Türkiye’de insanlar, sistemin birtakım arazları olduğundan şikâyetçi. Ekonomide, eğitimde vb. her alanda ciddi memnuniyetsizlikler var. Sosyal güvenlik sistemini bu veçheden değerlendirebilir misiniz? 
Tabiî. Sosyal güvenlik sisteminin özeline bakıldığı zaman, ülkemizde yüz yıla yakın bir geçmişinden bahsedebiliriz. Bu yüzyıllık süreç içerisinde, işçi-madenci çalışanları sosyal güvenliğini sağlamak, tedbirler alabilmek için kurulmuş bir sistem. Günümüze baktığımızda, modern sosyal güvenlik sistemi başta işçi kardeşlerimiz olmak üzere, memur, esnaf, şirket sahipleri dâhil olmak üzere tüm çalışanları kapsıyor. Sistemin en büyük sıkıntısı bölük-pörçük uygulamalar. İşçi ile memur arasında, esnaf ile işçi arasında bazı tutarsız şeyler var; her çalışan kesim için farklı bir prim ödeme sistemi düzenlenmiş, geçmişe dönük farklı primler ödenmiş. Ancak 2008 yılında işçi, memur, esnaf ve bağımsız çalışanları kapsayacak şekilde sosyal güvenlik sisteminde tekliği sağlayabilmişiz. 2008’e kadar olan süreçte maalesef en büyük problemimiz tekliği sağlayamamak. İşe girme tarihine göre değişen faktörler var. 1999’dan önce işe girdiyseniz emeklilik yaşında kademeye tâbisiniz. 2008’de girdiyseniz farklı. 2000 yılında işe girmişseniz, o zaman çok daha farklı. Hâl böyle olunca da, insanların sosyal imkânları farklılaşıyor. Uygulamada da karşılaştığımız bazı sıkıntılar var. Emekli maaşı günümüz şartlarına bakıldığında insanları tatmin etmiyor. Geçmiş yıllarda kayıt dışı çalışma çok fazlaydı. Vatandaşlar iki bin lira maaş almış, bin liradan sigortası yatmış, üç bin almış beş yüz liradan sigortası yatmış.
Şimdi de öyle değil mi?
Kayıt dışılık şu anda eskiye nazaran çok daha az. 2002’den önce kayıt dışılık yüzde ellilerdeydi. Bugün yüzde otuza kadar indi. Kayıt dışılık maalesef var. Hiç sigortası yatmayan insanlar var. Sigortalı olup ücreti düşük gösterilenler var. Bir başka sıkıntı da, günü eksik gösterilenler var. Otuz gün çalışanları on beş gün sigortalı gösteriyorlar. Bunlar ülkemizin bir yarasıdır.
Emekli maaşlarının düşük olması, havuzdaki ücretlerin yetersizliğinden kaynaklanıyor değil mi?
Tabiî. Bugün yüz lira kazandınız. Yüz lira üzerinden sigorta primi ödediniz, size altmış lira bir para verilecek. Yine mesela, siz 100 lira kazandınız, SGK’ya yirmi liradan bildirmiş olun. Yirmi liranın yarısı on lira, elli lira alma imkânı varken ne olmuş oldu? Emekli olunca alacağınız para, on lira oldu. Bugün dört bin liraya emekli aylığı alan işçi de var, 700 lira alan da var!
Sosyal güvenlik sisteminin temelinde de tutarsız politikalar var, diyebilir miyiz?
Tutarsız bir politikadan ziyade, geçmişten günümüze kadar taşınan ve kazanılmış hak olduğu için de dokunulmayan yanlış düzenlemeler var.
Sosyal güvenlik yasası sürekli değiştirilmiyor mu?
