Geçen yazımızda, milletlerin 19. Asırda geçirdikleri büyük dönüşümün, üretim ve tüketimdeki büyük sıçramadan ötürü kâğıt (veya itibarî) para tedavülünü ticaret açısından mecbur bıraktığını, 20. Asır itibariyle de bu mecburiyetin tam anlamıyla müşahhaslaştığını belirtmiştik. Bu vaziyetin, kendilerini “Olympos Tanrıları” sanan, varlıkları malum, isimleri meçhul –Erdoğan’ın deyişiyle- bir “üst aklın” menfaatleri ile büyük bir paralellik arz ettiğini de eklemiştik. Aldığımız bazı eleştiriler üzerine bu haftaki yazımızı iktisad ile doğrudan alakalı, ama iktisadî olmayan bir konuya ayırmayı uygun bulduk.

Eleştiri neydi? “…dünyayı tasallut altında tutmak ve onun üzerinde ‘tanrıcılık’ oynamak maksadıyla peyderpey geliştirilmiş rezerv para/dolar sistemi…” ifadesiyle bir rezerv paranın ortaya çıkışının kaçınılmaz olduğu iddiası nasıl birbiriyle telif edilebilir? Birinde bir maksada matuf bir yönlendirme ve bir plan varken, diğeri hadiselerin tabii akışı içinde mecburen ortaya çıkmış bir netice olarak karşımızda; yani nisbeten masum ve anlaşılabilir. Cevabımız her ikisinin de doğru olduğu şeklindedir. Biraz açalım:

Bu mevzu, 50-60 yıldır Türk kamuoyunun önemli gündem maddelerinden birini oluşturan “Yahudi” meselesiyle doğrudan alakalı. Nasıl olmasın ki? Daha geçen haftalarda İsrailli bir akademisyenin twitterdan paylaştığı ifadeler hafızalardaki tazeliğini koruyor. İsrailli akademisyen Edy Cohen ne diyordu: (Tayyib Erdoğan’a hitaben) “Dünya servetinin yarısı sadece Yahudi bir aileye ait ve bu ailenin İsrail’in en büyük destekçisi olduğunu bilmiyor musun? Peki ya diğer Yahudi zenginlere ne dersin?” Bu sözler bir Yahudi tarafından değil de başka biri tarafından söylenseydi hezeyan, aşırı abartma, saçmalama, vs. denirdi; ama Yahudi söyleyince bunu kimse demiyor. Gerçekten hezeyan olsa bile söz konusu Yahudi olunca herkes inanmaya hazır. Bu iddiaların doğruluğu-yanlışlığı ayrı mesele, Yahudi’ye ait kötücül vasıflar herkesi inanmaya sevk ediyor.

Üstad Necib Fazıl, Yahudi ve Musevi’yi birbirinden ayırarak Yahudi’ye eserlerinde müstakil bir başlık açmış ve hakkında tarihî hükmünü koymuştur (mealen): “Yahudi’nin en büyük karakteristiği her tür birliği bozucu olmasıdır.” Yahudi meselesi, ara sıra değindiğimiz hayatî bir konu, lakin bizim bu hafta asıl üzerine eğilmek istediğimiz, Museviler de dâhil bütün insanlığa musallat olmuş bu habis topluluğun uzun boylu bir tahlili değil. Dünya iktisadının son iki asırda geçirdiği değişim ve dünyayı yönetme iddiasındaki bu kesim özelinde, manipülasyon ile tabii seyir arasındaki münasebete bir göz atmak istiyoruz.

Evvela bir hususu net bir şekilde orta yere koymak gerekiyor: Son iki asırdır para üzerinden dünyayı avuçlarının içine alan ve üzerine bindikleri milletler dâhil herkesin –amiyane tabirle- kaderiyle oynayan, çoğunluğu Yahudilerden müteşekkil klik, “Tanrı” değil. Bu çok açık hakikati söylemek durumunda kalıyoruz, zira bu mevzu üzerine yapılan akıl yürütmeler bir süre sonra öyle bir tavsif ve tasvirle son buluyor ki, bu muhakemeyi yürütenlerin gerçekte Allah’a mı inandıkları yoksa bu kesimi şuuraltında bir tanrılar panteonu olarak mı gördükleri birbirine karışıyor. Bahse konu ettiğimiz bu egemen odağı oluşturan kişilerin öyle uydurma değil, hakikaten (tıb diliyle söyleyecek olursak) bir “hubris sendromu” (tanrısal ego veya kibir sendromu) yaşadıklarını yadsımıyoruz. Bütün olan biten içinde bu vaziyet kaskatı bir vakıa olarak kendini dayatıyor zaten; kendilerinin gerçekten birer tanrı, yeryüzü tanrısı olduklarına veyahut bir tanrı tarafından seçilip gönderilmiş bir soyun mensubu olduklarına inanıyorlar. Kötücüller; bir kasabın mezbahadaki koça duyduğu yakınlık kadar sempati duyuyorlar insanlığın geri kalanına. Öyle rahatlar; insanların mahvıyla sonuçlanabilecek girişimlerde bulunurlarken. Ancak bunu olmayan bir sosyoloji ve psikolojiyi meydana getirerek yapmıyorlar. İnsanların zaaf ve ihtiyaçlarını sömürerek hedeflerini gerçekleştirmeye çalışıyorlar. En çok da kullanmasını gayet iyi bildikleri para silahını doğrultuyorlar insanlara. Nüfusun artması, teknolojinin gelişmesi, psikoloji ve sosyoloji başta olmak üzere bilimlerde yaşanan gelişmeler, büyük bir iktisad devriminin yaşanması neticesini getirdi. Elbette bahsettiğimiz devrimin tam göbeğinde kendilerine yer tutan bu topluluk, ondan azami faydayı elde etmeyi de bildi.

