Giriş
“Çağdaşlaşma” zihniyeti ile birlikte, 19 ve 20. asırlarda, bilhassa modernist-reformist fikirlere yakın olanlarda yeni bir metodoloji ve yeni bir İslâm anlayışı iddiaları söz konusu olmuştur. Hadis ilminde yeni metodoloji arayışları, 1815-1895 tarihleri arasında yaşamış ve İngiliz yanlısı olmakla bilinen Hind Müslümanları arasından çıkmış olan Ahmed Han’a dayandırılabilir. Kendisi sekülerliği savunarak tabiata uyum kriteri diye bir iddiada bulunmuş, akıl ve tabiata uymayan hadisleri reddetmiştir. Kur’an-ı Kerim’deki dünyevî hükümleri dinin bir parçası olarak görmemiştir. Onun görüşleri ise İslâm âlimleri tarafından şiddetli eleştirilere maruz kalmıştır.

Ahmed Han, cerh ve tadil ilminin yetersiz olduğunu, sahihayn’ın (Buhârî ve Müslim) esasen tümü ile sahih olmadığını iddia etmesine rağmen, sistemli bir tenkid yöntemi önermemiştir.

Bu hareket Mısır’da Efganî, Abduh ve bir nebze de Reşit Rıza ile devam etmiştir. Mehmet Akif, Ahmed Hamdi Akseki ve Ömer Rıza Doğrul’un çevirileri de bu fikirleri yaymıştır.

Fazlurrahman da modernist çizgide yeni bir hadis metodolojisinden bahseden önemli bir figürdür.

Önce Bazı Usûl Meseleleri
Misaller üzerinden mevzuyu izah edelim. Reformist zihniyette olan M. Hayri Kırbaşoğlu, Alternatif Hadis Metodolojisi isimli eseri ile yeni bir yöntemden bahsetmiş, ehl-i hadis ile ehl-i rey ekollerinin sentezci bir birleşimini yapmaya çalışmış ve esasen metin tenkidi üzerinde durarak hadisçilerin pek uygulamadığını iddia ettiği bu yöntemle hadisleri kritik etmiş, rivayetleri değerlendirmeye tâbi tutmuştur.

Biz burada şu parantezi açmak ihtiyacı duyuyoruz. Hadisçilerin metin tenkidi yapmadığı iddiası pek doğru değildir. Malum olduğu üzere hadis ilimleri temelde ikiye ayrılır: Rivayetü’l-hadis ve Dirayetü’l-hadis... Dirayetü’l-hadis ilmi metinle ilgilidir. Ayrıca Garibü’l-hadis, Hadislerin Vürud Sebebleri, Muhtelifü’l-hadis, İlelü’l-hadis ve Hadis Şerhi gibi ilimler hadislerin metni ile alakalıdır. (1) Hadislerin anlaşılmasını ve kavranmasını esas alan fıkhu’l-hadis en geniş anlamda hadis şerhi demektir. (2)

Şu hususu da ilave edelim: Hadisin sahih olması başka metin tenkidi başkadır. İşin aslında, onların dediği mânâda metin tenkidi hadis ilminin konusu değildir, fıkıhçının konusudur. Zira bir hadisin sahih olması mevzu ile onunla hüküm çıkarıp amel edilmesi mevzuu ayrı alanlardır. Hadislerle amel edilmesi için metninden hüküm çıkarmak fakihlerin işidir. Hadisin muhtevası üzerinde konuşmak fıkıhçının işidir.

Hadisleri anlayıp yeni çağa tatbik etmede yeni bir usule ihtiyaç olabilir. Ancak bu, geleneği bir kenara bırakarak ve modernizm etkisiyle yapılırsa yıkım olur. İslâm’ı asrımıza tatbik için ihtiyaç duyulan yeni usûller tabiî ki usûl ve ilim geleneğimizi tamamlayıcı rol oynarlar. Modernist paradigmanın diliyle ve kabulleriyle yapılan usûl denemeleri ise yanlıştır ve bâtıldır. Ancak, asla bağlı kalarak ve onu yürüten bir diyalektik ve usûl olarak değişiklikler tabiî olarak ifa edilmeli, ilmî çaba ve keşf içine girilmelidir. Bu bir ihtiyaç meselesidir ve çözüm için gereken şartlar kuşanılmalıdır.