Sosyal güvenlik yasalarına bakıldığı zaman, görülecek ki yaz-boz tahtası gibi. Sürekli değiştirilmiş. Değiştirildiği için de her dönem kendine göre kazanılmış haklar oluşmuş. 1 Mayıs 2008’den önce, 30 Nisan’da sigortalıysanız, sizin sosyal güvenlik haklarınız farklı, 1 Mayıs 2008’de işe girdiyseniz farklı. 1 Eylül 1999’da işe girmişseniz emeklilik şartları farklı, 10 Eylül 1999’da işe girmişseniz daha farklı…
Hangi gayeye matuf böyle tutarsız politikalar uygulanıyor? Bazı şeyleri düzeltebilmek adına mı böyle kararlar alınıyor, yoksa başka maksatlar mı var burada?
Bir uygulama getiriliyor, olumlu-olumsuz bir tepki ortaya çıktığında değişiklikler geliyor. Vatandaşlar tepki gösterince, sistem yeniden değiştiriliyor. Bunun en güzel örneğini genel sağlık sigortasında gördük. On yıla yakındır Star Gazetesi’nde, yirmi yıla yakındır da Dünya Gazetesi’nde yazıyorum. Sosyal güvenlik meselelerine odaklanıyorum. 2012 yılında “zorunlu genel sağlık sigortasında şu şu yanlışları düzeltelim” diye yazmıştım. 2017 yılında düzenlendi. Elli yazı yazmışım, beş yıl sonra değişiklik yapılmış. İnsanların tepki vermesi lazım. Hatırlarsanız, af dönemlerinde kaymakamlıkların önündeki sosyal yardımlaşma vakıflarında gelir tespiti yaptırmak için binlerce, on binlerce vatandaş kuyruğa giriyordu. Vatandaşların ödeyebileceği sabit, düzgün rakamların koyulması lazımdı. Elli lirayı herkes öder, elli liralık bir parayı ödeyecek ve sağlığın tüm imkanlarından faydalanacaklar. Bir vatandaş “ben elli lira da ödeyemiyorum” derse, o zaman onu gelir testine alacaksın. Sistem bu şekilde biraz geliştirildi. Bürokrasideki arkadaşlar ile sahadaki arkadaşlar bir araya gelmeli, çözüm odaklı davranılmalı. Yasalar yapılırken, sahadaki arkadaşların da fikirlerine bakılmalı.
Bir kopukluk var öyleyse…
Evet. Türkiye’nin genelinde olduğu gibi.
Mesela seçimlerdeki vaatlerden dolayı da böyle mantığa aykırı tutarsızlıklar ve yanlışlıklar meydana geliyor mu?
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in yapmış olduğu bazı düzenlemeler var, 1990-2000 arasında sosyal güvenlik yıkılmıştı. Çünkü sosyal güvenlik sistemi, erken emeklilik ile birlikte, 27-35 yaşları arasında yüzbinlerce vatandaşımızın emeklilik müracaatı hala sırtımızdaki kamburdur. Bu bir yaradır, sosyal güvenlik sistemi zedelendi. Sanatçı borçlanması, uzun dönemli borçlanmalar sosyal güvenlik sisteminin dengesini bozmuştur. En büyük yarayı da Süleyman Demirel’in “kim ne veriyorsa, ben beş daha fazla veriyorum. Emeklilik yaşını kaldırıyorum” demesinden sonra aldık. Yüzbinlerce vatandaşımız çok erken yaşlarda emekli oldu. Babası 13 yaşında bir genç kızı sigortalı yaptı mesela, 33 yaşında emekli olmuştur o kız. Üç-beş yaşında bir çocuk reklam filminde oynadı, o kız çocuğu 25 yaşında emekli olmuştur. Sigorta başlangıcı olunca, beş bin gün doldu diyelim. Film, dizi vb. şeylerde oynayınca çok erken emekli olan vatandaşlarımız var.
Memleketimizde emeklilik yaşı sizin de belirttiğiniz üzere genç yaşlara tekabül etti. Bu durum ne gibi zararlara sebep oldu ve bu durumun dünyadaki kriteri ne?
