Sekiz sezondur yayınlanan ve önümüzdeki günlerde final yapması beklenen “Homeland” isimli Amerikan yapımı bir dizi var. Ana teması yurtiçi ve yurtdışında yaptıkları operasyonlarla birlikte Amerikan istihbarat elemanlarının kahramanlıkları... Maksat ise dünyanın neresinde ve hangi millete mensup olursa olsun, insanları, bu kahramanlıkları anlatmak suretiyle ABD’nin ne kadar büyük bir güç olduğuna, dünyanın barışı için ne büyük çabalar sarf ettiğine inandırmak. Zira bir arkadaşın bu diziyi seyrederken “Bir ara CIA’nın yaptığı operasyonda başarılı olmasını istediğimi fark ettim.” demesi, bunda ne kadar başarılı olduklarının da bir ifadesiydi. 
***
Geçtiğimiz Cuma günü, İran’ın kamu diplomasisinde önemli bir yere sahip olan Devrim Muhafızları’nın Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’nin ABD tarafından düzenlenen bir operasyon neticesinde öldürüldüğü haberi ajanslara düştü. Haberlerde Süleymani’nin, Bağdat’ta Haşdi Şabi Komutanı Ebu Mehdi el Mühendis ile birlikte öldürüldüğü belirtildi. Süleymani suikastinin mevzu bahis Amerikan dizisini hatırıma getirme sebebi, dizinin 3. sezonunda, İran Devrim Muhafızları komutanının bir suikast ile öldürülüp, çeşitli komplolarla yuları ele alınmış birinin Amerikan menfaatlerine hizmet maksadıyla onun yerine getirilmesiydi. Elbette Süleymani operasyonunun arkasında böyle bir plân olduğunu imâ etmiyorum; fakat bunu iddia eden makul teoriler veya komplo-teorileri de ortaya atılmaya başlandı, daha da atılacaktır. Lakin, böyle komplike plânlar yapıp bunu icra edebilen bir akıl ve güç var olsa idi, dünya bu derece kaotik bir yer mi yoksa o aklın-gücün hegemonyasında bir yer mi olurdu diye sormadan da edemiyor insan. Tarafların ABD ve İran olduğunu görünce bir mizansen olabilir mi diye düşünmeden de...

İran Düşerse Türkiye Düşmez!
Kudüs Gücü Komutanı’nın öldürülmesinin ardından tüm dünya ABD-İran arasındaki gerginliğin nereye evrileceğini tartışırken, Türkiye’nin bu tartışmanın dışında kalması düşünülemezdi. Kimilerinin şuuraltındaki İrancılık hortladı. Bundan 15-20 yıl önce “Tür-ki-ye İ-ran Ol-ma-ya-cak” diye slogan atanlar da dönemin İrancıları ile birlik olup İran güzellemesi yapar ve Müslüman katili Süleymani’ye şehit derken; “Nasıl dinsizin hakkından imansız gelir ise imansızın hakkından da dinsiz gelir.” diyen Müslüman Anadolu halkını da Amerikancılık ile itham etmekten geri durmadılar. Şuurları “Bir şey o değil ise budur.” gibi genellemeler üzerine bina edilmiş olduğu ve hiçbir zaman kendileri olamayıp ömürleri birilerine “yancılık” yapmakla geçtiği için hadiseye böyle yaklaşmaları, “ne o, ne de bu” diyen Müslümanları anlamamaları son derece normal.
Müslümanların karşısında duracağım diye Şii İran ve Süleymani güzellemesi yapanların yanında “İran düşerse Türkiye düşer”cilerin piyasaya çıkması da fazla sürmedi. Cevabını peşinen verelim: İran düşerse Türkiye düşmez! Bilakis, İran rejiminin alacağı her yara Türkiye’nin fayda devşireceği bir iklimin doğmasına vesile teşkil eder. Küfrün bir anlamı da “örtme ve gizleme”dir. Ehl-i Sünnet’in itidal yolu olma vasfına mukabil ifrat ve tefrit buudlarını temsil eden Şia ve Vehhabilik hakikati örten konumundadır. Bu iki sapkın inancın hamileri Suudi Arabistan ve İran ise birbirleriyle olan kavgaları bir yana, Ehl-i Sünnet düşmanlığı müşterek paydasında buluşurlar. Dolayısıyla sahte İslâm’ın temsilcisi olan bu iki devletin göreceği zarar, Türkiye’nin İslâm dünyasındaki ağırlığını artıracaktır. Bunu söylerken İran’ın ABD tarafından işgal edilmesi gerektiğini imâ etmiyoruz; İran rejiminin ortadan kalkması ve ülkede yeni bir rejim kurulması gerektiğini söylüyoruz. Hatta İran’ın ABD’ye yapacağı her türlü misillemeyi de sonuna kadar destekliyoruz. ABD ve İran’ın yanında bir de Suudi Arabistan bu denkleme dahil edilirse Türkiye’nin önü daha da açılır ve Türkiye, Müslümanların etrafında kenetleneceği tek devlet olarak öne çıkar. 

