Günümüzde Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat yolu, yani hadis-i şerifte geçen “fırka-i naciye”, tüm küfür soyunun hedefi halindedir; tüm varyasyonlarıyla kâfir, mürted, münafık, mülhid, sapık, Yahudi, dönme, mezhepsiz, şiî ve telefi-vehhabî kadrolarınca sistemli bir şekilde topa tutulmaktadır. Bu pervasızca gelen saldırılara karşı ferdî birtakım zuhurlar olmakla beraber, sistemli bir karşı çıkış, hatta bu şer cephesinin kolunu kanadını kırıp leşini bir kenara sererek yoluna devam edecek tek anlayış, Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat’in kalesi “Büyük Doğu-İBDA”dır. Bu kadar iddialı konuşmamızın sebebi, az evvel özetlediğimiz şer odaklarının bu gerçeği görüp önce Üstad ve Kumandan’ın şahsına saldırması, bunun neticesinde de onların bina ettiği bu hisarı döverek yıkacaklarını zannetmeleridir. Bu zanları doğrultusunda söyleyip yazdıklarıyla bu “piyon”ları teşhir ve akabinde Büyük Doğu-İBDA’nın haşmet ve memuriyetini düşmanları vesilesiyle isbat etmeye çalışacağız. “Efendim, eski defterleri açmanın zamanı mı?” veya “tefrikadır bu!” diyen hünsaların da sesini kesmek için teşhir edeceğimiz kişilerin günümüzdeki icraatlarına da değineceğiz elbet.
Bunların arasında biri var ki cehalette “mastır” yapmış, İslâm’ın temel itikadlarının bazılarını reddeden veyahut zemmeden, yaptıklarıyla “beşer”dir şaşar kategorisine dahi girmeyen bu reformcu, bir mülâkatında aynen şu sözleri söylüyor; “Ben Necip Fazıl edebiyatıyla büyüdüm. Ve o zamanlar, Necip Fazıl ne derse benim için o nastı… Efendim, Necip Fazıl, Mevdudî’ye “Merdudi” diyordu. –Allah affetsin- biz de “Evet, demek ki Mevdudî, İslam’ı yıkmak için çalışan bir sapık adam” diyorduk. Necip Fazıl, Hamidullah Hoca’ya “baidullah” diyordu, biz de öyle zannediyorduk. Ve benim hayatımda hep yandığım bir şey vardır; Hamidullah Hoca iki sene bizim dersimize geldi. Ve ben, Necip Fazıl’ın etkisiyle onun belki bir buçuk senesini Hamidullah hoca’ya karşı şartlı, önyargılı geçirdim. “Acaba- af buyurun- zehrini ne zaman kusacak? Nerede ne söyleyecek, nereden ne çıkacak?” filan , “bu adam sahtekâr bir adam” diye baktım. Sonra anladım ki, bu adam evliyaullah yani! Bu adam Evliyaullahtan değilse kim evliyaullah? Hamidullah Hoca ki, evlenmemiş, 36 kilogram dev bir adam. Sonunda kaç ay kaldıysa, ondan adam gibi istifade etmeye çalıştık. Baktık ki Allah’ın veli bir kulu. Necip Fazıl’la, İslâmî yaşayışı, İslâmî bilgisi, İslâmî anlayışı filan hiç kıyaslanmaz.”
