Yaşamanın bir amacı olup olmadığı insanın kafasını meşgul eder. Ne kadar ertelese bile bir gün bu sualle karşılaşır ve cevap bulamazsa sıkıntıya düşer. Kimileri ise bu suali sahte cevaplar ve avuntularla geçiştirir. Ancak her insanın kendisiyle başbaşa kaldığı bir an vardır ve “ben kimim, ölüm nedir?” suali kaçınılmazdır.

Aslında hayatta var olma gayemizi unutunca (ya da hafife alınca) çocuklarımızın, “ne, neden, niçin?” sorularına karşı cevapsız kalıp bocalıyoruz... İnsan boş yere yaratılmamış ve başıboş bırakılmamıştır. 

Hayatın anlamını sorgulamak bizi, Allah, âlem ve insan ilişkilerine götürür. Bu ise bir dünya görüşüne kapıyı aralamak demektir. Eğer doğru bir kâinat muhasebesine sahip ise o kişiye ne mutlu! O zaman kapıdan içeri girip derinleşmeli. Öyle ki fikri yaşamalı, yaşamayı da fikir bilmeli. Bu da tıpkı müritlik gibi bir süreç olup, kafa ve gönül eğitimidir, nefs terbiyesidir. Ham sofuluk değil, olduran ve erdiren bir yoldan, bir süreçten bahsediyoruz. Kişiyi tekâmül ettirecek ve her an yenileyecek bir dünya görüşünü özümsemek.

Kendini yenemeyen ve kendi nefsine söz geçiremeyenin bir tekâmül göstermesi, bir meslek veya mevzuda ilerleme söz konusu olmaz. İrade sahibi olmayanın hiçbir sahada zuhur etmesi mümkün olmaz. Kendisine söz geçiremeyenin çevresine ve topluma bir faydası olmaz. Aslında en basit işlerimizde bile nefs disiplini karşımıza çıkar. Belli bir disiplin olmadan (ders çalışmak, sınava girmek) okulumuzu bitirmemiz, bir sınavı vermemiz bile düşünülemez.

Gaye sahibi olmalı. Ancak gayeler de çeşit çeşit; süflîsi var, ulvîsi var. Para kazanmak da bir gaye, sevdiği kızı almak da bir gayedir. Gayeler yere düşebilir ama idealler yere düşmez. Onun için ideal sahibi olmaya bakmalı. İdealimize zarar vermedikten sonra alt gayelerimiz olabilir, kısa ve uzun vadeli hedeflerimiz de olabilir. Böyle uyumlu çalışmak, iç düzenimiz (ruh nizamımız) açısından en iyisidir. Hem idealimizi kaybetmemek, hem de dünyalık diyebileceğimiz gayelere de yer vermek gerekir. Maişet için para kazanmak gibi. Zaten insan, ruh ve maddeden meydana gelen bir terkiptir ve bu terkibin (dünya ve ahiret) dengesini sağlayanlar ise saadete erenler olup vicdanı ile cüzdanı arasında sıkışıp kalmaz.

Çuvaldızı kendimize batırmayı ve nefsimizle mücadele etmeyi, onu kontrol ve disipline sokmayı öğrenmeliyiz. Maalesef nefsimize karşı çok bonkör davranıyoruz. Buna gerek yok. Nefs disiplini sağlamadan hayatta hiçbir başarı elde edilemez. En basit bir işte bile o işin gerektirdiği kurallar vardır ve keyfimize değil, ancak kurallara uyarak netice alabiliriz. Halk ağzıyla söylersek, “ne kadar ekmek, o kadar köfte!” Nefsimiz ve gayelerimizle olan ilişkide tutarlı olmalıyız. Nefsimizin aldatma ve oyalamasına karşı “bu evin patronu benim” irade ve kararlılığını göstermeliyiz.

Yine bonkör davrandığımız başka bir husus ise zaman israfı içinde olmamızdır. Hâlbuki zaman altın değerindedir ve ancak zamanı değerlendirenler verim alır. Zaman yönetimi yapmalıyız. Hem dinlenmeye hem çalışmaya düzenli zaman ayırmalıyız. Zaman programı yapanlar hem dinî hem dünyevî işlerini gayet düzgün yürütürler. Aslında namaz da bize zaman ve nefs disiplini sağlar. Namaz kelimesinin tersinden okunuşu da zaman kelimesine denk gelmektedir. Tasavvufta ise sûfî ebu’l-vakt’tir, yani vaktin babasıdır. Vakit bizi yönetmesin, peşinden sürüklemesin, biz vakte sahip olalım. Zaten Müslüman çağından mesul değil midir?