Hedeflerinin, süreci izlediğimizde, bütün insanlığı köleleştirmek, kendilerinin koyduğu ahlâkî kurallara tâbi kılmak olduğu anlaşılıyor. Kendi varlıkları hariç hiçbir kutsalları yok; hiçbir kutsala saygı duymuyorlar. Araçsallaştırmayacakları hiçbir değer mevcut değil. Üstünlük gibi görünen vaziyetleri de bu bakış açısından kaynaklanıyor. Çeşmenin başını tuttuklarından, onlara tâbi olmayanları cezalandırmak ve o pozisyona kimseyi yanaştırmamak ise en stratejik gayeleri. Tabiî bu amaçlarına her hâlükârda ulaştıklarını söyleyemeyiz, zira mutlak kudret sahibi değiller. Sürekli pürüzler yaşıyor, çözmek için çabalıyorlar. Ancak burada da bir zaafları ortaya çıkıyor; yol göstericileri şeytanın zaafı olan “kibir”… Kendilerinden başka herkesi hayvan, daha açık söyleyelim böcek olarak gördüklerinden küçümsüyorlar. Bu da onları o büyük güçleri nisbetinde güçsüz kılıyor. Küçümseyen, pörsür ve kaybeder.

Bunlarınki gayet patetik bir durum; fakat ellerine geçirdikleri güç yüzünden bu hastalığın sahası onlardan ibaret kalmıyor, neticeleri tüm dünyayı etkiliyor.

Milletleri zapturapt altında tutma yolunun devletleri kontrol etmekten geçtiğini biliyor ve bu kontrol işini de büyük oranda başarmış durumdalar. Fakat hiç ummadıkları zaman ve zeminlerde sürekli hesaplarını bozucu gelişmeler oluyor. Bunlara ilaveten en ciddi handikapları ise, insanlığın bir kısmına biçtikleri bireycilik ve hedonizm ile geri kalan kısmına layık gördükleri ölümüne çalışma rolü; bu iki rol de insan ruhu ile mütenakız. Yani yürüttükleri proje bu anlamda sürdürülebilir değil. Bu vaziyetin farkında olsalar gerek, telegram gibi tarihin gördüğü en şeytani icadların peşinde koşuyorlar. Kitleleri, en azından önderleri vasıtasıyla, topluca tesir altına alıp köleleştirmenin yollarını arıyorlar. Kendilerinin dışındaki insanları öldürmek, kendi pis bedenlerini ise birkaç yüzyıl yaşatmak için tıbba (genetik, kök hücre, vs.) çok yatırım yapıyorlar. Yeryüzünde ölümsüzlüğü arıyorlar.

Tasvirimizin bu habis topluluğu anlatmaya yettiği kanaatindeyiz.

