Haliç Kongre Merkezi’nde 15 Kasım ve 17 Kasım günleri arasında üç gün devam eden İmâm-ı Rabbânî Sempozyumu düzenlendi. Sempozyum, Aziz Mahmud Hüdâyî Vakfı ve İstanbul Tasavvuf Araştırmaları Merkezi (İSTAM) koordinatörlüğünde, Üsküdar Belediyesi ile Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nin katkılarıyla gerçekleşti.
Baran Dergisi ekibi olarak katıldığımız İmâm-ı Rabbânî'yi anma ve anlama amacıyla düzenlenen "Uluslararası İmâm-ı Rabbânî Sempozyumu" ülkemizin yanı sıra İtalya, Pakistan, Yeni Zelanda, Özbekistan ve Makedonya'dan birçok akademisyenin katılımıyla ve halkımızın yoğun alakası ile başladı... Sempozyumda, İmâm-ı Rabbâni'nin tasavvuf tarihine ve kültürüne kazandırdığı yeni kavramlar ile Ehli Sünnet çizgisindeki tasavvuf anlayışı anlatıldı, tartışıldı. Sempozyumun genel çerçevesinin, ülkemizde Mektûbât isimli eseriyle tanınan ve birçok başka eseri de olan İmâm-ı Rabbâni hazretlerinin eserlerinin günümüz insanına ilmi bir üslupla aktarılması için yurt içi ve yurt dışından 40 kadar akademisyen katılımcı tarafından hazırlandığını da ekleyelim.
Program kısa bir tanıtım filminin ardından okunan Kur’anı Kerim ile başladı.
İlk gün birçok kıymetli ilim adamının yanı sıra Cemil Çiçek, Bekir Bozdağ gibi hükümeti temsil eden siyasilerin, Diyanet İşleri Başkanı’nın konuşmaları ve hazırda bulunan davetlilerin yoğun alakası ile başladı. Cumhurbaşkanından başbakana, devlet bakanlarından diğer siyasilere kadar birçok siyaset adamının güne dâir iyi dilek ve temennileri spiker tarafından hazırda bulunanlara okundu; bu mevzuun altını çizmemizin sebebi, siyaset adamlarımızın ilim ve fikir meselelerine uzak durmaları ve sanki siyaset bu mühim dünyadan uzakmış, ayrıymış gibi bir kategoride ele alınması. Oysa ilim ve fikirden, sanattan nasibini almamış insanların siyasî bakımdan memleketlerine faydaları olamaz, olmamıştır. Açılış-protokol konuşmaları arasında Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in konuşması, açılış için yapılan konuşmalar arasındaki en nitelikli konuşmaydı bizce; Görmez, İmam-ı Gazâlî’nin İhya-ı Ulumuddin eserinin önemini anlattıktan sonra İmâm-ı Rabbânî’nin Mektubatı’nın bugüne ve geleceğe dâir hâlen konuşuyor olmasına, canlılığına dikkat çekti.
İmamı Gazali’nin dini ihya meselesini şahsî bir problem olarak algıladığını, bunun için vatanını terk etmesini, bu uğurda çile çekmesini anlatarak “İmamı Gazâli eserinde geçmişi değerlendirmiştir; ama İmâm-ı Rabbânî ise Mektûbâtı ile geleceği inşâ etmeyi hedeflemiştir” diyerek aralarındaki usul farkına dikkat çekti. İmamı Gazali’de olduğu gibi İmâm-ı Rabbânî’nin de fıkıh ve tasavvuf meselelerine ayrıntılı bir şekilde değinmekle birlikte öncelikli olarak, birinci sırada “din ve siyaset ilişkisi” etrafında eserlerini örgüleştirdiğini, günün İslam’ı tahrif edici siyasilerine karşı ömürlerini geçirdiklerinin altını çizmesi bizce çok mühimdi. Ve bir ilim adamına yakışır bir biçimde, protokol koltuklarında oturan siyasetçiler de dâhil olmak üzere her ilim adamının, ilahiyatçının ders alması gereken şu sözleri Mektûbât’ın özü olarak söyledi: “Siyâsetin dini mübini İslâma nizamat vermek haddinin olmadığını, siyasete düşen vazifenin Dini Mübini İslam’ın kendi mecrasında akmak için her türlü imkânı sağlamak olduğunu, siz İmâm-ı Rabbânî’nin bütün mektuplarında görebilirsiniz.”