Bugün birçok Avrupa, Asya ve Afrika ülkesinde 65 yaşından önce hiçbir yerde emeklilik yok. Türkiye için en uygun sistemi, Turgut Özal getirmiştir. Kadınlar için 50, erkekler için 55 yaş sistemi. Süleyman Demirel’in bu sistemi kaldırması, erken emekliliği devreye sokması Türkiye’nin dengesini bozdu. Bununla ilgili ciddi bir kaos ortaya çıktı. Emeklilik yaşı Türkiye’nin kamburudur. Ben de emeklilikte yaşa takıldım. Milyonlarca kişi emeklilik yaşına takıldı. Mesela vatandaş diyor ki, “1990’da işe girdim. Devlet bana dedi ki ‘beş bin günü doldur, kadın 20 yıl, erkek de 25 yılda emekli olsun’. 18 yaşında çalışmaya başladım. 43 yaşımda emekli olacaktım. Sonra yasa çıktı, yaşa takıldım.” Vatandaş emeklilik yaşına takılıyor, mağdur da kalıyor; haklıdır. Adam diyor ki, “iş bulamıyorum, çalışamıyorum”. Topluma bakınız, bu konu çok hassas. Ama Türkiye’de kimse kalkıp da “30 yaşında emeklilik çok güzel” demesin. 100 belki 500 bin insanımızı erken emekli edersek, sistemin kendini çevirebilme imkânı ortadan kalkıyor. Bir buçuklara doğru inen aktüel denge sisteminden, bugün ikiyi zorlayan yavaş yavaş sistemin rayına oturduğu bir denge sistemine ilerleme kaydedildiğini söyleyelim. Sistem tam oturmadı tabiî, ama iyi yönde şeyler de oluyor. Sosyal güvenlik sisteminin sağlıklı yürüyebilmesi için kıstas, dört çalışanın bir emekliye bakıyor olmasıdır. Bizde neredeyse iki çalışandan daha az kişi; 1,8’lik rakam bir emekliyi besliyor!
Bunun da külfeti işverene mi yansıyor?
Bunun külfeti topluma ve devlete yansıyor. Çünkü sosyal güvenlik sisteminde işçi ve işveren ödemesi gereken primi ödüyor. Ekstra prim yok. Devlet daha fazla kaynak aktarmak zorunda kalıyor, eğitime, sağlığa, spora, savunmaya ayrılacak para; sosyal güvenliğin açığına gidiyor. Aktarılmak zorunda da, sosyal güvenlik sistemi devlet güvencesi altında, batma diye bir şey yok. Gazetelerde çıkıyor ya, “sosyal güvenlik sistemi battı” diye. Batmak demek sistemin artık para ödeyemez olması demek. Birçok ülkede sosyal güvenlik sistemi batmak üzere. Bizde de finans verileri arzu ettiğimiz gibi değil, ama devlet kaynak aktarmak suretiyle, yasalar suretiyle çaba harcıyor. Bunun karşılığında da ikiye doğru gidiyoruz, üç olsak çok mutlu olacağız.
Devletin sosyal güvenlik sistemine olan katkısı ne düzeyde ve bunu Batı devletleriyle kıyaslayacak olsak neler söylemek istersiniz? Mesela Finlandiya’nın sosyal güvenliğine aktardığı kaynak çok yüksekti. “Sosyal refahı yüksek” dediğimiz Avrupa ülkelerinin de kendi sistemlerine çok kaynak ayırdığını görüyoruz. Bunun sebebi yaşlı nüfus oranı mı?
Türkiye’nin diğer ülkelere göre sosyal güvenlik sistemi çok farklı. Her ülkenin kendi toplum geleneklerine, kültürüne göre geliştirdiği bir sistem var. Bizim sistemimiz daha çok işçi ve işverenlerden toplanan primlerin nesiller arasında dağıtılmasına dayanıyor. Devletimizde açıklar ortaya çıktığı için ciddi bir kaynak kaydırması oluyor. 2000 öncesine bakıldığı zaman Türkiye’nin sosyal güvenlik sistemine aktardığı bir para da yok. 1940’ların sonunda kurulmuş sistem, 1950’lerden sonra daha aktif hale gelmiş, emekliler de yok. O paralar sürekli gayrimenkule yatırılmış. İyi ki de yatırılmış. Bugün sosyal sigortalardan devralınan, SGK’nın gayrimenkulleri çok ciddi tutarda. Sosyal güvenlik için geleceğe yönelik birtakım yatırımlar yapılmış. Avrupa’da sosyal güvenlik fonları işletiliyor. Avrupa’nın fonları çeşitli ülkelerde yatırımlar yapıyor, kendi ülkesindeki emeklilere refahı sağlayabilmek için yüksek getirili ürünlere yatırım yapıyor. Bunun karşılığında da emeklisine yüksek paralar ödeyebiliyorlar. Finlandiya en yüksek sosyal hakları olan ülkelerden birisi. Dediğimiz gibi, sosyal güvenlik sistemi her ülkede farklı. Kültüre dayalı sistemleri var. Bizdeki sistem arzu edildiği gibi değil bunu bir kez daha ifade edelim.