Mütekaddimin ve müteahhirin ulema geçmişte bunu sahih bir şekilde yapmış idi. Her devrin uleması İslâm’ı hayata tatbik için usulde gereken değişiklikleri veya ilaveleri yapmıştır ve onun için bir ulema zinciri söz konusudur. Sadece taklidle yetinilseydi böyle bir zincir oluşmazdı. Ancak Osmanlı’nın yıkılışı ve laik-din dışı bir rejim olarak Cumhuriyet’in kuruluşu ve harf devrimi ile ilim geleneğindeki zincir kopmuştur. Şimdi ise yeni ve kurucu bir sistem ve usûlle geçmişle bağımızın yeniden ve sağlam bir şekilde tesisi gerekir. Ayrıca bu kopukluğu giderici ve yeni meseleleri çözücü usûl de gerekir. İslâmî bir perspektiften yeni bir paradigma ortaya koymadan, yenileşme ve ictihaddan bahsetmek, Batı rasyonalizminin ve onların ilim anlayışı tuzağına düşmek olur. Zaten hadis usûlü tartışmalarının perde arkasında oryantalizmin fikirleri var. Onların tezleri maalesef içimizdeki bazı akademisyenler tarafından dillendirilmektedir. Ancak, tutarlılığı olmayan, sistem ve metod bütünlüğü arz etmeyen, sadece tartışma ve şüphe tohumları ekmeye yarayan iddialardan öteye geçemiyorlar. “Belki de amaçları budur.” diye, onlar hakkında güvensizlik de vardır.

Yeri gelmiş iken şu hususu da ifade edelim. İlahiyatlarda okutulan hadis usulünde Hanefîlik usûlü dışlanmıştır. Daha ziyade ehl-i hadisin bakış açısı vardır. Halbuki Hanefîliğin hadis usûlü, sadece isnat sistemiyle yetinmeyerek dinin bütünlüğünü ele alarak hadislere bakmayı ve ihtilaflı durumları da bütüncül bakış açısıyla çözmeyi hedeflemektedir. Bu usûl, çağımızdaki meselelerin çözümü için de en çok ihtiyaç duyulan bir usuldür. Zira problem, ravi-isnad sistemi gibi teknik bir mesele değildir.

Şu mevzuya da kısaca temas edelim. Hadislerin sübutunu tesbitte, Kur’ân’a arz yönteminin açmazları vardır. Zira onların bahsettiği Kur’ân’a arz yönteminde kendi tefsirlerini esas alıyorlar. Ne kadarı Kur’ân’a arz ediliyor şüpheli oluyor. Ayrıca, bu yöntemde öbür hadisler nazarı dikkate alınmıyor. Hanefîlerin arz yöntemi ise genel dinî esaslara arz şeklinde olup “Kur’ân’a arz” denilen yöntemden farklıdır.

Yeni usûl tartışmalarını iki hadis üzerinden misallendirmek istiyoruz. Erdinç Ahatlı’nın bu mevzuda makalesini esas alacağız.