Hem çağımızda Müslümanlara karşı yapılan zulümlerden şikâyet edeceğiz, hem de zamanımıza ve nefsimize hâkim olup iş ve aksiyon içinde olmayacağız! Bu çelişkili bir durumdur. Zamana ve nefsimize hâkim olmazsak olumsuzluklardan da şikâyet hakkımız olmaz. Ne ekersek onu biçeriz. Öyle ki bu süreç otuz sene de olabilir. Kısa hedefli değil uzun hedefli, kısa soluklu değil uzun soluklu olmalıyız. Zaman ona sahip olanlarındır. Yarın ideali olanlar bugünün hakkını verenlerdir. 

Yol onu nereye götürüyorsa oraya gidenlerin, rüzgâr önünde savrulan yapraklardan bir farkı olmaz. Modern eğitim sistemi böyle gençlik yetiştirse bile bunu kabul edip etmemek elimizde olan bir şeydir. Neticede suyun sürüklediği bir çöp parçası değiliz. Müstakil bir kişilik ve irade sahibiyiz. 

Gaye-vasıta ilişkisi açısından şunu söyleyelim ki, vasıtalar gaye olmamalı. Ana gaye hiç bir zaman unutulmamalı, mesela türban kavgası sadece türbana endekslenirse türban serbestisi olduktan sonra mücadele bitmiş olur. Keza mevzu sadece oy verdiğimiz partinin iktidara gelmesi olursa, o parti iktidara geldikten sonra dava da biter. Aslında İslâm inkılabı gibi bir gayesi olmayanlar kısa hedefli haklar elde edilince boşluğa düşerler. Bunun için parça hareket ile bütün hareket arasındaki ilişkiyi hiç bir zaman kaybetmemeli. Ara hedefler alındıktan sonra ana hedefe yürümeli.

Bir şey yapmanın ve başarmanın zevkini yaşamak istiyorsak, zaman ve nefs disiplinine sahip olmalıyız. Hele bu ulvilerin ulvisi bir dava için olursa bunun manevî lezzeti hiç bir şeyde yoktur. Halid bin Velid Hazretlerinin şu sözünde olduğu gibi: “Cihad meydanlarında aldığım zevki hiç bir gerdek gecesinden almam.”

Maalesef tanzimat ve cumhuriyetle birlikte disiplini sevmeyen bir millet olduk. Bundan dolayı “Türk gibi başlamak, İngiliz gibi bitirmek” denmiş... İslâm’ın aksiyon ruhunu yitirmenin ve buna ilaveten ne yapacağını bilememenin acıklı sonucu bunlar. Onun için İBDA diyalektiğinde, “sistem şuuru ve sistemin şuuruyla” denir. İş ve zaman ölçümüz olmaz ve yapacağımızı bilmezsek, hadiste geçen, “Bir günü bir gününe eş geçen ziyandadır.” uyarısına muhatap oluruz. Şu bir hakikat ki, gerçek ümmet liyakatında olsa idik, dünyada bu kadar Müslüman kanı akmazdı. Hepimiz yaptıklarımızdan sorumluyuz, küçük büyük demeden olumlu adımlar atmalıyız. Bu sancılı süreci ise Müslümanların oluş süreci olarak değerlendirebiliriz.

Demokrasi çayırında manda rehavetiyle yayılmak Müslümana göre bir iş değildir, ancak nefs bundan hoşlanır. Müslümanın biraz rutin dışına çıkması lâzım. Dünyayı benimsemek ve rahata alışmak tehlikelidir. Rahatı, rahatsızlıkta bilmek gerek.

Zaman şuuru ve nefs disiplini yanında karşıt kutbu da bilmeli kısaca düşman sahibi olmalıdır. Bir Müslümanın düşmanı yoksa yani Allah düşmanlarını hedeflemiyorsa, onun Müslümanlığı dünyalık ve nefsi içindir. Bir Müslümanın en az iki veya üç düşmanı vardır. Birincisi, iç düşman olarak nefsidir. Şeytanı da iç düşman olarak sayabiliriz. İkincisi ise, Allah düşmanları olarak kâfir ve münafık soyudur. Bütün bunlara karşı nasıl tavır takınacağı ve onları nasıl imha edeceğini hesaplamalıdır. Düşmanlarını tanımlayıp onlara karşı savunma ve taarruz geliştirmeyen kişi ılıman Müslüman çizgisinde nefsinin ve Allah düşmanlarının esiri olur. Doğu Kudüs’te İsrail işgali altında yaşayan ve direnişle diri olan Filistinlilerin bu halini izah sadedinde bir doktor, ziyarete gelen Türklere şöyle diyor: “Katar’da doktorluk yapıyordum. İşine git, namazını kıl, yat, kalk. Hayatın tadı yok. Burada ise canlıyız, çünkü düşmanımız var ve imanımız diri kalmaktadır.”

Allah yolunda olmak, Allah yolunda ölmekten daha zordur. Mühim olan istikamet üzere bir ömür yaşayabilmektir. 

Baran Dergisi 639. Sayı