Yani bizim kendi kültürümüze göre bir sosyal sistemin yapılması gerekiyor, her şeyde olduğu gibi burada da taklitle iş yürütülemez? 
Bizdeki sosyal güvenlik sistemi, “sosyal güvenlik sistemimiz var” diyebilmek için yapılmış. İşçi kardeşim SSK hastanesi dışında ilaç alamıyordu, işçi kardeşim yaşadığı il dışında tedavi olamıyordu. İsteğe bağlı sigorta primi ödüyorsa vatandaş, sağlık yardımı alamıyor idi. Bugün sağlık hususunda dört başı mamur bir sosyal güvenlik sistemine geçmiş durumdayız. Emekli gidip eczaneden ilacını alıyor. Bizim kuşaklarımızda özel hastanede doğum yapmış kaç kişi var? Şimdi herkes özel hastanede doğum yapıyor. Çünkü sosyal güvenlik kurumu bütün kapıları açmış. Özel hastanede yüksek gelirli insanlar doğum yapabilirdi. Şimdi çok cüzi imkânlar ile doğumlar, ameliyatlar, tedaviler yapıyor. 15 yıl önce “Türkiye’nin en büyük haberi neydi?” diye soracak olursanız, işçi kardeşlerimizin bıçak parasıydı derim. İnsanlarımızın hafızası çok zayıf. 15 yıl önce, bir işçi, işe girdi. 90 gün geçmediği takdirde, hiçbir sağlık imkânından yararlanamazdı. Doğum yapacaksın, 120 gün çalışman lazımdı. Hastaneye gideceksin, özel hastane yok. Devlet hastanesine bile zorla gidilirdi. Üniversite hastanesine gitmek rüya demekti. İlk defa Bağ-kurlu olunca 240 gün hastalanmayacaksınız. Memur ise ertesi gün tedavi olabiliyor, ilaçlarını alabiliyordu. Çalışanlar arasında bile ne kadar farklılıklar vardı. Hatırlıyorum, eczanelerin camlarında “Bağ-kurluya ilaç verilmez” yazardı. Eczacı koca Bağ-kur’dan parasını alamıyordu. Şimdi bakınız, nereye geldik. 30 gün çalıştın, esnaf da olsan, memur da olsan aynı şartlara tâbisiniz. Herkes aynı hastaneye gidebiliyor, herkes aynı ilacı alabiliyor, eşitlik var. Amaç bu değil miydi? Sağlıkta eşitliği sağlayabildik. Sosyal güvenlik ve emeklilik kısmında geçmişteki bazı hatalardan dolayı arzuladığımız yerde değiliz. Ama bunda da ileriye dönük plânlar yapılıyor, sosyal güvenlik sistemi bir açının uçlarının birleşmesi gibi, zaman içerisinde daha da iyi olacak; farklılıklar ortadan kalkacaktır.
Bugün Türkiye’de en ehemmiyetli sorunlardan birisi de kıdem tazminatı mevzuu. Yüksek meblağlarda tazminat ödememek için birçok şirket, birkaç senede bir işçi giriş-çıkışı yapıyor. Bunun nasıl önüne geçilebilir?