Birinci Hadis
Buharî ve Müslim’de geçen, “Havva olmasaydı kadın kocasına ihanet etmezdi” hadisini modernist zihniyetteki Hayri Kırbaşoğlu metin olarak kabul etmekte zorlanır ve eleştiriye tâbi tutar. Bunun için “Kur’ân’a arz” yönetimini devreye sokar. Hadisin Kur’ân’a uymadığını söyler. Kur’ân’da ise yasak meyveyi yemeğe kimin teşvik ettiği belirtilmez. Buradan yola çıkarak hadis reddedilemez. Hadislere ve tefsirlere baktığımızda ise Hz. Havva’nın teşvik edici rolü görülmektedir. Batı’nın İslâm’ı güya kadın hakları açısından eleştirmesi, Hayri Kırbaşoğlu’nu savunma psikolojisine sokmuş ve modernist anlayışı gereği de bu hadisi inkâra ve Kur’ân ayetlerini keyfî yoruma tâbi tutmuştur. Bu hadis için, Kur’ân ayetleriyle çelişir de denemez. Kur’ân’da, “Âdem Rabb’ine âsi oldu.” diye buyurulması ise onun temsil olarak muhatap alınması mânâsınadır. Taberî, ibn Kesir gibi rivayet, Râzî ve Kurtubî gibi dirayet tefsirlerinde ise yasak meyveden yemek hususunda bu hadise atıf yoktur. Hayri Kırbaşoğlu bu hadisi reddetmeyi ön yargı olarak ele aldığı için Hz. Âdem’i doğrudan suçlayıp modernizmin kadın baskısından kurtulmak istemektedir. Ancak Kur’an-ı Kerim, meşhur tefsirler ve de hadisler Hayri Kırbaşoğlu’nu desteklemez.

Erdinç Ahatlı, “Hadis İlminde Metodoloji Problemi” isimli makalesinde Hayri Kırbaşoğlu’nun eleştirisi üzerinden mevzuyu dillendirmektedir. İki hadis üzerinden mevzuyu ele almaktadır.

“Hadis metin tenkidi” meselesinin, teknik mânâda hadis ilmi probleminden kaynaklanmadığını tesbit eden Erdinç Ahatlı meselenin künhünü şöyle işaretliyor:

“Öyle görülüyor ki, bu hadis, oryantalist çalışmaların sâikiyle ivme kazanan İslâm dünyasında, son iki asırda hadis ve sünnete yönelik eleştirel yaklaşımlar başlayana kadar tarih boyunca bir problem olarak görülmemiştir.”

Evet, bugün kimlerin neyi ve niçin “problemli” gördüklerine ve hangi saiklerle hareket ettiklerine dikkat etmek zorundayız. Söz konusu hadisle ilgili yorumu da büyük hadisçi İbn Hacer Askalanî, asırlar önce vermiş idi. Şöyle ki:

“Burada, Havva’nın, Âdem’e yedirinceye kadar ağacın meyvesinden yemesini güzel gösterdiğine işaret vardır. Onun ihanetinin mânâsı, İblis’in onu kandırmasını kabullenip, Âdem’i de bu suça teşvik etmiş olmasıdır. Havva bütün kadın cinsinin anası olunca, bütün kadınlar doğum ve soya çekimle ona benzemişlerdir. Hemen hemen hiç bir kadın kocasına fiilen veya sözlü olarak ihanet etmekten kurtulamaz. Buradaki ihanetten maksat elbette fuhuş irtikâbı şeklinde değildir.” (3)

İbn Hacer, kadınların yaratılışından kaynaklanan bu özellikleri nedeniyle kasten işlemedikleri veya nadiren yaptıkları bu tür hataların erkekler tarafından aşırı kınanmaması gerektiğini ifade ederek bir yerde kadınları savunur. (4)

Söz konusu hadisin kaynaklarını verelim: Müslim, İman 1, 5; Buharî, İman 37; Tirmizî, İman 4; Ebu Davud, Sünnet 16; Nesâî, Mevâkit 6.

Bu hadisin izahı sadedinde Yaşar Kandemir Hoca’nın yanılmıyorsam “İslâm ve İhsan” isimli web sitesinde okuduğum güzel yazısını da hatırlatalım. Tatlı bir üslupla, ne kadını ne de erkeği inciterek, bu hadisin anlamını ve hikmetini anlatır Yaşar Hoca. (5)

Yukarıdaki izahlardan da anlaşıldığı üzere, hadiste geçen ihanet kelimesi, aldatmak, kandırmak, yanıltmak, yıkmak, bozmak ve sadakatsizlik mânâlarına gelir. Burada ise cinsel mânâda bir sadakatsizlik kastedilmediği açıktır. Türkçede ilk akla bu ağır fiil gelse bile, buradaki anlam genel bir ifadedir.