Sonrasında ise, günümüze kadar gelen ilim, fikir ve sanat adamlarının eserlerinde Mektûbât’ın nasıl yer ettiğinden örnekler vererek misâlini pekiştirdi ve “Necip Fazıl’ın şiirlerinde bile Mektûbât’ı bulabilirsiniz” diyerek Üstadı da misallerinin arasına ekledi. Konuşmasını İmâm-ı Rabbânî’nin 293. Mektubundan şu cümle ile bitirdi: “Tecrübe ile anladım ki, marifet sahibi olanların feraseti Allahuteala’ya yarayan kimselerle ona yaramayan kimseleri ayırmaktır.”
Açılış konuşmalarının ardından ilk günün konuşmalarına geçildi. Evvela Prof. Dr. Süleyman Uludağ konuştu. Uludağ, Ebu Hanefi hazretleri ile birlikte fıkıh mevzuunun bir forma girdiğinin altını çizdi. Fıkıhçılarla Sûfilerin birbirlerinin ilimlerini bildiğini bu ayrımın esasında olmadığını, fakat zamanla ayrıştığını ve aralarında tartışmalar çıktığını anlattı. 1240’tan sonra Muhiddini Arabi hazretlerinin vefatının ardından, onun Vahdeti Vücud anlayışının halk üzerindeki yansımasına bakarak İbni Teymiyye ve İbni Kayyım’ın onu küfürle suçladığı bir ortamın geliştiğini anlattı. İşte İmâm-ı Rabbânî’nin böyle bir ortamda doğduğunu, ilk başlarda Vahdeti Vücûd anlayışını benimsediğini, hatta bu mevzuda rubâiler yazdığını, sonrasında ise şeyhinin ikazı ile bundan vazgeçtiğini, nihayetinde ise Vahdeti Şuhûd’u sistemleştirdiğini anlattı. Önemle altını çizdiği husus ise, İmâm-ı Rabbânî’nin Arabi’yi küfürle yahut benzer nitelemelerle itham etmediğini, aksine onun söylediklerini hürmetle ele aldığını ve hatta onun geliştirdiği tasavvufî terminolojiyi aynen kullandığıydı. İmâm-ı Rabbânî’nin İbni Arabi’yi önemli ve büyük velilerden birisi olarak gördüğünü de özellikle ekledi… Nakşibendiyye’nin önemli âlimlerinden Hâlid-i Bağdadî’nin İmâm-ı Rabbânî’nin “müceddidiyye” hareketini Anadolu’ya, İstanbul’a nasıl taşıdığını, bu hareketin coğrafyamızda “Halidiyye” olarak bilindiğini, günümüzün kültüründen siyasetine kadar nüfuz alanının sandığımızdan daha kuvvetli olduğunu anlatmasını da önemli notlarımız arasına ekledik.
Süleyman Uludağ Hoca’nın konuşması hem anlatım bakımından ve hem de bilgilendirici olması bakımından bizce salonda hazır bulunanları mest etti. Çünkü dar zamanda bu kadar meseleyi özetleyerek ve meseleyi bilmeyenlerin bile anlayacağı bir biçimde izah etmesi çok hoştu.