Bu da Türkiye’nin kanayan başka bir yarası. Emeklilik sistemi ile birlikte. Kıdem tazminatında mevcut sistemin bir takım olumsuzlukları var: Birincisi; her on çalışandan ancak bir tanesi sağlıklı bir şekilde kıdem tazminatını alabiliyor, geri kalan işçiler kıdem tazminatı alamıyor, sağlıklı bir sistem olmadığı için. Yeni bir şey değil bu. 1970’lerden beri aynı sistem devam ediyor, öncesinde de 1936’dan beri gelen bir sistem vardı; ama sürekli işçi lehine düzenlemeler yapıldığı için yaklaşık elli beş yıldan bu yana mevcut durum aynen devam ediyor. Mevcut durumda bir yıldan az çalışan işçi para alabiliyor mu; alamıyor. Türkiye’nin en büyük problemi işçi iş değiştirme meselesi. Üç ay burada çalışıyor, sekiz ay orada çalışıyor, beş yıl şurada çalışıyor ama istifa ederek ayrılıyor. Her istifa ederek ayrıldığında da tazminat hakkı yanıyor, dolayısıyla birikmiyor. İşçi kardeşlerimizin büyük bir bölümü bu anlamda kıdem tazminatından mahrum kalıyor. İkinci bir bakış açısı da sizin de söylediğiniz olumsuzluk; kurumsal şirketlerde genelde kıdem tazminatı sorunu olmuyor. Büyük ve kurumsal şirketlerde işçi hak ediyorsa son kuruşuna kadar alıyor. Maddî olarak alıyor, hem de hukukî olarak faydalanması gereken rakamı tam alıyor. Bunun ötesinde en büyük sorun küçük işletmelerde ve KOBİ’lerde. Çünkü KOBİ’lerimizin finans yükleri çok fazla ve bunu karşılayacak bir mali altyapıları yok tabiri caizse eşinin bileziklerini bozmuş, eş dosttan borç almış küçük işletme açmış kendisine yani yetersiz bir sermaye ile bankadan kredi almış bir iş yapmaya çalışıyor. Sermaye yok, işveren altı ay dolmadan işçisini çıkarıyor kıdem ve ihbar açısından bakıldığı zaman işçi iki ayda bir, beş ayda bir değiştiriliyor. Vasıflı işçi için belki öyle değil, ancak elli tane işçisi varsa beş tane vasıflı işçi ustabaşı kendisine yetiyor, vasıfsız işçiler iki ayda bir değiştiriliyor. İşçi de sıkıntılı. Bir kısmı kendi gidiyor, bir kısmını işveren çıkarıyor, ama uzun yıllar çalışmasına rağmen kasten her altı ayda bir çıkışı yapılan var mı; evet var. Diyelim ben sizin iş yerinizde çalıştım ama siz beni altı ayda bir, yılda bir giriş-çıkış yaptınız ama ben çalışmaya devam ettim. En son çıkarttığınız zaman beni, ben gidip sizden bütün o dönemlerin parasını alabilirim. Dava açtığım zaman tüm haklarımı sizden alabilirim, sizin beni giriş-çıkış yapmanızın esas itibariyle bana bir olumsuzluğu olmaz, ama küçük işletmelerde tazminat kazanacak şekilde gitseniz de adam ödeyemiyor. “Sana beş tane senet vereyim” diyor işveren. Birisi bir sene sonra, birisi iki sene sonra, birisi beş sene sonra, işçi de diyor ki, “hiç bir şey alamayacağıma beş tane senedi alayım hiç değilse beş yılda bir en azından paramı almış olurum.” Yeni sistem nasıl olacaktı; bir dönem gündeme de geldi, esas itibariyle yeni sistem işçi ve işveren açısından bakıldığında işverenin yüzde doksan oranında daha fazla yük altına girebileceği bir sistemdi. İşçi açısından da belki bugünküne göre daha az bir para alabilecekti. Netice itibariyle bir gün bile çalışsa hesabına yatacaktı işçinin hakkı. İşçi de istemedi bu sistemi, işveren de. Her iki kesim de “biz mevcut durumdan razıyız biz kıdem tazminatında bir değişikliği istemiyoruz” dediği için, hem sayın başbakanımızın hem de sayın cumhurbaşkanımızın talimatlarıyla bu noktada kıdem tazminatı şu an için gündemden kalkmış görünüyor, işçi kardeşlerimizin bu anlamda mevcut hakları mevcut yasal düzenlemelere göre aynen devam ediyor.