İkinci Hadis
Cibril hadisinde mevzu bahis olan, Cebrail Aleyhisselamın insan suretinde Hz. Peygamberle görüşmesini aklî olarak izah edemeyen Hayri Kırbaşoğlu, sahih bir hadis olan Cibril hadisinin de kendince ciddi olarak sorgulanması gerektiğini iddia eder. Hadisle değil de fıkıhla ilgili bazı kaynakları zikrederek bu hadisi ilk dönem âlimlerinin rivayet etmediğini söylerken, başka yerde ise bu sözüyle çelişerek Irak bölgesi âlimlerinin bu hadisi rivayet ettiğini ancak uydurduklarını söyler. Çünkü onun ima ettiği husus ilk defa kader mevzuu ile tartışmalar bu bölgelerde çıkmış ondan dolayı buralar şaibeli olduğu gibi afakî bir yorumdur? Bu arada İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’i bu hadisi rivayet etmeyenler arasında saymak için Hicaz bölgesi âlimi yapar. Kendisi bu hadisi reddetmek için bütün Irak fukahasını itham etmekte ve bu hususta çelişkilere düşmektedir. Bütün bunlar Cibril hadisini Buharî öncesi kaynaklarla sınırlı tutan bir eleştiri çabasıdır. Halbuki tasnif döneminin temel eserleri olan Kütüb-i Sitte’yi incelemeden bu hadis hakkında bir yargıda bulunmak doğru bir metod değildir. Zira tasnif dönemi eserleri zaten ilk dönem kaynakları toplamıştır. (6)

Cibril hadisinin rivayetlerini verelim:

Buharî, İmân 37 (1.18); Müslim, İmân 1 (1, 36,40); Ebû Dâvud, Sünnet 17 (no: 4695-4696); Nessâî, İmân 5, 6 (VIII, 95-103); İbn Mâce, Mukaddime 9 (no: 63, 64).

Kırbaşoğlu, Cebrail’in bir insan olarak gelip Hz. Peygamberle konuşmasını rasyonaliteye uyduramadığından dolayı reddeden Fazlurrahman’ın yolunu izleyerek aynı iddiada bulunmaktadır. Cebrail’in insan kılığında gelerek Hz. Peygamberle konuşmasını aklî ölçülerle izah edemeyince red yoluna giden Kırbaşoğlu’nun hadisin senedi hakkındaki ithamları delilsiz ve mesnedsiz olduğu için Erdinç Ahlatlı bu açıdan cevap vermeye gerek duymamıştır. Hayri Kırbaşoğlu’nun kendine destek fikirlere yer verirken, ilmî emanete de saygı duymayarak mevzu ile ilgili bir doktora tezindeki bilgilere hiç yer vermediğini de belirtir Erdinç Ahatlı. (7)

Kırbaşoğlu, söz konusu eserinde, peygamber tasavvuru ve mucizeler başlıklarında ise, deyim yerindeyse “seküler” bir peygamber tasviri çizerek, Kur’ân’da müsteşriklerin mucize taleplerinin reddedilmesiyle ilgili ayetlerden hareketle onun hiç hissî mucizesinin olmadığının imâ edildiğini de bilgi notu olarak paylaşalım. (8) Malûm, modernist zihniyette olanlar Kur’ân-ı Kerim hariç öteki mucizeleri kabul etmezler.