Türkiye’nin bölgede attığı her adımın karşısına dikilen ilk devletlerin Suudi Arabistan ve İran olduğu Suriye, Irak, Mısır, Filistin, Libya ve daha nice alanda sağlaması yapılmış bir gerçekliktir. Mevzumuzu dağıtmadan çeşitli meseleleri ele alarak söylediklerimizi tahkim edelim.

“Biz Arap Değiliz!” 
İnsanlar bazı şeyleri açıktan söyleyemediğinden farklı mimik veya kelimelerle onu ima ederler. Mesela, bugün Türkiye’de “Biz Arap değiliz” veya “Yallah Arabistan’a” gibi ifadelerin zihinlerdeki karşılığı İslam düşmanlığına tekabül etmektedir. Buna mukabil düşüncelerini milliyetçilik temeline oturttukları iddiasındadırlar. Herkes için olmasa bile bu ifadeleri kullananların ekserisi için durum böyle. İşte Farslıların Şiiliği tercih edişi de aynı psikolojiye bağlı bir sebebe dayanıyor. 

Fars milletinin Şiiliği benimsemesi dinî ve akidevî olmaktan ziyade siyasî bir tercihtir. Hz. Ömer döneminde yapılan Kadisiye (636), Celûla (637) ve Nihavend (642) savaşlarının ardından yenilgiye uğrayan Sasanî İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla birlikte Fars coğrafyasında Müslümanların hâkimiyet dönemi başlamıştır. Millî şuuru yüksek olan Fars toplumu, bu savaşların tesirini üzerinden hiçbir zaman atamamış ve Araplara karşı olan tepkileri sebebiyle İslâmiyet’i kabul etmeleri kolay olmamıştır. Emevî hanedanı döneminde de muhalif bir tavır takınmışlardır. Hicrî birinci yüzyıl civarında ortaya çıkıp önce Irak coğrafyasında konumlanan ardından da Fars coğrafyasına intikal eden Şiilik, Ehl-i Sünnet omurgaya karşı muhaliflik paydasında Farslılarla buluşmuş ve bu topraklarda daha rahat bir şekilde yayılma imkânı yakalamıştır.
Farslıların Şiiliği kabul edip benimsemesi noktasında, başka sebepler de sayabiliriz. Bunların başında Şiilik ile Fars kültür ve inancını harmanlayan İranlıların, mezheplerinin kökenini Hz. Peygamber’e bağlamak suretiyle meşruiyet kazanma imkânına sahip olması gelebilir. Hilâfet meselesinde Hz. Ali’nin ilk destekçilerinden olan Hz. Selman (Farisî), bu açıdan önemli bir isimdir. Fars milletine mensup olan Hz. Selman, Hz. Peygamber tarafından “Selman Ehli Beyt’imdendir” şeklinde taltif edilmiştir. Şiilerin, mezhebin kökenini Hz. Peygamber’e dayandırmak için önem atfettiği sahabîlerden olan Hz. Selman’ın Fars milletine mensup olması, Farslılar ile Şia arasındaki müşterek zeminin bir ayağını oluşturur. Öte yandan, bazı müellifler, Hz. Peygamber’in torunu Hz. Hüseyin'in eşi Şehribanu Sultan’ın Sasanî hanedanı Yezdigird'in kızı olduğunu söyler. Bu sebeple Farslılar Hz. Hüseyin'in soyunu Aryan ırkının devamı olarak görmüştür. Bu da Farslıların İslâm'ın merkezindeki Ehl-i Sünnet gövdenin içerisinde kalmayıp Şiîliğe yönelmesinde gözden kaçırılmaması gereken önemli bir etkendir. Öte yandan Farslılar ile Şiiler arasındaki ilişkinin hem Farslılara, hem Şiilere bir takım getirileri olmuştur. Şiiler karmaşık öğretilerini Fars kültürü ile harmanlayarak Farslılar arasında gelişip yayılma imkânı bulurken, Farslılar da Arap kültürüne karşı Şiiliği benimseyerek Fars kültürünü koruma imkânına kavuşmuştur.