KOBİ’ler de iktisadî açıdan sıkıntılar yaşıyor; iş güvenliği mevzuunda mesela. Küçük işletmeler ile büyük işletmelerin aynı şartlara tâbi tutulması ne kadar adil? 
Devlet KOBİ’lere karınca kararınca iş güvenliğine yönelik bir destek hizmet veriyor. Dokuz kişi ve altındaki işletmeler, devletten yardım alıyor. Bizim en büyük sorunumuz, ülkemizde iş güvenliği kültürünün oluşmamış olması. Bu birçok büyük işletmeyi de küçükleri de kapsıyor. Bu işçinin bir hakkı, işçinin nasıl sigorta, kıdem tazminatı hakkı varsa, bu da öyle bir hak. İşçinin iş güvenliği olmadığında, maruz kaldığı kaza; atıyorum bacağının kopması, parmağının kopması büyük bir sıkıntı. Bunlar basit önlemler ile hallolabilir. Bugün için bakıldığında, birçok işletme “ne gerek var böyle şeylere, küçük işletme” diyorlar. Prizden elektrik çarpınca bile hayatını kaybeden insanlar var, ofis merdivenlerinden düşerek insan ölemez mi? Dolap devrilebilir, her an her şey olabilir. Az-çok tehlikeli ayrımı olmamalı. Bir kişi bile çalışıyorsa, o iş yerinde güvenlik şart. Küçük işletmelere devlet yardımcı oluyor, eğitim hizmeti veriyor. Devlet diyor ki, “bak sekiz işçin var, sen istersen bir eğitim al, eğitimi alınca da iş güvenliği hizmetlerini kendin verebilirsin. Doktorluk kısmını aile hekiminden rapor aldıracaksın, ilk yardımcı eğitimini firmalardan alacaksın” diyor. Devlet cüzi de olsa, dokuz kişi ve azına destek sağlıyor.
Gelir dağılımındaki adaletsizlik Türkiye’nin başka bir büyük problemi. Sosyal güvenlik sisteminde yapılacak müsbet değişiklikler bu hususta iyileşme sağlayabilir mi?
Dünyanın tamamında gelir dağılımda adaletsizlik var maalesef. Türkiye’nin kendi özeline yönelik bir eleştiri mevzuu değil aslında. Dünya sistemlerinin tamamında sıkıntı var. Liberal, kapitalist, komünist bütün sistemlerde sermayenin küçük topluluklarda biriktiğini söyleyebiliriz. Komünist parti de parayı kendi etrafında topluyor, oligarklar da parayı kendi etrafında tutuyor. Liberal-kapitalist sistemlerde Avrupa dâhil olmak üzere, sermayeyi elit bir zümre elde tutuyor. Adaletsiz yapı, her geçen gün işçinin aleyhine işliyor. Giderilebilir mi? Giderilmesi için, işçi kesiminin şartlarını daha iyi bir hâle getirmek lazım. Benim babam bir çiftçi, üniversite okurken çalışmak zorunda kaldım, tekstilde, temizlikte çalıştım. Bir şekilde hayatımı kazandım, bugün ülkemize faydalı işler yapma noktasındayız. Adaletsiz yapıya karşı gelebilmek için, eğitim şart. Kamu birtakım para kaynaklarını yoksul kesimlere aktarabilir. Türkiye’nin son on yılında, yoksul kesimlere inanılmaz bir kaynak aktarıldı. Her yıl 300-400 bin eşi vefat etmiş yoksul kadına, devlet dul maaşı veriyor. 100 binlerce, altmış beş yaşını doldurmuş yoksul vatandaşımıza, devlet yüksek olmasa bile bir maaş veriyor. Engellilere de maaş veriliyor. Evde bakım parası veriliyor, asgarî ücrete yakın bir para. Evinizde engelli bir çocuğunuz var ise, geliriniz yok ise, devlet kaynak aktarabiliyor. Sosyal yardımlar ile devletin birtakım transfer yapması, yoksul kesimlere yardım etmesi mümkün. Genel yapıya bakacak olursak, “ben enayi miyim, fabrika kuruyorum, milyonlarca dolarlık yatırım yapıyorum. Parayı faize yatırsam daha net para kazanırım” diyenler var. Bunlar işçinin çocuğuna bir gelecek hazırlayabilmesi için daha çok çalışmasını istiyor. Böyle bir sistemde işçi de haklı, işveren de haklı; devlet de haklı duruma geliyor. Fakat her birinin hakkını verebilmek de mümkün olamıyor; çünkü sistem arızalı. En güzel sistem, herkesin hakkının gözetildiği sistemdir.