Erdinç Ahatlı şöyle noktalıyor mevzuu:

“Ancak, genel bir değerlendirme yaparak söylemek gerekirse, Kırbaşoğlu, hadislerle ilgili değerlendirmelerinde çoğunlukla Kur’ân-Sünnet bütünlüğünü ihmal etmekte ve meselâ, sıfatullah hadislerine yönelttiği eleştirilerde olduğu gibi, aynı konudaki âyetleri tevil ettiği halde, konu hadisler olunca benzer tevili uygulamaktan kaçınıp daha çok red tavrını benimsemektedir.” (9)

Aslında modernist-reformist denilen kesimin, yeni bir metodolojiden bahsetseler bile kendilerinin bir metodoloji sorunu vardır. Bir metod önermedikleri gibi hem birbirlerini çelerler hem de kitapları çelişkilerle doludur.

Yeni bir hadis usulüne ihtiyaç olabilir, ancak bu eskiyi inkâr mânâsında değil, yeni katlar çıkmak mânâsında aynı temeller üzerine yükselerek olur. Hayri Kırbaşoğlu güya yeni usulden bahsediyor ancak hep yıkıcı oluyor, hep aleyhte oluyor. Öyle ki oryantalistleri bile bazen geçiyor. Sadece kendini ortaya çıkarıp geçmiş ulemayı dışlıyor.

Hadise Saldırıların Kökeni
Hadisle ilgili tartışmaların temelinde oryantalistlerin ileri sürdüğü iddiaları bulmak mümkündür. Batılılaşma hastalığına maruz kalan ülkemizin ise Batı’nın kültürel, ilmî, siyasî ve iktisadî etkisine son derece açık olduğu malûmdur.

Oryantalistlerin İslâm dini ile ilgili teorilerinin arka planında onların dünyaya bakışı yani ideolojilerin söz konusudur. Onların bağlı olduğu sosyal teorilerde, “Batı merkezci” anlayış hakim olup ontolojik olarak da Doğu’yu “öteki” olarak görürler. Bu husus Batı’nın liberalinde de, faşistinde de, komünistinde de vardır. Batı’nın önemli filozofu Hegel de tarihin en üst noktası olarak Batı’yı görür. Revizyonist oryantalistler Hegel’in tarih görüşüne dayanır. “Sosyal Darwinizm” denilen fikirlerle birlikte yürürler. Hegel, “Tarih lineer (doğrusal) gider.” diyor. “Tarih sürekli ilerledi ve Almanya ve Batı’da en mükemmel şeklini buldu.” diyor. Oryantalizm ise bu görüşü aldı ve Müslümanları ikinci sınıf gördü ve “Batı’yı örnek alın, medenî olacaksınız, çıtanız bu olmalı” dedi. Bilhassa Kemalistler tarafından “Muasır medeniyet” denilen çizgi, Batı’nın işaretlediği bu aşağılayıcı çizgidir. Edward Said, “Oryantalizm sömürgeciliğin keşif koludur.” diyor. Şimdi ise post-oryantalizm dönemine girdik. Amaçlar aynı, sadece metodlarda bazı değişiklikler yaptılar. Doğrudan iftira ile saldırmıyorlar da, kaynakları tetkik etme bahanesiyle şüphe tohumları ekiyorlar. Sınırlı sayıda ve işine gelen kaynağa bakmakta ve kendi koydukları prensipleri de çiğneyerek işine gelmeyen kaynağı atlamaktadırlar. Aslında bu ümmete özgü olan isnad sistemini akılları bir türlü almamakta, kendi kutsal kaynaklarındaki sakatlıklara bakarak bunun da verdiği kıskançlıkla İslâm kaynaklarına iftira atmaktalar.

Batı’nın ilerlemeci tarih anlayışını esas alan ve Batı’yı üstün görüp her hususta referans alan bizdeki Kemalistlere ve bilumum Batıcılara göre de evrimin en üst noktasında Batı vardır, Doğu ise aşağı ve geri olarak görülür. Batı’nın kopya olarak beşinci sınıf taklitçisi olan Kemalistlerin Müslümanlara, “gerici, irticacı” demelerinin altında da bu görüş yatmaktadır. Ancak taklidçinin taklid edilen nezdinde de bir itibarının olmadığı açıktır bizim nezdimizde ise yerleri hayvanlar derekesidir. Maymunun insan hareketlerini taklidi onu insan yapmayacağı gibi sadece komiktir.