Bu adam, gerçekten de Üstad Necip Fazıl’ın yolundan ayrılmış ki evliliğin bir sünnet olduğunu dahi ya unutmuş, ya bilmiyor ve “evliyaullah” mefhumuna leke sürercesine Hamidullah denilen şahsa “evlenmemiş” diyerek “şecaat arz ederken merd-i kıptî sirkatin söyler” misali bu mefhumu yakıştırıyor. Bunu geçtim, bu adam zamanın Seltüt’ü (veya Şeltut) görevini ifa ederek Hz. İsa’nın (AS) gökten “manevi olarak da” inebileceğini iddia ediyor, yani Nüzûl-i İsa’yı reddediyor! Davetli olarak katıldığım bir seminerinde “Hz.İsa’nın gökten ineceğine dair kaynaklarımızda bir ibare yok, ben bulamadım.” diyebiliyor! “Biz de senin kaynaklarda –beşer- olduğuna dair bir ima dahi bulamadık” desek bu herifin seviyesizliğine duçar olmayız inşaallah! Bu meseleyi Merhum Ahmed Davudoğlu Hoca “Dini Tamir Davasında Din Tahripçileri” eserinde gayet güzel açıklığa kavuşturmuş ve şöyle demiştir: “Hâlbuki Hz. İsa (as)’ın gökyüzüne kaldırılması da indirilmesi de ikişer âyetle sabittir.” Ve bu âyetleri söyleyip açıklamalarını yapmış, ardından bu mesele hakkındaki hadislerin tevatür derecesinde olduğunu da eklemiştir. Ayrıca bu mevzu hakkında M. Zâhid el-Kevserî Hazretleri’nin de günümüz Türkçesi’ne çevrilmiş bir risâlesi mevcuttur. Bu sapık, az önce serdettiği sözlerle Üstad’ı (BD-İBDA’yı) güya nakavt ettiğini sanarak maskesini indirip dişlerini gösteriyor ve bakın nereye saldırıyor: “Şimdi Necip Fazıl bunu niye yapıyordu? Bir takım cemaatler kendilerine bir ehl-i sünnet şablonu çizmişler. Necip Fazıl da -Allah rahmet eylesin- İslâm’ı iyi bilmiyor. Ona bu anlayışı empoze etmişler; “budur Ehl-i sünnet. Yol budur, bir başka yol yoktur” demişler. Ondan sonra, “Seyyid Kutup kâfirdir” demişler, “Mevdudî merdudidir” demişler vs. O da bu nakaratları bize tekrarlamış. Dolayısıyla, diyorum ki ehl-i sünnet eğer Resûlullah (Aleyhissalatu vesselam) ve ashabının yaşadığı İslâm’sa ki öyle, ben de öyle anlıyorum, öyle olmaya çalışıyorum, bu anlamda ehl-i sünnetim. O zaman, bugün ehl-i sünneti tekelinde bulunduran bizim cemaatlerimiz içinde tam anlamıyla ehl-i sünnet olan kaç cemaat kalır? Çünkü Resûlullah’ın (Sallallahu aleyhi ve sellem) hayatında, sahabenin hayatında olan pek çok şey bunlarda yok. Bunlarda olan pek çok şey de onların hayatında yok. Bunlar bazı şeyleri şaşmaz kabuller olarak alıyorlar. Onlara “ehl-i sünnetin gereği budur” “böyle olan ehl-i sünnettir” diye sarılıyorlar. Hâlbuki o kabullerin hiçbir tanesi ashabın hayatında yok. Ve onların hayatında olan İslâm anlayışı da bunların hayatında yok. O zaman ya onlar ehl-i sünnet değil ya da bunlar ehl-i sünnet değil… Eğer ehl-i sünnet olmam gerekiyorsa “muhakkak bu sınıflandırmalardan birinde olacaksınız” derlerse ehl-i sünnetim ben. Ama böyle bir isim alma şartı da yok…” Önce BD-İBDA’yı yıktığını, sonra cemaatleri yıktığını sanan bu gözü dönmüş sapık en son da “Ama böyle bir isim alma şartı da yok.” demiş ve tıpkı hocası Seltüt’ün Kaadiyanî Abdülkerim Han’a yaptığı gibi zamanımızın Kaadiyanîsi Fetullah Gülen’in çanağını yalamış, ortaya “Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Fıkhını Anlamak” eseri çıkmıştır. Bu şahıs hâlâ “çok eşli evlilik caiz değildir”, rabıta şirktir”, “Tarikatler şöyle bid’atte, böyle sapıtmakta” gibi laflar etmekte, dalalette berdevam etmektedir. Takip edenlere, sevenlerine duyurulur.