Osmanlı, gelir dağılımında yumurta modelini uyguluyor. Yani alt tabaka ile üst tabaka arasındaki makas çok açılmıyor; orta gelirli kesimi de geniş tutuyor. Bugün ise bir piramit modeli var. Bugün Osmanlı modeline benzer bir modelin geliştirilip uygulanması gerekiyor herhalde?
Elbette. Orta direk vardı. Kaliteye göre verilecek para. Düşünün iki aynı okul ve sınıftan mezun olmuş iki insan, birisi çok daha çalışkan, diğeri üretemeyen bir insan. Bu iki insanı aynı maaşla işe alırsak, şimdiki devlet memurluğu sistemi ortaya çıkıyor. Bu da haksızlığı doğuruyor. Bir devlet memuru kardeşim çok çalışıyor, yetiştirmeye çalışıyor kendisini, hizmet vermek istiyor, kitap okuyor, eğitim alıyor. Diğer memur kardeşim, “bana ne zaten aynı maaşı alıyorum” diyor.
Bugün toplumumuzdaki temel anlayış da ikinci memur örneğinizdeki gibi… Dolayısıyla bugün insanların anlayışının değişmesine, yeni bir anlayışa ihtiyacımız var.
Yurt dışına gittim, çok ülke gördüm. Özellikle gelişmiş ülkelerde, bir elektrik faturası yatırmak için tanıdık aramıyorsunuz. Yahut devlet dairesinde bir işiniz olduğunda işi halletmek için, “senin amcaoğlu nerede çalışıyordu, orada duruyor muydu” diye sorulmuyor. Amcaoğlu olsa bile hizmet aynı, biz bunu yapmak zorundayız. Her ne iş olursa olsun, yapılan işin idrakinde olmak ve hakkını vermek anlayışı insanların zihnine yerleştirilmeli. Devlet memurları ayrım yapmaksızın, herkese eşit davranmalı. Bu anlayış yerleşirse Türkiye dünyanın en büyük ülkesi olur. Oysa bizde hastaneye gidecekseniz, “içeri girebilir miyim, hastama daha iyi nasıl bakılır, nasıl daha iyi baktırırım” diye hesap yapılıyor. Bu olur mu? Bunun sebebi de toplumun anlayışı ve devletin bazı konulardaki yetersizliği. Kendin için beklediğin şeyi, diğer hastalar için de iste? O zaman çok daha güzel olmaz mı? Devlet açısından da, çalışanın ihtiyacını karşıla, başka şekilde haksız kazanca tevessül etmesini engelle…
Zihnî bir devrime ve topyekûn yeniden yapılanmaya tekabül ediyor söyledikleriniz.
Ben kamuya hizmet veriyorsam herkese aynı hizmeti vermek, insanların işini halletmek zorundayım. Bir kamu dairesine gidiyorsun, bazen bir bakıyorsun dayak yemediğin kalmış. Bazı memurlar kendini parçalıyor işinizi halletmek için, bazısı da “bugün git, yarın gel bu iş olmaz” diyor. Herhangi bir memur “bugün git yarın gel” diyemez!
Devletin memura bir yaptırımı yok herhalde?