Süleyman Uludağ Hoca’nın ardından görevli spiker Hayrettin Karaman’ı sahneye davet etti. Davet ederken “hocaların hocası” diye nitelemesi de hoş olmadı. Tasavvufî meseleler hakkında yıkıcı birisi olan ve faraza bırakalım tasavvufu, sıradan bir Müslümanın bile bal gibi inandığı fıkhî meseleleri eğip büken birisinin böyle bir organizasyonda bulunması ve üstüne üstlük, assolist edaları ile sahneye gelip “benden öncekiler teorik konuştu ben canlı olarak konuşacağım” diyerek kendine ayrı bir kategori biçmesi tam anlamı ile rezaletti bizce. Böyle kapsamlı, böyle harika bir organizasyonun niçin böyle bir duruma mecbur kaldığını anlayamadık? Belki biz önyargı ile davranıyorduk, belki dediği gibi “canlı” bir şekilde, yaşayarak, yaşatarak anlatacaktı diye hüsnü zannımızı zorladık ama, beş dakika sonra İmâm-ı Rabbânî Sempozyumunda “Hayrettini karamani” ve onun tabiri caizse “seyri sülük”ünü dinlerken bulduk. Biz, onun sahabeye olan anlayış eksikliğinden ötürü mü böyle görüyorduk diye aramızda konuşurken yanımızda bulunan birkaç kişinin de aynı şekilde mırıldandığına şahit olduk. Velhasıl, böyle bir organizasyonda olmasa da olurdu. Olmaması lazımdı! Çünkü İmâm-ı Rabbânî gibi büyük bir tasavvuf adamının konu olduğu bir sempozyumda tasavvufu reddeden, İmâm-ı Rabbânî’nin savaştığı Ekber Şah gibi dini tahrif edenlerle işbirliği yapıp “Polemik Değil Diyalog” kitabı ile buna hizmet eden birisinin davet edilmesi, bir de “hocaların hocası” diye takdim edilmesi tam anlamı ile rezalet bir durumdu. Buna kim sebeb oldu ise vebâli onun boynuna; tabii bir de, oturup kuzu kuzu dinleyen hocaların, konukların, hepimizin boynunadır bizden söylemesi…
Hayrettin Karaman’ın ardından Osman Nuri Topbaş hoca kürsüye geldi; Hayrettin Karaman’ın lafı çok uzatması ve kendinden bahsetmesine dayanamayarak dışarı çıkan bir grubun konferans salonuna Osman Nuri Hoca’yı dinlemek için akın etmesi sırasında ufak bir hareketlilik yaşanmasına neden olduğunu da gözlemledik.
Osman Nuri Hoca organizasyonda emeği geçenlere teşekkür ederek güne dâir kısa bir konuşma yaparak kürsüden ayrıldı.
Haricen ilk gün içerisinde konuşma ve namaz aralarında İsmailağa Cemaatinden Mahmut Eren Hoca, Yeni Zelanda Victoria Üniversitesi öğretim üyelerinden Arthur F. Buehler, Mardin Ulu Camii imamlarından Seyyid Muhammed Şerif, Sosyolog Müfit Yüksel gibi sempozyuma gelen ilim adamları ile güne dâir söyleşiler gerçekleştirdik.
Salonda dolaşırken bize girişte selâm veren bir beyefendiyi hatırlayınca tanışmak için yanına gittik ve selamlaşmamızı hatırlattık; kendimizi tanıtınca dergimiz Baran ile çok ilgilenerek “sizleri biliyorum. Ben Necip Fazıl hayranıyım, demek ki, Necip Fazıl’ı çok sevdiğim için sizin simanız bana ezelden tanıdık geldi ve o yüzden selâm verdim. Salih Mirzabeyoğlu’nun bir an evvel hürriyetine kavuşması için dua ediyorum” dedi. Ayrıca mesleğinin diş hekimliği olduğunu söyleyerek yolumuz düşerse uğramamız için işyeri adresini tarif etti ve selamlaşarak ayrıldık.
Ardından Şam Âlimleri Birliği Başkanı Usame Er-Rifai’ye tesadüf ettik. Kendisine Salih Mirzabeyoğlu’nun Başyücelik Devleti isimli eserinin Arapçasını takdim ettik. Usame Er-Rifai’nin oğlu Abdurrahman Usame ile de kısa bir sohbet yaptık ve Usame Er-Rifai ile geniş bir zamanda söyleşi yapmak için söz aldık.
İsmailağa cemaatinden Mahmut Eren hoca ile karşılaştık ve kendisine Baran ve Aylık dergilerini takdim ettik ve kısa bir söyleşi de gerçekleştirdik. Söyleşi esnasında “Şehid Mektûbâtçı Bayram Hoca anılmadan bu organizasyondan bahsedilemez” deyişimiz çok hoşuna gitti ve mukabelede bulundu. Bu vesileyle Şehid Bayram Hoca hakkındaki şu kısa bilgiyi de sizlerle paylaşalım. Bayram Hoca Ehli sünnet vel cemaat yolunun inceliklerini bilir ve Şii’ler başta olmak üzere her türlü sapık mezheb ve fırka’ya karşı şiddetle ve iman hiddeti ile bu yolda mücadele vermiş nadir hocalarımızdandı. Ehli Sünnet Vel Cemaat yolunun bayraktarlığını yapan İBDA’cılara, Şiilere karşı destek vermek maksadıyla Taraf Dergisi için Mektubât-ı Rabbânî’den bu meseleyle alakalı yerleri aslından tercüme ederek yazmış, yayınlanması maksadıyla Taraf Dergisi’ne iletmişti. Bayram Ali Hocamızın tercüme ettiği bu kısımlar Taraf Dergisi’nde yazı dizisi olarak yayınlanmıştı...