Kim Mezhepçi?
Türkiye’de genel bir hastalıktır; İran’a karşı iki kelâm edeni “Mezhepçilik yapma!” diye paylamaya kalkarlar. Bunu söyleyenler, İran Anayasası’nın 12. maddesinde “İran’ın resmi dini, İslâm ve On İki İmamcı Caferiliktir. Bu ilke sonsuza dek değiştirilemez.” yazdığından ve dolayısıyla İran’ın mezhepçi bir devlet olduğundan hiç bahsetmezler. Dolayısıyla Fars-Arap mücadelesinin tarihî arka planı sebebiyle, Farsî devlet kimliğiyle Orta Doğu’ya nüfuz edemeyecek olan İran’ın dış politikada dini emperyal şekilde bir yayılma unsuru olarak kullandığını da göremezler. İran bir din-ü devlet değil, “dini kullanan bir devlettir.” Bu bakımdan da “mezhepçi” tanımı üzerine çok yakışmaktadır. Bu hususta bir misal verelim; Orta Doğu’da Şii kimliğini kullanan İran’ın, Dağlık Karabağ meselesinde nüfusunun büyük çoğunluğu Şii olan Azerbaycan yerine Ermenistan’ı desteklemesi... Çünkü İran’da hatırı sayılır bir Azerî nüfus vardır ve güçlü bir Azerbaycan İran’ın iç işlerinde işine gelmez. Bu sebeple Şii Azerbaycan’a karşı “kâfir” Ermenistan’ı desteklemekten imtina etmezler.

Rejim İhracı, Şii Yayılmacılığı ve Şii Hilâli
İran’ın bölgesel dış politikasının merkezindeki kavram “devrim-rejim ihracı”dır. Devrim-rejim ihracı stratejisinin temelinde Şii yayılmacılığı fikri yatar. Şiiliği diğer ülkelerde yaymak suretiyle bölge halklarının İran’ı otorite olarak kabul etmesini sağlayıp İran’ın nüfuz alanını genişletmek maksadı taşıyan bu politika, İran’a savunma hattını kendi sınırları dışında kurma imkânı tanımıştır. Ayrıca bu politika İran devletine dikkatleri dış politikaya yönelterek içeride millî birliği sağlayıp problemler doğmasını engelleme noktasında da katkı sağlamaktadır.

İran, Şii jeopolitiğini, devrim ihracı politikası ve Şii yayılmacılığı ilkesi çerçevesinde kendi çıkarları doğrultusunda kullanırken bunu sağlayacak iki ehemmiyetli müessese inşa etmiştir. Bunlar Kum Medreseleri ve Devrim Muhafızları’dır. İran, Kum Medreselerinde verdiği din eğitimini yumuşak güç unsuru olarak kullanırken Devrim Muhafızları üzerinden askeri gücünü hissettirir. Şii jeopolitiği üzerindeki ülkelerde Devrim Muhafızları’nı aktif bir şekilde kullanarak Şii gruplar ile bir patronaj ilişkisi geliştirmiştir. Kasım Süleymani de bu noktada devreye girmektedir. Kudüs Gücü’nü, Devrim Muhafızları’nın dış operasyonlar birimi olarak nitelendirebiliriz. Bu birimin komutanı olan Kasım Süleymani, on yıllardır İran için devşirilen milisleri askerî olarak eğiten, konsolide eden ve hedeflerini belirleyen kişidir; özetle İran dış politikasının iki ayağından birisidir.

