Kuzey Irak ve Kuzey Suriye’de yoğunlaşmış vaziyette. Kuzey Irak ve Kuzey Suriye’de düğüm çözülecek, onu söyleyeyim.
Türkiye, Suudi Arabistan, Pakistan ve Mısır ekseninde Sünni bir blok mu oluşuyor?
Buna ister Sünni ister başka bir şey deyin. Bugün İran, Rusya ile birlikte işbirliğiyle safını belli etmiş vaziyette. Dolayısıyla İran’ın buradaki bölge ülkelerinin aleyhine genişleyen tavrını kabul edebilmek mümkün değil. Siz Suriye’de kalkıyorsunuz çok farklı söylemler kullanıyorsunuz, kendi kamuoyunuza çok farklı söylemler kullanıyorsunuz. Diğer taraftan Amerika ile, Rusya ile ve hatta yeri geldiğinde İsrail ile el altından görüşmeler gerçekleştiriyorsunuz, ondan sonra da bir Müslüman ülke olduğunuzu söyleyip, İslâm coğrafyasının istikrarı adına hareket ettiğinizi belirtiyorsunuz. İran, Kasr-ı Şirin ruhuna ihanet etmiştir. Kasr-ı Şirin ile birlikte Türkiye ile İran, Ortadoğu ve Kafkaslarda bir nüfuz paylaşımına gitmişti. Bugün İran bu anlaşmayı çiğnemiş vaziyette. “Çiğnemedim” diyorsa; o zaman, Suriye’de ve Kuzey Irak’ta işi ne, anlatabiliyor muyum? Bundan dolayı bu sadece Türkiye’nin endişesi değil. Küresel baktığınızda Bahreyn, Yemen ve Suudi Arabistan’ın kendi içi... Bir an evvel bunun önü alınmalı. İran ve İran’a destek veren özellikle Batı İslâm dünyasında bir gelişme kaydetti. Dolayısıyla Suudi Arabistan’ın çıkışı, sadece kendi çıkışı olarak değerlendirilmemeli. Suudi Arabistan’ın “Suriye’ye ordu gönderiyoruz” açıklamasından önceki önemli çıkışı bir “Arap ordusu” teklifiydi. Suudi Arabistan’ın “Arap ordusu” açıklamasından sonra sayın cumhurbaşkanı Yemen üzerinden İran’a çok sert bir uyarıda bulunmuştu. Bu uyarı Türkiye-İran ilişkilerinde ciddi bir kırılmaya yol açtı. Düşünün, Türkiye düne kadar İran’la çok farklı bir çizgi izlerken, artık Türkiye bir anlamda İran’a karşı sabrının sonuna geldiğini ve bundan sonra İran’ın daha fazla dikkat etmesi gerektiği mesajını vermişti. Türkiye’nin bu çıkışı Suudi Arabistan’a bir destek mahiyetindeydi. İkinci gelişme, IŞİD’e karşı İslâm ittifakının kurulmasıydı. O zamanlar bir İslâm ordusu gündeme gelmişti. Türkiye yine bu sürece destek vereceğini söylemişti. Daha da önemlisi Türkiye’nin zaten 2007’den bu yana Suudi Arabistan ile bir güvenlik anlaşması var. 2015 yılında bu anlaşmaya Katar’ı da dâhil ettiler. Dolayısıyla Türkiye ile Körfez arasında bir güvenlik ittifakı oluşmuş vaziyette. Bu anlaşma, şu anda bu ülkeleri tehdit eden unsurlara karşı ortak hareket etme iradesini gösteriyor. Bana göre bu ittifakı, başta İran olmak üzere diğer ülkelerin dikkate alması gerekiyor. Türkiye ciddi ciddi son dönemde askerî anlamda, sahaya inmekten ve ne pahasına olursa olsun gereğini yapmaktan çekinmeyeceğini ifade ediyor. Bunu defalarca gördük. Düşürülen Rus uçağı da buna dâhil. Türkiye her türlü riski ve her türlü olasılığı almış vaziyette, bu konuda da yalnız değil!
Rus uçağından bahsetmişken, Türkiye, Rus uçağını düşürdü, Rusya’nın da ekonomik olarak birtakım yaptırımları oldu; ama askerî-fiili herhangi bir şey söz konusu olmadı. Uluslararası camia da öyle. Mesela Rusya Kafkasya’ya, Kırım’a müdahale etti; ama uluslararası camiada kınamalar ve ekonomik yaptırımlar dışında bir tepki ortaya çıkmadı. Türkiye ve Suudi Arabistan’ın, Suriye’ye fiilî bir müdahalesi nasıl bir hâl doğurur? Uluslararası güçlerin Suudi Arabistan ve Türkiye’ye karşı çıkmaya mecali var mı?