Bir diğeri ise yaşına hürmeten laf etmediğimiz, ama söyledikleriyle kaç kişinin vebalini yüklenmiş, boğazına kadar çukurda “46’lık” bir dede… Bu dede Üstad’a öyle bir kin, öyle bir haset besliyor ki, belki de Üstad’ın bunun kibrini kırıp attığı içindir, Üstad’a saymadığı, etmediği laf kalmıyor. Bir sohbetinde; “Necip Fazıl aşırı nefis güveninden dolayı araştırmadan incelemeden yazan bir adamdır… Kimse onu benim kadar iyi tanıyamaz. Lâkin hiçbir şahsi kusurunu söylemedim. Söylediklerim onun fikrî yanlışlarıdır… Necip Fazıl Bey size söylediğim gibi aşırı nefis güveninden dolayı okumaz, araştırmaz, birinden bir laf duyar habbeyi kubbe yapar… Davayı kâmil bir surette temsil ve ifade ettiğini söylemek doğru değildir… Necip Fazıl’ın tarihle alakalı kitaplarının hemen hepsinde yanlış vardır… “ Öncelikle sormak lâzım: Davayı temsil edecek kişiyi sen mi belirliyorsun dede? Ya da bu kişi sen misin, “Üstad” lâkabını tekeline almaya çalışmandan mülhem? Sonra diyorsun ki tarih kitapları hatalarla dolu, ben fikri yönlerini eleştiriyorum diye… Tersten başlayarak açıklayalım: Üstad, hiçbir eserini tarihi eser diye yazmamış, işi mücerret fikir planında ortaya koyup bitirmiştir. Hatta eserlerinde sürekli “geleceğin gerçek tarihçisine ısmarlıyorum” veya “beklenen İslâm tarihçisi bunu açığa çıkaracaktır” uyarılarını görürüz. Gayet tabii sen o kibirli nefsine uyup ya Üstad’ın eserlerini okumadığın için sağdan soldan duyduklarınla habbeyi kubbe yapıyorsun, ya da hasetinden iftira ediyorsun. Sonra sen ne ara “Üstad” oldun dede? Eserlerinin gerek fikrî açıdan, gerekse de tarihî açıdan hiçbir kıymetinin olmadığını o işlerle iştigal olanlar hemen anlamaktadır, hatta bu yönde beyanlar da vardır. E, şimdi eserlerini ne yönden tutsak dağılıyor, parçalanıyorken, bu kadar başarısız bir adamken, haliyle kimse senden “davayı kâmil manâda” temsil edecek kişiyi tayin etmeni beklemez dede… Bir de bu dedenin Üstad hakkında karaladığı bir “hasetnâme”si var ki, değinmek bile zaman kaybı. Bir sohbetinde ise Üstad hakkında “münafık” ve “deli” dercesine şunlar sadır oluyor o bunaktan: “Adliye davalarına giderdik, çok değil üç-beş kişiden fazla değildik. Yazıhaneye dönmeyi beklemeden adliyedeki koridordaki telefonu açar evine “Neslihan! Görmeliydin bütün üniversite gençliği arkamdaydı”… Öyle hayal ediyor. Necip Fazıl yıkmaya memurdu, yapmaya değil… Başlangıçta bozuk… Kötü zamanındaki ahlâkından hiçbir şeyi terkedemedi, irade sıfırdı… Uzaktan Necip Fazıl’a hayran olursun, gelirsin yanına bakarsın ki namaz kılmıyor, oruç tutmuyor, başka işler de var; kaçarsın!... Tasavvufî yazılar yazar ama, hayatında tasavvufun zerresi yoktur. 25 sene beraber kaldım, bir defa namaz kıldığını gördüm; o da mecburiyetten. Para istemeye gelmiş Topbaşlar’dan, bahçede cemaat oluyor, mecbur… Bu size bir karakteri anlatmıyor mu?.. Ahmet Emin Yalman bunu kumarhanede bastırdı, hocalarım bana “bak senin takip ettiğin adama” dediler ve ben bundan çok gücendim…” ve diğer bir takım yalan, riyâ, haset dolu sözler… Bir önceki konuşmasında dediği “Lâkin hiçbir şahsi kusurunu söylemedim.” Sözündeki riyâyı görüyor musunuz? İftira atarken riyâ yapmak da