Yemen’de Husilerin Kudüs gücü, dolayısıyla da İran ile ilişkisini bilmeyen yok. Irak’ta Haşdi Şabî’nin Müslümanların cesetlerini parçalayıp iç organlarını boşalttığını ve yediğini, diri diri yaktığını gösteren videolar kinimizi diri tutmak adına hâlâ hatırımızda. Suriye’de bulunan yaklaşık 15 milis grubun Kasım Süleymani tarafından koordine ve organize bir hale getirilip Müslümanların üzerine salınması neticesinde yapılan katliamlar da ortada... 

Süleymani’nin ehemmiyetini anlamak açısından şunu da paylaşalım: İran 2015’e kadar Rusya’nın Suriye savaşına müdahil olmasını istemezken 2015’in yaz aylarında rejimin düşme tehlikesi yaşaması üzerine Rusya’nın savaşa müdahale etmesine razı olmuştur. Reuters’in 6 Haziran 2015 tarihli haberine göre; İran lideri Hamaney’in Putin’i arayıp rejimin düşeceğini söylemesi üzerine Putin’in “Müdahalede bulunacağız Kasım Süleymani’yi Moskova’ya gönder.” dediği iddia edilmiş, Rusya-İran-Esad konsorsiyumunun operasyonunu tasarlayan kişinin Süleymani olduğu söylenmiştir. Hülasası Suriye’de Türkiye’nin menfaatlerinin önünü kesen adam Süleymani’dir; bunun da ötesinde bu adam elinden Müslümanların kanı sızan azılı bir katildir. 

Türkiye uzun zaman boyunca güney sınırlarında oluşturulmak istenen Kürt koridorunu parçalama gayesiyle hareket ederken, İran’ın Şii yayılmacılığı politikasıyla oluşturduğu “Şii hilâli/ekseni”nin dış kavisinin Türkiye’nin güneyini kuşatmış vaziyette olduğunu hatırlatalım. Batı için Şii hilâli projesinin işlerliği Suudi Arabistan, BAE ve Mısır’ı rayına soktuktan sonra ortadan kalktı ve bunun parçalanması için düğmeye basıldı. ABD’nin Süleymani suikasti Şii hilâlinin parçalanmasının nişanesi ve bir dönemin sonudur. Eğer öyle olmasa idi bu ekseni parçalama işi Türkiye’ye düşecekti. Dolayısıyla Şii hilâlinin muhafazası için çalışan bir katil, hatta bu projenin en önemli figürlerinden birisi olmak vasfını haiz bir düşman öldürülmüşken Amerika’ya karşı olmak adına İran yandaşlığı yapmak en hafif tabirle şuursuzluktur. Tıpkı İran karşıtlığı yapmak adına Amerikancılığa düşmek gibi...

İran’ın ABD ve İsrail Düşmanlığı
İran rejimin kuruluşundan itibaren dayanak noktalarının başında ABD ve İsrail karşıtlığı gelmektedir. Bu politikadan vazgeçilmesi meşruiyet zemininin zedelenmesi anlamına gelir, ki bu da zaten reform taleplerinin hızlı bir şekilde yükselerek zaman zaman kitlesel protestolara dönüştüğü ülkede rejimin yara almasına sebep olacaktır. Dolayısıyla İran, ABD ve İsrail karşıtlığı politikasından vazgeçmemekle birlikte zaman zaman ABD ile ilişkilerini yumuşatma seçeneğini tercih etmektedir. Kuruluşunda Batı bloku tarafından desteklenip desteklenmediği yönünde tartışmaların hep diri kaldığı İran rejimi, tüm bu sebeplerden ötürü ABD ve İsrail ile olan ilişkilerini kapalı bir şekilde yürütmeye çalışmıştır. Kurulduğu ilk anda ABD ile rehine krizi yaşamış olan İran, İsrail ile ilişkilerini devrim sonrasında kesmiş ve İsrailli diplomatları sınır dışı etmiştir. Bunun yanı sıra FKÖ ile yakın ilişkiler geliştirmiş, Yaser Arafat İran’ı ziyaret eden ilk önemli isimlerden biri olmuştur. İran’ın Filistin davasını sahiplenmesi, İslâm dünyasındaki kabul edilirliğini de artıran bir unsur olmuştur. (Türkiye’deki İslâmcıların uzaktan uzaktan Kudüs sloganları atması da bundan kaynaklıdır.) İran’ın ABD ve İsrail ile bazı konularda işbirliği yaptığı da zaman zaman gün yüzüne çıkmıştır. Bu duruma örnek olarak 1986 senesinde yaşanan ve literatüre “İrangate skandalı” olarak geçen, ABD ve İsrail’in İran’a dolaylı yoldan silah satışı hadisesi gösterilebilir.

