Ülkenin her tarafında hummalı bir faaliyet başlamıştı. Şehirlerin en önemli mekânlarına anlı şanlı heykeller yapılacaktı. Önemli bürokratlar, yabancı ülke misyonları, zaferi en iyi anlatacak heykelin nasıl olması gerektiğine dair kafa patlattılar. Fikri kabul edilenlerin eserleri meydanlardaki yerini almaya başladı. Yapımda emeği geçenler “biz her şeyin en iyisini bilenleriz” diye caka satarken, halk, yeni duruma alışmaya çalışıyordu. Öyle ya, asırlardır boş kalan meydanlar bir anda tunçtan demirden yapılmış heykellerle donanmıştı. Elbette yönetenlerin bir bildiği vardı ve bildiklerini yaptılar…

Öyle yaptılar ki, sonradan gelenler de onların izinden gittiler. Dünyanın en büyük, en görkemli heykellerini halkımıza armağan ettiler. 

Son günlerde Bolu Belediyesi’nin yaptırdığı azametli Köroğlu Heykeli diğerlerini gölgede bırakacak gibi. Nasıl bırakmasın, yapımı bittiğinde kaidesi ile birlikte 70 metreye ulaşacak. Beş bin kilometre öteden on yedi tır içinde çoktan yola çıktı bile…

Yukarıda anlattıklarımız bir şey değil, asıl yaşananlar bu ahvalden sonra başlıyor. 

Meydanlara dikilen heykeller cansız varlıklardır. Onlar devasa boyutlarıyla ne kadar azametli olursa olsunlar kimseye bir şey yapamazlar. Bu bir gerçek. 

Esas olan onların mânâsıdır.
Ne mânâsı var ki bu heykellerin?

Bunu izah edelim o zaman. Var ya, bunların bal arılarıyla bile alakası var.

Nasıl?
Şimdi, tohum sektörüne el atan emperyalizm ahtapotunun kolları büyük şirketler, tohumların genetiği ile oynayarak onları kısırlaştırdılar. Sonra kısırlaştırdıkları tohumları ve onlardan elde ettikleri GDO’lu ürünleri dünya piyasasına sürdüler. Bu işte çok uluslu şirketlerin çıkarı büyüktü. Bir müddet sonra, dünya onların ürettiği tohumlara mahkûm oldu, dedikleri usullerle üretim yapmak zorunda kaldı… Bu tohumları alanlar ekti ve biçti. Bal arıları onların üzerinde boy vermiş bitkilerdeki çiçeklerin üzerine kondu. Oradan aldıkları polenlerle başka başka çiçekleri de ziyaret ettiler.

Ve böylelikle, genetiği ile oynanmamış diğer bitkilerin kimyasını da bozdular… Ortaya çıkan sonuç, bütün insanlık için korkunç felaketlere kapı araladı. Bu durumun vahametini fark edenler, şimdi organik tarım yapmanın faydalarından bahsediyor, eski tohumların ne kadar da kıymetli şeyler olduğunu anlata anlata bitiremiyorlar… 

Mevzu heykeldi ya, sadede gelelim. Bal arıları ile alakasını görelim. Mevzu anlaşılmıştır; ama biz yine de bir izah edelim.

Meydanlara dikilen heykeller, İslâm toplumunun dokusuna yapılmış cerrahî müdahalelerdir. Onu meydanlara değil, senin iç âlemine inşa ediyorlar, ettiler. Gerçekte, “iç”ine inşa ettikleri putu senden gizlemek gayesiyle dışarıya da siluetini koydular. Onu göreceksin ki, “iç”ine yerleştirileni sezmeyesin. 

“Ben buna karşıyım arkadaş” demen bile onların işine yarıyor?
Burası anlaşılmadı?
Anlaşılmayacak bir şey yok. “Biliyorsun” ya ondan karşısın. Değil mi? 
İşte bu bilgi de tehlikeli? 
Bilginin tehlikesi mi olurmuş?

Evet olur. Geçmişine bak. Kaç yaşındaysan bugüne kadar yaptıklarını, şimdi yapmakta olduğun şeyleri güzelce gözden geçir bakalım ne göreceksin? 

Zamanla içine konan, sonra kendince yontup onlara şekil ve suret verdiğin putları göreceksin. Neyin peşindesin? 

Mal, mülk, para, pul, şan, şöhret, zevk, sefa, evlat, iyâl… Hangisi için varsın?

“Ben hepsinden beriyim” mi diyorsun?

Falan tarikat, filan hoca, dernek, teşkilat, yazar, çizer, kanaat önderi, şu, bu… Hepsi ve hepimiz, gözlerimizin önünde işlenen cinayetleri görmedik mi? İşte Myanmar, Filistin, Irak, Suriye, Türkistan,
Ve Türkiye…

Olanları gördük, görüyoruz. 
O halde hangi yüzle Hac’ca gidip mübarek topraklarda yüz süreceksin? 
Haberimiz olmayan zulümlerden bile payımıza düşen suçlar varken…
Kendi benliğini aşamayanların bindiği dal, içlerinde yer alan putların köklerinden filizlenmiştir!

O kökler, bu heykellerle yaşamaya devam ettiğimiz müddetçe, yeni yeni filizler vermeye devam edecektir. Arıların bu filizlerden derlediği ballar ağzımızı tatlandırıyor gibi görünse de, içimize zehir olarak akmaya devam edecektir.

Kimse suçu kabullenmek istemez ama suçlu, suçüstü yakalanması durumunda o esnada nasıl kurtulacağının da hesabını yapmak zorunda değil mi?

Öyleyse?

Buyurun zehirle pişmiş aşı yemeye!..


Baran Dergisi 622. Sayı