ayrı bir maharet doğrusu. “Namaz, oruç yok, başka kötülükler var.” Kabilinden sözler ise ancak bir iftiradır, fesli 46’lık deli bunun vebali altından nasıl kalkacak bilemiyoruz. Sonra para için namaz kıldığını söylemesi şu demektir: “Necip Fazıl, ibadeti ile insanları kandıran bir münafıktır.” Bu sözlerini Telefî-Vehhabî tayfa ise alıyor ve nerede kim Ehl-i Sünnet’i müdafaa ederken Üstad’dan iktibas etse bu sözleri “delil” olarak kullanıyorken, ortada deli bir bunaktan sadır olan bir “nifak” dolanıyorken ve münâfığın manâsı biliniyorken… Yetmezmiş gibi bir konuşmasında Kumandan hakkında şöyle konuşuyor: “Ben o adamı tanımam… O Necip Fazıl’ın devamcısı olduğunu iddia ediyor… Onlar ülkücüler gibi vurma-kırma taraftarı idi… Duydum ki çok hastaymış, biz de buradan hukukumuza binaen Sayın Abdullah Gül Bey’e seslenelim…” kelime kelimesine aynı yazamamakla beraber aklımda kalan cümleler bunlar, zira bu konuşmanın olduğu video ne hikmetse internet ortamından silinmiş. Şimdi laflara bakın, önce tanımadığını söylüyor, sonra hakkında malûmat almış -ki o da yanlış- hasta olduğunu söylüyor, Kumandan’a “telegram” işkencesi uygulandığını biliyoruz, kendisinin deli olduğu belgelerle sabit 46’lık, “hasta imiş” diyerek Kumandan’ın sanki “delirmiş” olduğuna getiriyor meseleyi, sonra da yaptığı bir maharetmiş gibi dönemin cumhurbaşkanından güya yardım istiyor. Bir haset uğruna yaptığı fesatlığı, riyâyı görüyor musunuz? Bu bunağın dedikleri her şeyi, yanlış veya doğru olsun –ki hasetten söylenen yalan yanlış şeyler- Ehl-i Sünnet düşmanı mihraklarca takip ediliyor ve kullanılıyor, dolayısıyla bu adam Ehl-i Sünnet düşmanlarına silah taşıyor. Bu vebalin altından nasıl kalkacaksın dede?
Yazımızı sonlandırmadan evvel birkaç gün önce, Telefî-Vehhabî güruhu temsilen internet üzerinden yayın yapan bir haber sitesinde Kumandan hakkında bir yazı gördük. Yazıda “fazlasıyla bid’at sahibi”, “artık inzivaya çekilmiş, açık konuşmak gerekirse sistemin üzerinden geçip ezdiği emekli bir mütefekkirdir” ibareleri geçiyor. Şimdi, yazıyı yazan bu genç neyi amaçlamış belli değil, önce bid’at sahibi diyerek hevasına göre baştan Kumandan’a kalıp biçmeye kalkıyor, sonra biraz mücadelesine değinerek bir şeyler yazıyor, sonra da tıpkı Kemalist-Gülencilerin ağzı ile “emekli mütefekkir” tabirini kullanıyor. Buradan bu gencin şahsında tüm Telefîlere soralım; “bid’atçı” sözünü senin gibilerin Haricî zihniyetinden sadır olduğunu biliyoruz, ama ya 28 Şubat dönemi basınının ağzından konuşman nereden sadır oluyor?
Gördüğünüz gibi başta da söylediğimiz veçhile, Büyük Doğu-İBDA’ya saldırı, Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat yoluna saldırının bir ön aşamasıdır, bunu kimi yerde bilerek yapanlar var, kimi yerde de bilmeyerek şer odaklarına malzeme taşıyan gafiller var. Kumandan Mirzabeyoğlu’nun Başyücelik Devleti eserinde de geçen ve konumuzu özetler mahiyetteki bir hadis-i şerif ile yazımızı sonlandırıyoruz: “Mümin, beş türlü şiddet arasındadır: Müslüman kardeşi onu çekemez. Münafık ona buğz eder ve sevmez. Kâfir onun canına kasteder. Kendi nefsi onunla uğraşır. Şeytan onu şaşırtmaya çalışır.”

Baran Dergisi 480. Sayı