Mescid çıkışında Suriye’den gelen fıkıh ve hadis uzmanı Muhammed Hani Odabaşı ile karşılıklı kısa bir sohbet gerçekleştirdik ayaküstü. Kendisine Salih Mirzabeyoğlu’nun Başyücelik Devleti isimli eserini ve dergimiz Baran’ı takdim ettik, çok memnun oldu. Suriye’deki zulmün bitmesi için dualarımızı söyleyince elini kalbinin üzerine götürerek dualarımıza katıldı.
Sempozyumun yapıldığı Haliç Kongre Salonu’nun manzarası da Eyüp sırtlarında medfun Üstad Necip Fazıl’da vardı; Mektûbât eserinin Türkçe’ye ilk çevirenin Üstad olduğunu hatırlayınca, güne dâir hoş bir tevafuk olarak bunu da notlarımız arasına kaydettik.
Bu arada İmâm-ı Rabbânî’nin türbedârı Zübeyr beyefendinin de sempozyumda bulunduğunu da ekleyelim.
İlk günün ardından ikinci gün 16 Kasım’da Bağlarbaşı Kültür Merkezi’nde devam etti sempozyum; öğleden önce Prof. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL İmâm-ı Rabbânî’nin hayatı ve yaşadığı döneme ait bir konuşma yaptı. Bu konuşmaya ilgi yoğundu. Prof. Dr. Necdet Tosun ise İmâm-ı Rabbânî’nin hayatı üzerine bir konuşma yaptı.
Necdet Tosun hocası Mahmut Erol Kılıç ile yaşadığı bir hatırasını ise hazırda bulunanlarla mevzuuyla alakasına binâen paylaştı:
Hocam Mahmut Erol Kılıç Üniversite’de odada otururken bana sordu “İbn-i Arabi mi, İmâm-ı Rabbânî mi?” ben de, “Hocam yemek çeşidi değil ki tercihte bulunayım. Onlar o yüksek seviyede yaşamış insanlar, biz o seviyede değiliz ki tercih edelim. Hocam ise “doğru söylüyorsun!” diyerek beni tasdik etti.  
Takiben, Prof. Dr. Angelo SCARABEL ile Prof. Dr. Reşat ÖNGÖREN’de sempozyum ile alakalı mevzular etrafında konuştular.
İlk gün söyleşi yaptığımız Araştırmacı Yazar Müfit YÜKSEL ise “İmâm-ı Rabbânî’nin Mebde ve Mead İsimli Eseri” hakkında bilgilendirici bir konuşma yaptı.
Öğle namazından sonra ise Prof. Dr. Abdülhakim YÜCE “Sünnetin İhya Edicisi Olarak İmâm-ı Rabbânî” başlığı altında katılanların alaka ile dinlediği bir konferans-konuşma gerçekleştirdi. İtalya’dan sempozyuma katılan Prof. Dr. Demetrio GIORDANI “Şeyh Ahmed Sirhindî’nin Öğretilerinde Şeriata Bağlanmak” başlıklı ufuk açıcı bir konuşma yaptı.  Sonrasında ise Prof. Dr. Ömer ÇELİK ve onun da ardından Prof. Dr. Süleyman DERİN “İmâm-ı Rabbânî’nin Kur’ân ve Sünnete Dayalı Tasavvuf Anlayışı” başlıklı konulu konuşması ile sempozyumda yer aldı.
İkindi namazının ardından ise Marmara Ün. İlahiyat Fakültesi’nden Prof. Dr. Ramazan AYVALLI “İmâm-ı Rabbânî’nin İsbâtu’n-Nübüvve’sinin Te’lîf Sebebi ve Mâhiyeti Hakkında Bir Mütâlaa” başlığı altında bir konferans verdi. Ramazan hocanın TV’lerden hatırladığımız tatlı diliyle anlattığı menkıbeler hatırımıza geldi; mevzuunu dinleyenlerin anlayış seviyesine göre izah etmeye çalışması ve gayet hoş bir uslub ile sunması da ilim zevki bakımından kayda değerdi bizce.