Doğulu olup da oryantalistler gibi düşünenler ülkemizde azımsanmayacak miktarda vardır. Bizde oryantalizm sorunundan çok oksidentalizm sorunu vardır. Oksidentalizm, Batı’yı bir Doğu’lu olarak bir yandan emperyalist görüp öbür yandan modernleşme ve ilerleme aracı olarak kutsayan protez görüş. Laik eğitim sistemi ve Batı’nın rasyonalizmi de bunu destekler. Bizdeki modernistler buna misaldir. Mesela, oryantalistler “klasikleri yeniden okuma” diye bir proje ortaya atarlar. Zira onların Kitab-ı Mukaddesleri şüphelidir. Bizdekiler ise Batı’dan gördüklerini taklid amacıyla (Batı ileri ya!) tevatür olarak bize gelen Kur’ân’a, tevatür ve sened-isnad sistemiyle bize gelen Sünnet’e (hadislere) Batılıların yöntemini tatbik etmeye kalkarlar.

Müşriklerin (oryantalizm) şeyhi kabul edilen Yahudi Ignac Goldziher, “terkibî tetkik yönetimi”ni kullanır. Pozitivist ve tekâmülcü görüşü benimser. Goldziher, Müslümanlar arasına girer, Cuma namazı kılar. Sonra Yahudiliği gereği tevbe eder. O, reformist bir Yahudidir ve bizdeki reformisler olan Efganî ve Abduh, Goldziher ile dostluk kurarlar. Çünkü tepkileri aynıdır, gelenek düşmanlığında birleşirler. (10)
Shact’ın ortaya attığı Juynboll’un geliştirdiği, “müşterek râvi” teorisinin kaynağı Weber’in “hukuk sosyolojisi” sahasında ortaya koyduğu teoridir. İsnadda müşterek bir râvî varsa bu uydurmadır, diyorlar ve siyasî bir sebeb arıyorlar. Farklı rivayetlerde müşterek bir râvî buldular mı, hemen uydurmadır diye damgalıyorlar.

Oryantalist Shact, İmam Şafiî’nin hadis kuralları koyarak geleneğe müdahale ettiğini ve ilk hâli bozduğunu iddia eder. Onun öğrencisi Fazlurrahman da aynı çizgiyi sürdürür. Bizdeki Ankara okulu ise oryantalist Shact’ın bu kitabını hemen tercüme eder ve yayınlar. Oryantalizmin Türkiye acentası olarak çalışırlar.

Oryantalizm bir ideolojinin adıdır, gizli bir Haçlı zihniyetidir. Bilimsellik/ilmîlik ise onun kisvesidir. 1950’den sonra özü aynı kalmış, bazı sığ iftiraların bırakılması gibi taktiksel değişikliğe gidilmiştir. Ancak bilgi problemi ve sömürgecilik anlayışı bâkidir.

Hadis kaynaklarının şifahî bilgilere dayandığı şeklindeki oryantalist iddiayı ciddi şekilde eleştiren Fuad Sezgin ile Mustafa el-A’zamî’nin çalışmalarını zikretmek gerekir. Sezgin’in Buharî’nin Kaynakları Hakkında Araştırmalar eseri, temel hadis kitaplarının şifahî haberlerden telif edildiği şeklindeki oryantalist iddianın yanlışlığını ortaya koyan önemli bir araştırmadır.