Türkiye’nin burada tamamen sessiz kalmaması, uluslararası güçlerin dostluğunu yahut düşmanlığını kazanmaktan daha ehemmiyetlidir. Siz kendi içinizde bir krize doğru sürükleniyorsunuz. PYD, YPG ile birlikte Türkiye’ye karşı meydan okuyor. Diyor ki, “ben Fırat’ın Batısına geçeceğim.” Bunu söylerken neye güveniyor? Rusya’ya ve İran’a güveniyor. Şimdi Türkiye’nin böyle bir meydan okumaya kayıtsız kalması mümkün mü? Eğer buna kayıtsız kalırsa, orada birtakım oldu-bittiler olursa Türkiye’ye rağmen, Rusya ve İran Suriye’yi yeniden dizayn edip, Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmeye kalkarsa bunun anlamı şudur; yarın bir gün sıra Türkiye’ye gelecektir! Çünkü, Türkiye’nin nefes alma imkan ve kabiliyeti bitecektir. Dolayısıyla uluslararası güçler buna destek vermiş, buna karşı çıkmış, belli bir noktadan sonra bu anlamını kaybeder.
Aslında sürekli bol keseden atan, birbirini kınayan, ekonomik yaptırımlar vs. uygulayan devletlerin bugün kendi iç durumlarına baktığımızda da fiilî olarak karşılık verebilecek pek bir güçleri yok gibi görünüyor.
Kesinlikle yok. Bakınız, şu an Merkel neden Türkiye’de? Bölgedeki krizler bu şekilde devam ederse, bu krizlerin Almanya’yı sadece ekonomik açıdan değil, sosyokültürel açıdan ve siyaseten ciddi anlamda etkilemesi söz konusu! Her şeyi bir tarafa bırakın, mültecilerden dolayı Almanya tekrar ırkçılığa dönüyor ve yabancı düşmanlığı ve İslamofobi üzerinden yeni Hitlerlere zemin hazırlıyor. Almanya’nın bunu kaldırabilmesi mümkün değil. Eğer Almanya böyle bir sürece girerse, uluslararası toplum tarafından doğrudan bir tehdit olarak algılanacaktır ve Almanya’nın bugüne kadar inşa ettiği bütün sistem çökecektir. Avrupa Birliği’nin şu an ana kolonunu Almanya oluşturuyor. Almanya şu anda Avrupa değerlerine aykırı bir şekilde hareket edip, kendi toplumunu kontrol edemezse ne olacak? O yüzden Almanya açısından üç-beş milyar avronun hiçbir önemi yok. Bu parayı Türkiye’ye verip, bu sorunu Türkiye sınırlarına indirgemeye çalışıyor. Türkiye de diyor ki, “bunlar geçici çözüm, bizim asıl çözüm noktasında bir araya gelmemiz gerekiyor. Bu noktada Ortadoğu politikama destek vermezseniz; bundan sonra kendi başınızın çaresine bakarsınız.” Joe Biden’in ziyaretine bakıldığında bile 7 Haziran’dan sonra Türkiye-ABD ilişkilerinde pozitif bir seyir var. Basında çok farklı şeyler ifade edildi; ama gördüğüm bu. Batı’yla işbirliğinde yükselen bir seyir var ve arada birtakım kritikler olsa da Batı açısından bölgede bir tercihe gidildiğini görüyoruz. Batı ne olacağı belli olmayan bir Kürt devleti inşasına mı bakar, bölgede uzun vadede İran’ın çok daha kuvvetli bir aktör olmasını mı tasvip eder ya da Rusya’nın tamamen Güney’e inmesini mi kabul eder; ki burada İran’ı tasvip etmesi aynı zamanda Rusya’yı da tasvip etmesi demektir. Yoksa son 100 yıldır hatta Osmanlı’nın son döneminden itibaren bakıldığında 200 yıldır, 1838 Balta Limanı Anlaşması ve 1956 Paris Anlaşması sonrası birlikte hareket ettiği ve her şeye rağmen iyi ya da kötü birtakım ortak noktalar oluşturduğu ve daha rahat anlaşabileceği bir Türkiye ile mi hareket etmek ister? Aslında Batı’nın önüne bakıldığında zor bir tercih. Yani Batı hiçbirini istemez; ama Batı’nın bir şeyleri kendi yapma kabiliyeti yok. En başta kendi kamuoyundan başlamak üzere birçok yerde tepkiler gördü