Bu güne ait katılabildiğimiz bir diğer konferans ise ilk gün tanıştığımız Prof. Dr. Arthur F. BUEHLER’in (University of Victoria, Wellington, Yeni Zelanda) “Meta-principles of Sufism: What can we learn from Ahmad Sirhindi’s Maktubat? /Tasavvufun Temel Prensipleri: Ahmed Sirhindî’nin Mektûbât’ından Bu Konuda Neler Öğrenebiliriz” konulu konferansıydı. Bakış açısı ve branş edinmeye dâir de ufuk açıcı bir değerlendirme dinledik; mevzuu etrafındaki bilgilendirmeleri bir yana, hoş ve samimi üslubu ile kaçırılmaması gereken bir konuşma olduğunun da altını çizelim. Yaptığımız söyleşinin ardından birkaç dakika sohbet etme imkânı da bulduğumuz sayın BUEHLER’e Salih Mirzabeyoğlu’nun Başyücelik Devleti isimli eserininİngilizcesini de hediye ettik ve Salih Mirzabeyoğlu hakkındaki sorularını yanıtlamaya çalıştık. Son olarak Yeni Zelanda’dan gelen bir insanla Türkiye’deki bir insanın “elhamdülillah Müslümanım!” demesinin güzelliğini yaşadığımızı söyleyince çok memnun oldu ve tebessüm ile kelime-i şehadet getirerek bizim hissiyatımızı cevabladığını da sizlerle paylaşmak istiyoruz.
Sempozyumun son günü olan 17 Kasım’a ait izlenimleri Baran Dergisi ekibindeki arkadaşlarımızın notlarından derleyerek sizlerle paylaşmak istiyorum. Günün ilk konuşmacılardan birisi de ise Araştırmacı Yazar Talha Hakan ALP’ti. Talha Hakan ALP “İmâm-ı Rabbânî’nin Kelâmî Görüşleri” başlıklı konusu ile konferans verdi. Sûfî bir kelamcıdır. Ehl-i sünnet yolunda olduğunu, Hanefi ve müçtehid olduğunu söyleyerek kelâm, felsefe ve tasavvufun devirlere göre farklılıklarına değindi.
Sempozyumun ilk günü söyleşi yaptığımız İsmailağa Cemaati’nden Araştırmacı Yazar Mahmut EREN ise “Mektûbat-ı İmâm-ı Rabbânî’nin Genel Muhtevası” başlığı altında konuşmasına, Mustafa İsmet Garibullah'ın (KS) yazmış olduğu Tasavuf kitabı Risale-i Kudsiyye'den beyit okuyarak başladı:
“Yetmiş bin evliyanın piridir
Her cebhesi ayrı bir billura benzer” diyerek bir de şu tesbitte bulundu “Mektubâtı Rabbânî olmasaydı Allah’ı tanımayacaktık, bu eser Mesnevîden daha kıymetlidir”
Sözlerine “İnsan nefsini sever; onun için Allah ile kul arasında köprü-mürşid gerek. Mürşidsiz aşk yalandır. Muhabbet yoksa amel surettedir” diye devam etti…
Van Müftüsü Nimetullah ARVAS ise “İmâm-ı Rabbânî’nin Üzerinde Durduğu İki Önemli Husus: İhlâs ve Peygambere Tâbiiyyet” konusu ile hazırda bulunanlara konferans verdiler.
Nimetullah ARVAS mutluluk arayanlar peygambere itaat etmelidir. İhlas ve peygambere tâbi olmak; bu da sevgiyle olur. Hindistan’da cahil sufilere karşı mücadele etmiştir. Mektûbât’la şeriatın lezzetini tattırmıştır. Selefi Salihîn Ehli Sünnet’in yoludur. İmâm-ı Rabbânî azimet ile ameli tavsiye etmiş, ruhsat ile ameli tavsiye etmemiştir. İhlas Kur’an’da 30 yerde geçmiştir ve İhlas Suresi de vardır. İhlas ile az ibadet etsen bile çok kazanırsın, ihlas yoksa çok da yapsan az kazanırsın. Hazreti Peygamber örnek olarak yaratılmıştır. Konuşmasının sonunda Üstad Necip Fazıl’ın İmâm-ı Rabbânî hakkında yazdığı bir şiiri okuyarak sonlandırdı.
