İnsan, hayatı, yaşayanlarla yaşar. Bir insanın hürriyetiyle yakınlık kurmak, onun varoluşuyla tanışmaktır. Varoluşu olmayan bir insan sanal bir insandır, şahsiyeti ve karakteri olmayan iki ayaklı maddî bir varlıktır. İki insanın yakınlığı, iki cismin yakınlığı gibi değildir. Eğer insanlar maddîleşirse eşyaları istif etme, masanın yanına veya üstüne bir sandalye koymak gibi bir münasebette olurlar. Yemek içmek, eğlenmekten ibaret maddî insan unsurlarının birbirleriyle teması insanî değil, hayvanî veya nebatîdir. Kavgalarını dahî bu açıdan değerlendirebiliriz. Kötünün kötüyle kavgası gibi…

Önce insan olmak gerek, insanî duyuş ve hassasiyet taşımak. İnsanî hakikatin ifadesi olan fikir ve inanç sistemi ondan sonra gelir. Çünkü insanî duyuş ve hasletlerini yitirmiş birinin bağlanacağı bir inanç ve fikir sistemi hak olsa bile o kişide bâtıl olarak tezahür eder. Demem o ki, boru pis ise temiz su pis akar, insanın içinde hakikatler kirlenebilir. Onun için İslâm temiz kalblere hitap eder; Kur’an temiz nefeslerde şifa verir. Ve sonra onları korur, geliştirir, yüceltir.

Hasret ve hüzün duygusunu yani merhametini kaybeden insana hitap edecek bir mevzu kalmaz ki, ilahî hitaba muhatap olsun. Önce ihlas ve samimiyet. Samimî olarak, isterse bir odun parçasına inan. Bu kabiliyetini yitiren insan olmaktan çıkar. Demek ki oduna inanan bir insan bile, hiçbir şeye inanmayan veya inancı kalbine inmeyip dilinde kalandan daha istidatlı… Sözüm, “Müslümanım” deyip, ihlas ve samimiyet ve onun parlaklık şartı olan aşk ve vecdini taşımayanlara… Hele bir davadan bahsedip (BD-İBDA) onu fikir ve inanç sistemi olarak kalbine indirmeyenlere… İnancını yüreğinde taşıyacağına, onun parsası ve satışında olanlara, gösteriş ve görüntü içindeki gönlü paslanmış sanal gönüldaşlara…

İslâm her şeyden önce iman davası ve bu da bir sanat çabası demek. Çünkü sanat, Allah’ı aramaktır. Kuyruğu etrafında dönen kedi bile hayrette iken bizim hayretimiz yoksa boş yere gayretteyiz. İslâm olma ile insan olma şartının içiçeliği. Önce kendi içinde, sonra eşyada Allah’ın isimlerinin tecellisini aramayan insan, boşuna yaşamakta. Aslında hayattaki sır ve güzellikleri es geçmemekte, kendi varoluşuna uzaklaşmaktadır. Ondan sonra onun bunun dedikodusunu yapar ve onun bunun yiyip içtiklerini gözü görür ve devamlı mutsuz olur. Elinde ve önünde yetecek kadar nimet olsa bile.

Sanat çabası, insanın varoluşuyla ilgili ve yürekte olan bir arayış ve zevktir. Bunu yitiren kaba ve körelmeye mahkûm, çünkü incelik idrakini yitirmiştir. Artık Allah ve Resûlü’nün ölçüleri onun sığ idrakinde ölü klişelere dönmüştür. Her nefeste açılan, her dem tazelenen bir canlılık olmaktan çıkmıştır. Sanat gözüyle hayat, daha derin, daha güzel, daha zevkli. Burada sanatı teknik bir konu olarak ele almıyoruz, sanat zevkinden ve ilâhî güzele duyulan arzu ve istekten bahsediyoruz. Öyle ki denizi seyredip tefekkür etmekten, deniz olmayan yerde, gökyüzünü seyredip tefekkür etmekten, bozkırda açan bir çiçekten veya sarı renginden, tahassüs edecek, zevk ve ürperti duyacak yürekten bahsediyoruz. Kısaca insan olmaktan…
“Alamut Kalesi” ve “Gelibolu’dan Mektuplar” gibi yerli oyunlarla halkı tiyatro salonlarına getiren Tiyatral Sanatlar Akademisi Vakfı (TİYSAV) kurucularından Fatih Kılıç, 19 Şubat 2017 tarihli Star Pazar Eki’ndeki röportajında şöyle diyor:

“Orta oyunlarını saymazsak tiyatro Anadolu’ya değil İstanbul’a hitap etti. Cumhuriyetle birlikte bu durum çok fazla değişmedi, çünkü Türkiye’nin her yerine tiyatro açılamadı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yıkılan Almanya’nın şansölyesine soruyorlar, “nasıl bu kadar hızlı geliştiniz?” diye. Aslında toplumun kültür seviyesini yükselttiğiniz zaman o toplum dinamiklerini çok hızlı harekete geçiririz. Biz bunu başaramadık.”

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, “kültür-sanatta sadece kopya çektik, taklit ettik, üstelik onları da kötü bir şekilde yaptık” sözünü hatırlatıp “tiyatroda neden arşivlerimizden yararlanmıyor işin kolayına kaçıyoruz” diye sorulan soruya TİYSAV’ın kurucularından Mustafa Odabaşı ise, “İngilizler Shakespeare’in İngilizcesini anlıyor. Biz 100 yıl öncesinin Türkçesini anlayamıyoruz” mealinde cevap veriyor. Bu tesbit doğru ama, bugün BD-İBDA’nın 160 ciltlik eserlerini bile, İslâm karşıtları bir yana, İslâmcısı (buna İBDA’cı olduğunu iddia edenler de dâhil) kopya seviyesinden el atıyor, kendi sanat çabamızı yükseltici çıta olarak idrak edemiyoruz, fikri yüreğimize indiremiyoruz.

Bir dava içselleştirilmeden militanlığı yapılırsa bu samimiyetten uzak olur. Çünkü kendin yanmadan etrafını aydınlatamazsın.
Mutlaka kuşanılması gereken telkin dili ve fevkalade açıkgöz bir diyalektik sanatı. İdeolocya ve sanat elele diyebiliriz. Üstadın, “umulur ki, 15. İslâm asrının yenileyicisi, ‘İslâmda estetik’ plânı başa alsın… Zira güzellik, hesap ve kitap sordurmadan, yakalayıcı, zapt ve fethedicidir” sözünü kulağımıza ve yüreğimize küpe yapmalıyız.

Tek bir üyelikle sınırsız filmi vizyonda izleme imkânı sunan Sinemia’nın kurucusu Rıfat Oğuz başarılı bir girişimci, kurduğu sistem tüm dünyayı sarmakla meşgul. Ama Oğuz’a göre başarıyı getiren ne iyi bir fikir üretmek, ne de çok paraya sahip olmak. İşin anahtarı sistemli çalışmak. Bu takdim sözlerini aynı gazetenin aynı ekinde Büşra Uğraş’ın mülâkatından aldıktan sonra, “iki yılda böyle bir başarıyı nasıl yakaladınız?” sorusuna Rıfat Oğuz’un verdiği cevap neticesi olarak ilgimi çekti:

“İyi bir fikri olan kesinlikle başarıyı yakalayamaz. Girişim söz konusu olduğunda fikir çok da önemli değil. Bugün ne kadar iyi bir fikriniz olursa olsun büyük ihtimalle onu Hong Kong’da düşünen başka biri daha vardır… Önemli olan bulduğunuz fikri ne kadar iyi uygulayabiliyor olduğunuz; azminiz, takımınızın etkinliği, o fikre sizin uygun olup olmamanız…”

Fikirsiz hiçbir şey olmaz ve sistemli fikre ihtiyaç olan bütün fikrin gerekliliği çağındayız. Fakat yukarıda da söylediğimiz üzere, mühim olan bir fikrin militanı olmaktan önce, onu yüreğine indirmek, iman ve sanat çabası hâline dönüştürmektir. Yoksa kuru kuruya gevelemek, başkalarına satış yapmak değil… İman, sanat, samimiyet, zevken duyuş ve oluş çabası, kısaca insan ve Müslüman olmak zorundayız…

Baran Dergisi 528. Sayı

23.02.2017