Aslında oryantalistler, kendi ideolojilerine (sistemlerine) bağlı olarak, İslâm’ın kaynaklarını araştırmışlar, ilmî bir disiplinle çalışmışlar ancak son değerlendirmeleri ve satır aralarına zerkettikleri yorumlar ise gayet sübjektif ve art niyetli olmuştur. Kimi bunu doğrudan yaparken kimi ise daha sinsi bir dil kullanmıştır. Onların ilmî müktesebatının fazla olması ve analitik düşünce tarzlarının oturmuş olması ise bizdeki satıhçı ve kendi kaynaklarına tam vakıf olamayan çoğu ilahiyatçı akademisyenin hayranlığını cezbetmiş ve kendilerinin de bağlı oldukları bir usûl ve sistemleri olmadığı için (İslâm’a muhatap anlayış eksikliği) oryantalistlerin görüşlerinin peşine düşmüş ve çoğu yerde de onların kopyacısı olmuşlardır. Hatta bazıları oryantalistleri geçme yarışına girmiş, hepten zıvanadan çıkarak ölçü, edep, endaze bilmez bir halde savrulup durmuşlardır.

Batı’nın (oryantalistlerin) İslâm kaynaklarındaki bilgi ve rivayetlerin doğruluğunu tesbitteki “bilimsel yaklaşım”ı, aşırı “septik (şüpheci)” ve “indirgemeci” temele dayanan “rasyonel-analitik” bir yöntem olduğunun altını çizelim. (11)

Sonuç
Mevcut Batıcı rejimden kaynaklı olarak ilahiyatlarda da mevcut olan Batı’nın şüpheci-indirgemeci bir temele dayanan rasyonel-analitik yöntemi hem dinen, hem ilmen, hem de ahlâken kusurludur. Ne var ki bunu değiştirecek ve yerine yenisini (İslâmcasını) koyacak bazı çabalar olsa bile, sistem ve metod bütünlüğü içinde meseleyi ele alan ve aksiyona talip olanlar azdır. Daha çok savunmacı tepkiler söz konusudur. Batı’nın bize saldırılarına karşı (buna içimizdeki modernistler dahil) “bilimsel cevaplar” verelim anlayışı ile farkında olmadan onların “bilimsel yaklaşımı”na teslim olma söz konusudur. İlmî çalışmalarımız kendi metodumuz ve kendi siyasetimizden kaynaklı olmalı, küllî ve sahih bir bakış açısı ile yapılmalıdır. Aynı zamanda usûl davası olan BD-İBDA İslâm’a muhatap anlayışı ilme de yön veren tefekkür boyutu olarak idrak edilmelidir. Bunun için en başta şerî siyaseti de bilmek lâzım. Batı’ya öykünerek ve onlardan aldığımız kavramlar içinden (demokrasi, bilimsel yaklaşım, insancılık vs.) Batı’ya karşı olunamaz ve İslâm ilim ve fikir binası kurulamaz.
 
Kaynaklar:
1- İ. L. Çakan, Ana Hatlarıyla Hadis, Ensar Yayınları, İstanbul, 2016, s. 63-65.
2- Çakan, a.g.e., s. 79.
3- Erdinç Ahatlı, Hadis İlminde Metodoloji Problemi, İslâmî İlimlerde Metodoloji: Usûl Mes'elesi 2,
 2005, s. 803.
4- Ahatlı, a.g.m., s. 805.
5- Yaşar Kandemir, Hadis Karşıtları Ne Yapmak İstiyor, Tahlil Yayınları, İstanbul, 2019.
6- Ahatlı, a.g.m., s. 809-810.
7- Ahatlı, a.g.m., s. 813.
8- Ahatlı, a.g.m., s. 813-814.
9- Ahatlı, a.g.m., s. 813.
10- Erdinç Ahatlı, Bir Oksidentalizm Çağrısı: Oryantalizmi Yeniden Okumak, Batı’da İslâm Çalışmaları Sempozyumu, s. 305-306.
11- Özcan Hıdır, Oryantalizmin Günümüzde İslâmî Metinleri (Kur’ân ve Sünnet) “Yeniden Okuma”daki Düşünsel ve Metodolojik Etkisi, s. 12.


Baran Dergisi 692.Sayı

16.04.2020