İşte tam burada vurgulamaya çalıştığımız hususa geldik: Müslümanların ve diğer mazlum milletlerin başına gelen her şeyin bu kesim tarafından gerçekleştirildiği ve onlar istemezse dünyada bir kuşun bile uçamayacağı inancı, doğru değil. Böyle deyince yükselen itiraz seslerini duyar gibiyiz “biz öyle mi diyoruz?” diye. Doğrudan öyle denmiyor ama mağdurların da katıldığı koro tarafından seslendirilen şarkı böyle söylüyor. Film, TV yayınları, kitap ve dergiler, gazeteler ve son zamanlarda sosyal medyayla farkında olarak ya da olmayarak her taşın altında bir Yahudi (veya onların güdümündeki bir İngiliz, Amerikalı, Fransız, Koreli, vs.) bulunduğu saplantısının zihinlere zerk edildiğini kim inkâr edebilir? Öyle şeyler okuyor veya seyrediyoruz ki, sanki geri kalan bütün insanlık hangi dinden, hangi ırktan ve milletten olursa olsun, bir acizler sürüsü; yalnız bu Yahudilerin başını çektiği bir avuç insan her şeyi yönetiyor. Kaçırılan noktanın şu olduğu kanaatindeyiz: Bu kesimin yapıp ettikleriyle alakalı tesbit ve tahliller, umumiyetle hadiselerin neticeleri üzerinden gerçekleştiriliyor ve herhangi bir sistemik fikre müstenid değiller. Bilakis, “Her hâlükârda Yahudilerin önderliğindeki egemen güçler kazanıp biz kaybettiğimize göre, bütün bu olan bitenler onların şeytani planlarının neticesi olsa gerektir.” biçiminde basit ve sathî bir akıl yürütmeye dayanıyor. Ama dünyanın her tarafında bu kesime karşı insanların kahir ekseriyetinin seslerini yükseltmesi, aslında onların hiç de başarılı olamadıklarının bir göstergesi değil mi?

Sürekli kazandıkları havasını bizzat mezkûr kesimin üflediği, sembol binaları tarihin en havsala almaz eylemiyle yerle bir edildiğinde dahi herkesin kafasına ‘bu ancak biz izin verirsek olur’ fikrini onların işlediği veyahut bu tarz söylentileri kendileri çıkarmasa bile köpürttükleri kimsenin aklına gelmiyor. Doğru; tıpkı önceki yaşanan birçok hadisede olduğu gibi (Osmanlı’nın tasfiyesi, Hitler ve Almanya, SSCB’nin yıkılması, vs.) 11 Eylül hadisesi ve Arab Baharı’nda da bu topluluğun kazançlı çıktığı söyleniyor, ki geçici bir durum olarak bunu biz de kabul ediyoruz. Ancak bu vaziyet, belki sayısı binleri bulan bu tür hadiseleri, insanların birebir planlayıp sahneledikleri anlamına galmiyor tabii ki... Hatta belki çoğu zaman bu “patlamalara” hazırlıksız yakalandıkları bile söylenebilir. Bu kesimin önemli figürlerinden Hillary Clinton’un Arab Baharı için 2011’de sarf ettiği “Kabul etmeliyiz ki, hiçbir şeyden haberimiz yok ve hiçbir şeyi denetleyemiyoruz.” itirafı, bu hale dair güzel bir misaldir.

Dünyanın sürekli bir kesimin güdümü altında olma meselesi aslında sanıldığı kadar karmaşık değil. Bu kesimin, son iki asırdır bilhassa Yahudilerden müteşekkil olması gayet anlaşılabilir olduğu gibi son yüz yıldır teknoloji ve iletişim aletlerindeki gelişmelerle güçlerini çokça artırmış bulunmaları da son derece olağan.*

Netice
Bu habis topluluğun şu veya bu miktarda denetim altında tuttuğunu bildiğimiz son iki asrın egemen devletlerinin (İngiltere ve ABD) büyüklüklerinin sebebi, sanıldığının aksine askerî, iktisadî vs. sahalardaki gelişmişliklerinden kaynaklanmıyor; bunlar sadece bileşen… Onların büyüklüklerinin asıl sebebi, siyasî sahadaki stratejik (ileri görüşlülük) bakış açısından ve her duruma göre kendilerini konumlandırıp ondan azamî derecede nasıl faydalanabileceklerine kafa yormalarından gelmektedir. Zaten o yüzden de askerî ve iktisadî sahalarda büyük olmuşlardır. Bu devletler, pozisyonlarını koruma adına sürekli tetiktedirler; duyuları keskinleşmiş, her daim aç ve doymayan bir yırtıcı gözüyle görürler çevrelerini. Yukarıda vasf ettiğimiz klik(ler) de bu hayvanı yöneten beyin hükmündedirler. Dünyada ne tür bir gelişme vuku bulursa bulsun, ya onu izliyor ve ona göre pozisyon belirliyorlardır yahut da, eğer bir anda zuhur ettiyse, derhal ona göre “hesap kitap” içine girip kaybetmenin değil de buradan nasıl kârlı çıkılabileceğinin hesabını kitabını yapıyorlardır. Kısacası kontrolleri altında bulunsun ya da bulunmasın her hadiseden azami faydayı devşirecek bir tutum içindedirler. Osmanlı da güçlü zamanlarında böyle bir devletti ve o sebebten üç asır boyunca umumiyetle hep avantajlı pozisyondaydı. Modern tarihçiler ise bu dönemdeki gelişmelerin Osmanlı’nın lehine olmasını, kendi dışındaki güçlerin parçalanmışlığına bağlarlar. Belki bunların birleşmesini siyaseten engelleyen Osmanlı idi, düşünmezler bile…