ve alanda da kaybetti. Batı’nın çok ileri silah sistemleri var; ama Batı sahaya hakim olamıyor. Batı savaşma gücünü kaybetmiş vaziyette. Dolayısıyla alana hakim olabilecek güçlü bir devlete ihtiyaç var. Ve bu coğrafyadaki boşluk daha farklı aktörler tarafından doldurulursa, bu Batı açısından da ciddi anlamda bir kayıp anlamına gelir. Bundan dolayı da ben, mevcut uluslararası konjonktürün ve bölgesel gelişmelerin Türkiye lehine olduğu kanaatindeyim. Çok farklı değerlendirmeler olsa da Türkiye bu konjonktürü lehine kullanabilirse olur bunlar. Düşünün II. Dünya Savaşı’na giden süreçte Hatay’ı biz nasıl aldık? II. Dünya Savaşı’nda Alman tehdidi karşısında, Fransa bizzat İngiltere’yi ikna etti, Hatay’ı anavatana bağladı. Türkiye yükselmekte olan krizi çok iyi kullanmak suretiyle Misak-ı Millî hedeflerine varma noktasında önemli bir adım attı o zaman. Şu anda da çok önemli uluslararası bir kriz var. Türkiye burada bu krizi kendi lehine değerlendirmek durumunda. Bu bizim cumhuriyetin ilk döneminden itibaren izlediğimiz politikanın mantığına uygun. Burada bir süreklilik var, ters düşen bir durum yok. Oysa başka kesimlerin bunu çok farklı şekilde algılamasına gerek yok. Neden Türkiye, Hatay misali Musul’u, yani Misak-ı Millî parçası olan bir yeri tekrar sınırlarına dâhil etmesin? Ya da Halep’i neden dâhil etmesin. Bugün Ortadoğu’da haritalar yeniden çizilirken biz küçülmeli miyiz yoksa büyümeli miyiz; bütün mesele bu. Bizim küçülmemiz coğrafyanın, İslâm dünyasının aleyhine. Bakınız Osmanlı küçüldü, Anadolu’ya sıkışıp kaldık ve İslâm dünyası hala kendine gelemedi, kan revan içinde… Dolayısıyla Türkiye’nin büyümesi İslâm dünyasının menfaatinedir. İslâm dünyasında istikrarın, huzurun ve barışın adresi büyük-güçlü Türkiye’dir. Türkiye güçlü bir devlet olmadan İslâm dünyasının kendi içinde huzuru bulması çok zor. Bakınız, bütün olumsuzluklara rağmen Allah’a şükürler olsun, ekonomimiz şu anda bütün başka yerlerdeki dalgalanmalara karşı gayet iyi, fena değiliz. Ama Rusya için aynı şeyleri söyleyemiyoruz. Devalüasyon üzerine devalüasyon…
Rusya ile Türkiye Suriye’de fiilî olarak karşı karşıya gelebilir mi?
Rusya önümüzdeki bir-iki yılı göremiyor. Rusya’da ciddi anlamda sıkıntılar var. Batı’yı söylediniz; Batı, Rusya konusunda hiç acele etmiyor. Çünkü, Rus tarihine bakıldığında, eğer Rusları iktisadî açıdan biraz sıkarsanız, Batı adına Rus toplumu bu meseleyi kendisi çözüyor. Bolşevik İhtilali, Sovyetler Birliği’nin dağılması... En temelde iktisadî sebepler vardır. Dolayısıyla Batı, Rusya’yı çözmüş vaziyette ve işi sadece zamana bırakmış durumda. Rusya, Türkiye ile ilişkilerini kesmekle hayatında yapabileceği en aptalca hatasını yaptı. Türkiye, Rusya’nın güvenlik sigortasıydı. Rusya bunu kaybetti! Eğer bir de Türkiye ile savaşmak gibi çılgınca bir eylemin içerisine girerse, o zaman Rusya tümden kaybeder. Rusya ikinci bir Kırım Savaşı’nın önünü açar. Türkiye ve Batı’nın ortak operasyonları ile karşı karşıya kalır. Rusya, Ukrayna-Kırım’dan, Afganistan’a kadar uzanan geniş bir hatta ve hiç arzu etmediği bir savaşın içinde kendini bulabilir. Bunlar bir blöf değil. Soğuk Savaş sonrası dönemde Rusya’nın kodları büyük ölçüde çözüldü ve oralara girildi. Batının ve haliyle Türkiye’nin en son görmek istediği şey, Rusya’nın “Güneye Doğru” politikasının gerçekleşmesidir.