 Araştırmacı Yazar Ahmet Hamdi YILDIRIM “İmâm-ı Rabbânî’nin Mektuplarındaki Fıkhî Görüşleri” başlığı altında  ‘Âlimler, peygamberlerin vârisleridir. Vâris mûrisinin söz sahibidir’ demesinin ardından İmâm-ı Rabbânî’nin “Azimet ile amel esastır, ruhsat ile amel istisnadır” mealindeki sözünü hazır bulunanlarla paylaştı.
 Arnavutluk Üniversitesi’nden Metin İzzeti bey ise “Balkanlarda Bektaşiliğin yaygın sanıldığını, fakat aksine Nakşiliğin daha önce Balkanlarda yer ettiğini ve yaygın olduğunu” söyledi. Nakşiliğin tahrif edici unsurlara karşı İslâmî düşünceyi savunduğunu ve günümüzde de Ehli sünnet Yolu’nun temsilcilerinin halen bulunduğunun altını çizdi. Nakşiliğin Tito döneminde ve Cihan Harbi’nde direnişlerinden örnekler vererek söylediklerini kuvvetlendirdi.
Özbekistan’dan gelen konuşmacı ise İmâm-ı Rabbânî’nin halifelerinden Musa Han Dehbiti’yi anlattı. Günümüzde İmâm-ı Rabbânî’nin türbesinin yanına yapılacak külliyenin inşaat çalışmaları hakkında da bilgiler paylaşıldı sempozyumda.
Hindistan’dan Tayyib Seccad Asgar ise İmâm-ı Rabbânî’nin Maarifi Ledünniyye ve diğer eserlerinden bahsederek kopmuş olan Zahir-Batın’ ve ilim ve marifeti “Sıla” vasfı ile birleştiriciliğinden bahsetti.
İrfan Gündüz, Sıla ve Farûkî vasıfları yanında melamet vasfının bilinmediğinden bahsederek 18 yaşında cihada atılıp Delhi’ye gelen ve felsefecilere karşı İsbat-ı Nübüvve eserini yazan İmâm-ı Rabbânî’nin “Velinin en büyüğü, sahabenin en küçüğünün ayağının tozu bile olamaz” sözüyle hadlere riayet ve Allah’a riayetin nasıl olacağını gösterdiğinin altını çizdi.
Mustafa Kara’nın ise kısa konuşmasındaki şu tesbiti, bizce çok önemlidir. “Çağdaş ilahiyatçılarda haddini bilmemek gibi bir hastalık var.”
Genel olarak söylersek sempozyuma katılan konuşmacıların kaalden ziyade hâli yansıtıyorlardı. İlmi de hâl’e köprü diye paylaşıyorlardı; malumatfuruşluk olsun diye değil. İmâm-ı Rabbânî’nin doğru anlayışı ve yaşayışı da hayatı boyunca savunduğu ilkeleri de bunu gerektirirdi.
Üstad Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu’nun nisbeti ve o nisbet içinde kurduğu İslama Muhatab Anlayış davası da yaşayış için gerekli vasıta fikirdir; İmâm-ı Rabbânî’nin Sıla-Birleştirici vasfının teori ve pratik olarak billurlaştığı iman ve aksiyondaki zuhurudur. İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun İslama Muhatab Anlayış Davası’nı örgüleştirerek modernizmin berhava ettiği ruh-akıl birlikteliğini tekrar tesis etmiştir. Herhalde bu söylediğimizle kuru akılcı tasavvuf düşmanlarının nerede takılıp kaldıkları da gözüküyor. Muhiddin-i Arabi Hazretlerinin Vahdeti Vücûd, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Vahdeti Şuhûd diye sistemleştirdikleri karşısında apışıp kalanlara nazaran İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu kendi fikriyatıyla Vahdeti vucûd ve Vahdeti şuhûd meselesini hâl ve fasletmiştir Üstadı Necip Fazıl’dan vâris aldığı üzere.
Bu sempozyumun Türkiye ve İslâm âlemi açısından, hem ilim adamları hem de diğer katılımcılar açısından çok bereketli geçtiğini söyleyebiliriz. Bize göre, gerek ilim adamları ve gerekse de halkımızın yoğun ilgisi böyle organizasyonlara olan açlığın göstergesidir. 

Fatih Turplu

Baran Dergisi 358. Sayı