Bu sebebten hadiseleri neticelerine göre takdir edenler, İbda Mimarı’nın “mihraksız tümevarımın zaafiyeti” tesbitinin kapsamı içinde, gâvurların kusursuz işleyen büyük bir planları olduğu ve Müslümanlara, şikâyet ile itaatten başka bir seçenek kalmadığı zehabındadırlar. Hâlbuki bu kesinlikle doğru değil; öyle çok uzun vadeli, tutarlı bir planları olmadığı gibi, olan daha düşük vizyonlu planları da kusursuz işlemiyor. Başarıları, ortaya çıkan yeni durumları “feedback/geri besleme” sistemiyle değerlendirip mevcud planlarını gözden geçirebilme ve esnek davranabilmelerinde yatmaktadır; yani dediğimiz gibi fırsatları kaçırmıyorlar. Yaşadıkları büyük yozlaşmaya rağmen halen güçlü olmalarını işte bu fırsatçılıklarında aramak lazım. Diğer bir avantajları da kazananın eninde sonunda kendileri olacağına dair insanlığın kafasına yerleştirdikleri imajdır. O yüzden asıl mücadeleyi zihin sahasında yürütüyor, insanların algılarıyla oynuyorlar. Bu sebeble mezkur güçlere karşı, kim tarafından güdüleniyorlarsa güdülensinler, hem zihnî hem fizikî bir mücadele vermek, meseleyi bütünleşik bir şekilde ele almak durumundayız.

* Avrupalı milletlerin cüzzamlı muamelesi yaparak dışladığı, tarım yapmalarına ve mülk sahibi olmalarına izin verilmeyen, paylarına mecburen –elbette mizaçlarına da uygun olarak- Avrupa insanının çok hazzetmediği ticaret sahası düşen Yahudi’nin, Avrupa’daki parayı zabtetmesinden daha tabii ne olabilirdi? Hele ki paraya ve tasarrufa düşkün mizaçları göz önüne alındığında… Bir de buna 16. Asırdan itibaren yeni keşfedilmiş Amerika kıtasından akan altun ve gümüşün, olduğu gibi, faizin Hristiyanlarca yasak kabul edilmesinden ötürü, bu işi rahatça yapan Yahudi’nin elinde toplandığını ekleyin. Hülasa Yahudiler parayı kontrol edebilmektedirler, ama dikkat edin yaratamamaktadırlar. Para, mübadele şartından dolayı bir ihtiyaçtır ve ancak imkânlar elverdiği ölçüde yönlendirilip istismar edilebilir. Yoksa, mesela, kâğıt para fikri Yahudilere ait olmadığı gibi yeni de değildir: Tarihi kayıtlara göre, M.Ö. 118 yılında Çinliler deri para kullanmışlardır. İlk kâğıt para ise M.S. 806 yılında yine Çin’de ortaya çıkmıştır. Batıda kâğıt paraların basılıp kullanılması ise 17. yüzyılın sonlarına rastlamaktadır. İlk kâğıt paranın 1690’lı yıllarda Amerika Birleşik Devletleri’nde Massachusetts Hükümeti tarafından basıldığı ve dolaşıma çıkarıldığı, 1694 yılında İngiliz Merkez Bankası ve daha sonra diğer ülke merkez bankalarının kurulması ile yaygınlaştığı görülmektedir. (Ekonomi Ansiklopedisi, Para maddesi) Aydınlanma ve Fransız Devrimi ile birlikte Yahudi unsurların, Avrupa ve Amerikalılar arasında gözden kaybolduğu, daha önce erişemedikleri payelere eriştikleri (mülkiyet edinme, asalet namları) anlaşılıyor. Artık Polanyi’nin 1850 ile 1915 arasını “Rothshild Çağı” diye tavsif etmesine yol açacak kadar güçlü olan bu kesim, para bir “ruh” gibi olduğundan yine de devlete ve siyasete muhtaçtı. Yahudi kimlikleriyle göz önünde duramıyor, ellerindeki finans imkânlarıyla devletleri istedikleri istikamete yönlendirmeye çalışıyorlardı. Her zaman başarılı oldukları söylenemez, ama ortalamanın üzerinde bir başarı kazandıklarını kabul etmek lazım. Ezcümle, şu veya bu şekilde Avrupa’nın ileri gelen devletlerini, bilhassa İngiltere’yi ve ABD’yi büyük oranda denetimleri altında tuttukları genel kabul görmüş bir iddiadır. Bu konunun tafsilatına burada girmeyeceğiz.



Baran Dergisi 596. Sayı