Ben de on beş yıl memurluk yaptım. Kamu, bürokrasi üzerinde şekillenmiş. Bürokrasi Türkiye’de çok güçlü. Bürokrasi imza atmadı mı, sistem kilitleniyor. “Bu işe aklım yatmadı” diyor bürokrasi. O beyefendinin keyfi yerinde olmadığı için, çok önemli bir şey hayata dökülemiyor mesela. Siyasetçi söz veriyor, “şu yola köprü lazım, vatandaşımızın karşıya geçmesi eziyet” diyor. Bürokrat da “köprüye ne gerek var kardeşim, şuradan geçsinler işte” diyor.
İnsanların inisiyatifine göre değil de, ideal olana nispetle bir devlet aklının teşekkül etmesi gerekmez mi?
Liyakat esasını ön plana çıkarırsak, liyakatli insan ister solcu, ister sağcı olsun; işini yapar. Eğer insan liyakatli ise kendine güveni vardır, vatandaşına hizmetini yapar. Hangi aksak memur varsa, görüş ayrımı yapmadan liyakatsizliğinin karşılığını vereceksin. Adam liyakatsiz, açık öğretim fakültesini bitirdi, bir yerde müdür yahut daire başkanı oldu diyelim. Bu adam hiç ilgisinin olmadığı bir yere müdür de olabilir? E o zaman sistem tabiî olarak tıkanır. İnsanlar ehli olduğu işlere bakmalı. Türkiye’nin önünün açılması için, buna ihtiyaç var.
En başa alınacak mefhumlar; hak ve adalet, ondan sonra insanın vasfına bakmak lazım doğru mudur? 
O insanın eğitim durumu, bilgi birikimi, tecrübesi, yetkinliği dikkate alınırsa o kişi vatandaşına daha iyi hizmet eder. Mesela, hiçbir memuriyet tecrübesi olmayan bir insanı, kalkıp milli eğitim il müdürü yaparsak bütün eğitim sistemimiz çorba olur. Öğretmenlik yapmış, idarecilik yapmış, müdür yardımcılığı yapmış, projecilik yapmış bir insanı il milli eğitim müdürü yaparsak tam tersi olur. İstanbul’da iki değişik okula gidin, birisinde projeler ve iyileştirmeler var. Diğerinde ise sabah geliyor, zili çalıyor, akşam gitmeden bir kez daha zili çalıyor. Kültürel gelişimler sağlanıyor mu, müzik, resim yahut başka sahadaki yetenekler gözetiliyor mu? İdarecilik var, idarecilik var... Bir adam var, eve gitmeye dolmuş parası olmayan öğrenciyi gözünden tanıyor! Cebinden çıkarıp, gizlice veriyor öğrenciye parayı. Bu halkın içerisinden gelen bir adam! Liyakatsizlik olursa, özveri olmazsa bu iş olur mu? Türkiye’nin en büyük sorunu liyakatsizlik.
Son olarak eklemek istediğiniz bir husus var mı?
Türkiye’de bürokratik oligarşi çok güçlü. Bürokrasinin istemediği bir yapılanma, bürokrasinin istemediği bir düzenleme siyasî iradeye rağmen kurulamıyor. Bunu çeşitli zamanlarda görüyoruz. Siyasî irade bir yasal düzenlenme yapıyor, bürokrasi o yasal düzenlemeyi uygulamamak için elli dereden su getiriyor. Ülkesini, milletini, vatanını seven, millî ve yerli olan yetkin kişilerin bürokraside üst düzey yerlere gelmesi lazım. Kendisine güveni olmayan, bürokrasideki makamları taşıma kapasitesi olmayan insanlara yetki verilirse, bu iş olmaz. İyi insanlar, iyi yerlere gelir. Bu konuştuğumuz meselelerin yüzlerce katı problemlerimiz var. Her yanımız ateş çemberi, Türkiye’nin kalbine hançer saplamak için sabırsızlanan binlerce el var. Bu ortamda iyi ve liyakatli insanları bulmalıyız, vatandaşlarımızın problemleri çözülmeli.
Teşekkür ederiz.
Kolaylıklar dilerim.