Hukukçu değilim, hukukî kâideler hakkında bildiklerim de sanırım epey sınırlı; hatta benim için hukuk mevzuunda “sınırlı” kelimesinden ziyade noktalama işareti farkıyla “sinirli” denilse sanıyorum daha münasip olur... Tabiî olarak herkesin branşı, mesleği, alaka duyduğu hususlar başka başka oluyor ve bu başkalık üzerinden ilişki biçimleri geliştiriyoruz. Bir başka yönüyle de “hukuk” denilince uygulanan kanunları oluşturan kaidelerin dışında, “arkadaş, dost, akraba, aile” ve benzerleri gibi “özel” hukuklar da var. Bunlar hukukçuları da içine alacak bir genişlikte hepimizi alakadar ediyor ki, ayrı bir bahis...
Hukuk mevzuunda belki birinci sınıfa giden bir hukuk talebesi kadar bile malûmatım olmasa da, Türkiye'de varolan ve hâlihazırda işletilen hukuk kâideleri hakkında bazı bildiklerim olduğunu da inkâr edemem. Hatta bu mevzuda “algıda seçicilik”ten olsa gerek mevcut kaidelerin işleyiş (mantalite)sine dair kendimi tecrübe sahibi bile sayabilirim, birazcık zorlamayla... 
 
Polisiye film ve dizilere oldum olası merak sarmışımdır; bu tarz filmlerdeki seyyaliyetten mi yoksa gençliğin verdiği dinamizmden midir bilmiyorum, mahiyetini tam kestiremediğim bir cazibenin büyüsüne kapıldığımı, bu büyü etrafında da, ister-istemez bende hukuk’a dâir bir alaka doğduğunu inkâr edemem. “Baba” filmindeki (Tom Hegın)ın hukukçu kimliği ve ağırbaşlılığının, (Çarls Bronson)un hukuk'un işletilmediği yerde kendi hukukunu devreye sokarak adaleti tesis etmesinin, herhangi bir filmde, herhangi bir avukatın mevcut kanunların çıkmaza girdiği yerde, filmi seyreden seyircilerin görebileceği fakat filmdeki diğer karakterlerin göremediği alanlarda hukuk kaidelerini mecburen azıcık(!) esneterek adalete ulaşmasının, bende hukuka dair içten içe bir alâka doğurmuş olduğunu söyleyebilirim… 
 
İçte ve dışta her tarafı düşmanlarla örülü memleketini kurtarma arzusu hangi genç dimağda belirmez? Yahut o dimağda böyle bir arzu belirmezse o kimseye genç denilebilir mi?
 
Benim için her şey ve her yol, açıkçası ilk gençlik yıllarımda belirdi. O yıllarda -tam da arzu ettiğim şekilde- büyük bir talih eseri filmlerde gördüğüm ve görmediğim bütün “hukuk” adamları ile karşılaşıverdim… Eh, serde bu kadar alâka olunca da bu durumu pek garipsemedim; dünya ve memleketimizin benim zannettiğimden yahut filmlerde gördüğümden birazcık daha, belki azıcık daha kötü olduğunu gördüğümde ise, “hukuk”un mühim bir şey olduğunu derinden kavradım. Bütün bu “dalavere” diyebileceğim (vodvil) tiyatrosu, adına “hukuk” denilen, ama kendisine bir türlü ulaşamadığımız (Kafka)nın Şato'su gibiydi...
 
Benim hülyalarımdaki hukuk kâidelerine göre, (Hulusi Kentmen) yahut (Morgın Frimın) tipli ve mizaçlı hâkimler huzurunda (Pol Nivmın) edalı avukatlar eşliğinde davalar görülür ve adalet hayal ettiğim şekilde vapurların tam saatinde kalkması gibi gecikmeden yerini buluverirdi. Ama heyhat! Hukuk'un, bir Fransız fikir adamının benzetişiyle, bazı kimselerin takılıp kaldığı ve yine bazı kimseler olan ama vurgulu şekilde tırnak içinde söylenen bazı kimselerin takılmadan geçtiği “bir ağ” olduğu memleketlerde, işlerin hülyalarımdaki kadar çekici ve dinamik olmadığını görüverdim...
 
Kitaplarda okuduğum ve anlatılan birçok hukuksuzluğun, işin içine birazcık renk katmak ve azıcık da edebiyatla süslemek adına abartı sanatından mebzul miktarda faydalanmak maksadıyla yazılıp çizildiğini düşünür ve “bu kadarı da olur şey değil hani" derdim. Ta ki, bir DGM Hâkimi'nin hazırda bulunan sanığa “sen konuşmayacaksın!” diye bağırmasını, bu da yetmemiş gibi bir de sanığın avukatını da azarlayıp susturmasını görene kadar!.. Sanık konuşmadı, avukat azarlandı ve ardından sanık yakınları da mahkemeden dışarı çıkarıldı; “bari sanıkları da çıkarın öyle karar verin” diyerek her türlü olumsuzluğu (Polyanna) gibi latifeye ve iyi niyete yormayın, zaten öyle yapıyorlarmış...
 