Makyavel “Hükümdar” isimli eserinde, “Romalılar, koloniler kurdu, fazla güçlenmesine meydan vermeden zayıfları tuttular, büyükleri ise alçalttılar.” der. Batı’nın ve hususiyetle ABD’nin Sünnî dünyanın içindeki azınlık olan İran’a yaklaşımı da bu şekildedir. Şii İran’ın Sünnîlere karşı hâkimiyeti ele geçiremeyecek kadar güçlendirilmesi ve bu sayede İslâm coğrafyası içerisinden küresel bir gücün ortaya çıkmasının engellenmesi, bilhassa Türkiye’ye karşı İran’ın yedekte tutulması ve Türkiye’nin doğal hinterlandı olan Orta Doğu coğrafyasına açılamaması amaçlanmıştır.

Nitekim İran’ın en büyük düşmanlarından Taliban’ın Afganistan’da ABD tarafından iktidardan indirilmesi ve yine İran’ın en büyük düşmanı olan Saddam Hüseyin’in de ABD eliyle devrilerek Irak’ın İran’a altın tepside sunulması, İran’ın güçlenmesine ve bugünlerine gelmesine misaldir. Süleymani’nin ABD tarafından bir suikast neticesinde öldürülmesi, ABD’nin beslediği ve büyüttüğü İran’a “buraya kadar” mesajı olarak okunabilir ve İran’ın dış politikasında yeri doldurulması zor bir figürün ortadan kalktığı söylenebilir; fakat bu operasyonun kendi kendine bırakılsa dağılması kaçınılmaz olan İran rejimini içeride kurtaran bir yönü olduğunu da unutmamak lâzım gelir.

Son Söz
Bir küresel (ABD), bir de bölgesel (İran) emperyalistin yaşadığı münakaşadan doğan gerilimin ortasındayız. “Tarafımız ne şu, ne de bu. Sadece İslâm!” Dolayısıyla İran’ın ABD’ye, ABD’nin ise İran’a vereceği zarar bizim işimize gelir. Belli noktalarda İran’ı, belli noktalarda ise ABD’yi politik olarak desteklemekte de bir beis yoktur; ama neticesinde İslâm coğrafyasının başta ABD olmak üzere tüm emperyalistlerden arındırılması gerekmektedir.

Yazımızı, “Homeland”da Müslüman bir “terörist”i canlandıran Ebu Nazir karakteri tarafından esir aldığı CIA ajanı Carry Mathison’a söylenen sözlerle bitirelim:
“Hayal bile edemiyorsun değil mi? Senden daha büyük ve daha önemli bir şeye inanmayı? Savaştayız ve ben bir askerim. Karınla ve çocuğunla akşam yemeğine oturduğunu hayal et. Sanki kızgın bir tanrı tarafından fırlatılmış gibi insansız uçakların bombaları bir anda her şeyi yok ediyorlar. Şimdi terörist kim? Bu nesil ve sonraki nesil acı çekip ölmeli. Biz buna hazırlandık. Siz hazır mısınız? Emeklilik plânlarınız, organik meyveleriniz, plaj evleriniz ve spor kulüplerinizle hazır mısınız? Azminiz, sabrınız, inancınız var mı? Bizim var. Bizi bombalayabilir, aç bırakabilir, mukaddes topraklarımızı işgal edebilirsiniz; ama inancımızı asla alamazsınız. Biz Allah’ı kalbimizde, ruhumuzda taşırız ve bizim için ölmek ona kavuşmak demektir. Bir, iki, hatta üç yüzyıl dahi sürebilir bu mücadele; ama sonunda kökünüzü kazıyacağız!”
Gavur, olayı iyi anlamış…

Baran Dergisi 678. Sayı