Hukuk'un bu kesif yüzü elbette bana çok şey kazandırdı; bir kere Şekspir'i ciddiye almaya, Dostoyevski gibi eski bir mahpusu yakından tanımaya ve memleket meseleleri ile daha yakından alakalanmaya başladım.
 
Bir şey ile alakanız ne kadar yoğunsa (Balzak)ın “hangi elin dokuduğu bilinmez o tezgâh” dediği kader, sizi o şeyle bir yerlerde mutlaka karşılaştırıyor. Bir yazara, yazdığı kitaplardan dolayı kumpas kurup içeri atan “hukuk devleti”nin, bana aynı yazarın kitabını okumaktan hesap sorduğunu görmüş birisi olarak söylüyorum ki, “hukuk” bizim zannettiğimizden daha elzem bir husustur. İster bunu en basit ilişkiler ağı içerisinde ve isterse memleket yahut uluslararası düzeyde düşünelim, hukukun olmadığı yerde insanî hiçbir müesseseleşmeden bahsedilmesi mümkün değildir…
 
 Hukuk'un tarifindeki “menfaati gözetilen” taraf, bizim gibi kendini “birinci sınıf” zanneden ama gülerek andığımız üçüncü dünya ülkelerini aratan haliyle ammenin “ortak” iyilik ve menfaati değil, belirli çıkar çevrelerinin ve onların yardakçılarının menfaatidir.
 
Haklı yahut haksız olmanızın değil, gazetenizin ya da bunun yanında kümelenmiş sivil görünümlü ama askerî disiplinle çalışan “toplum kuruluşları”nızın sesinin ne kadar çıktığının ehemmiyeti vardır. Haklı yahut haksız olmanızın değil, “sivil toplum kuruluşları”nın sesinin ne kadar çıktığının ve “kamuoyu” denilen, dilimize Tanzimat’ta Şinâsî ile giren, esası itibariyle bizde işletilen tarafı başka türlü olan “Efkârı Umûmiye”yi ne kadar baskı altına alabildiğinizin ehemmiyeti vardır…
 
Böyle olunca da, hakkınızın doğduğu yerde hakkınızı istemenize karşı hemencecik öne çıkarılan ve adına bizim gibi memleketlerde “hukuk” denilen, aslında “hukuk”tan başka her türlü adiliğe malzeme kılınan görünmez yüzlü bir canavarla karşılaşırsınız; bu canavar (Kafka)nın Şatosu’nun çok çok uzağında bulunan “çıkar ilişkileri tepesi”ndedir. Bu tepenin en bariz özelliği, orada “hak ve hukuk”a dâir her şeyi görmezden gelen (Dallas) dizisindeki (Ceyar) gibi tiplerin oturması ve bu tiplerin her şeyi kendi ihtiraslarına göre düzenlemesidir… Dünyada ve Türkiye’de “hukuk” diye öne sürülen (Küd sak-çıkmaz sokak)lar hep bu tepenin sahipleri ve vârisleri tarafından idare edilmiş, böyle olageldiğinden sebeb herkesçe de “böyle gider” zannedilmektedir. Ama artık böyle gitmediğini, gidemeyeceğini “Arif’in Mançester’e attığı golü arayan adam” bile bilmektedir…     
 
(Monteskiyö) “yönetim biçiminin bozulmasının, yönetim ilkesinin bozulması” ile başladığını belirtir.
 
İlâhi (Monteskiyö)! Senin etttiğin de laf mı şimdi? Bizde yönetim biçimi bizzat ilkesizlik ile başlamış, hukuksuzluklar ile kıvama ermiş ve bugün Orhan Veli’nin bir şiirindeki şu hitâbı hak eder bir vaziyete ermiştir: “Kevgir misin be kardeşlik!”
 
Şimdi, bu kadar lafı niye ettim, yani yazının ana fikri ne?
 
Söylemek istediğim şu: İstiklâl Mahkemeleri’nde yaşanan bir hâdise olarak İskilipli Atıf Hoca’nın, yazdığı bir kitaptan bir buçuk sene sonra çıkan kanun öne sürülerek ve kanun geriye doğru yürütülerek idam edildiğini biliyorum. “Hukuk”u ayaklar altına alan bu kararda “mahkeme filan bahane; maksadım, ne olursa olsun sadece seni öldürmek” mantığı çerçevesinde bir “tutarlılık” görebiliyorum da, Fethullah Gülen gibi, İslam’ı tahrif etmekle mükellef bir adamın selâmete çıkması için bir hâkimin aldığı kararda “evrak tomar olarak incelendi”nin mantığını merak ediyorum?
 
Şimdi, kendisi hakkında açılan soruşturmadaki “evrakı tomar olarak” incelesek ve hüküm yerine de “vay ayı vay” desek olur mu?
 
“Türkiye’deki hukuk faciası”ndan bir şekilde nasibini almış birisi olarak bu türlü karar veren hâkimlere, bir “hak” sahibi olarak sormak istiyorum: Bugüne kadar hüküm verdiğiniz her kararın evrak dosyası “tomar” haline getirilse ve hepsi bir şekilde kıvrılıp size bu tomarların ne yapılması gerektiği sorulsa, ne dersiniz? 

Baran Dergisi 433. Sayı