Daha önce bu başlık altında bir yazı kaleme almıştım, hatırlarsanız. Özetle İbda bağlılarının kendi sahalarını İbda şemsiyesi altında tafsil etmeleri, mevzu sahibi gönüldaşlar arasında dayanışmalı fikir oluşumu esprisine dayalı olarak iş bölümü ve bünyeleşmenin zorunluluğu üzerinde durmuştum.

Her türlü tenkide açık bıraktığım o yazıya cevap, destek yahut red makamında karşılaşmayı zaten beklediğim aks-i sedaya mukabil olarak bu yazıyı yazmam icab etti. Özellikle bazı gönüldaşlar tarafından daha müşahhas şeyler yazmam istenmişti. Öte yandan gerçekte mevzu sahibi arkadaşlarımızın sayıca çok az olduğu anlamına gelebilecek bir sessizlikle de karşılaştığım için devam etmem şarttı. Ayrıca bir sahayı İbda şemsiyesi altında ele alma ameliyesine dair kendi fikir ve tekliflerimi de beyan etmem gerekiyordu.

En başta bir sahayı İbda şemsiyesi altında ele alıp tafsil etme davası hakkında hem de müşahhas olmaya çalışarak düşüncelerimi takdim edeyim. Mesela, tarih alanında eser vermeye kalkmadan önce İbda Mimarının “tarihe mana veren insan” ölçüsüne dayalı olarak, nakilcilik yerine teşhis ve manalandırma gayreti içinde eldeki tarihi malzemeyi değerlendirip ona göre sorgulama ve önerme ortaya koyma faaliyeti göstererek önermeyi ispat etmek işi, İbda şemsiyesi altında tarihçilik yapmaktır. Tabi ki bunu kendi anlayışımla kabaca ifade ediyorum ve daha kapsamlı ve sağlam tarifler getirilirse buna sırt dönmeyeceğimi de bildiriyorum. İddia sahibi olmam hasebiyle kendi acizane yaptığım üzerinden örnekler vermem gerekeceğinden “Osmanlı’da Doğal Sınır Meselesi” ve “II. Abdülhamid Dönemindeki Yenilenme Çabası ve Bir Örnek: Fatma Aliye Hanım” başlıklı yazılarımda uyguladığım yaklaşımı anlatmak istiyorum. Anlatılan her iki dönem de esrarengiz dönemler değildir. Hikayesi herkesçe bilinir. Ama Fatih döneminde Osmanlı Devleti’nin stratejik olarak kendine yön çizmekte istikrar sağlayamadığı ve II. Abdülhamid döneminde dinde tecdid davasına dair adım atma gayreti olduğu iddiaları bana aittir. Başkaları tarafından bu şekilde ele alınmış ise bundan haberdar olmamam benim eksikliğimdir. Aynı dönem hikayelerinden farklı birer önerme ortaya atmış oldum ve bunu elimden geldiğince ispat ettim. Her daim ehlinin tenkidine muhatap olarak kayda geçmiştir. Abdullah Kiracı’nın Vakıf Tasavvuru adlı kitabı hem tarih, hem iktisad, hem de fıkıh alanlarında ciddi araştırma isteyen ve bu yönüyle cidden zor olan bir meseleyi, hem de vakıf müessesesi gibi çok teferruatlı bir meseleyi ele almaya davranmak İbda şemsiyesi altında tarihçilik (ayrıca iktisad ve fıkıh alanları) üzerinde verilmiş bir örnektir. Her üç sahada ve vakıf müessesesi mevzuunda en azından atılmış ilk adım mahiyetinde zikredilmelidir. Tarih alanında eğitim görmem ve bu alanda okumaya yoğunlaşmamdan dolayı kendi alanım dışından örnek vermeye çalışmıyorum. Böylece anlamadığım bir mesele hakkında tenkid ve takdire davranıp hata yapma riskinden de kendimi korumuş oluyorum.

İlimlerin Tasnif ve Tarifi
Mevzu sahibi olamama, İbda bağlıları arasında müzmin hastalıklardan biri maalesef. Gönüldaşların kabiliyet, zeka ve çabaları belli bir alanda derinliğine ve genişliğine büyüme temayülü açısından zayıf kalıyor. İçinde derinlik işaretleri barındıran eserlerin devamı gelmiyor. Yahut tamamıyla mücerred veya mücerredvari çalışmalar yapılıyor ve faydaya dönüşemiyor. Batılıların “bilgi güçtür” yaklaşımıyla gösterdiği pragmatizm ve bu sayede elde ettiği dünya köpürtüsü karşısında yaya kalıyoruz. Sovyet rejiminin ideolojiyi savaş kazanma aracı olarak kullanmayı başarması ve Çin’in de aynı ideolojiyi kalkınma aracı olarak kullanması (tespitler Üstad Necip Fazıl’a aittir) gibi örnekler karşımızdayken, BD-İbda gibi emsalsiz bir ideolojinin muhataplarının bu derece sığ kalması, öncelikle bu şahane ideolojinin büyüklüğünü ve ona muhataplık davasının da zorluğunu işaret etmekle beraber, bu memuriyetin yine bağlılar tarafından esastan düşünülmesi noktasında eksik kalındığını gösterir.

Bu meyanda ilimlerin tasnifi ve tarifi, esasa dair ilk adım veya en önemli adımlardan biri olarak zikredilmelidir. Her bir mevzu sahibinin veya adayının en başta üzerinde çalıştığı sahayı bir ilim mi veya alt saha mı diye tasnif ve tarif etmesi gerekmektedir. Eğer ilim olarak bilinmeyen bir sahayı icad etmişlerse bu da tarifiyle beraber onların orijinal eseri olarak İbda’dandır. Bilindiği gibi tasnif yani sınıflandırma ve akabinde tarif ameliyesi medrese usulünde de mevcuttu. Bizler hali hazırda batılı tariflere bağlı durumdayız. Yeniden yapılacak tasnif ve tarif velev ki batılı tasnif ve tarife bire bir uysa bile orijinal olacaktır. Büyük Doğu ve İbda Mimarları en başta kendilerini tarifle işe başlamıştır. Batıda da ilim ve fikir adamları kendi dünya görüşleri doğrultusunda tariflerle işe başlamıştır ki, akl-ı selimin gereği budur. Aksi takdirde yapılan çalışmaların istinad noktası zaaf belirtebilir. Benim tarih alanında ortaya net olarak koyduğum bir tarif mevcut değil. Bu vesileyle yaptığım teklifin bir muhatabı da ben oluyorum. Öte yandan ben veya bir başkası her kim böyle bir tarif yaparsa yapsın tabii ki tartışmaya açıktır. Ama bu tartışmanın İbda’ya muhataplık davasına hizmet edeceği de açıktır. Bu meyanda Abdullah Kiracı’nın Vakıf Tasavvuru isimli eserinin önsözünde zikrettiği şu cümleleri de iktibas etmem gerekiyor: “… bu külliyatta tespit edilmiş bütün esasların tarafımızdan açılıp pratiğe geçirilmesi lazım geliyor. Her uygulama, aynı zamanda kendi “uygulama teorisine” ihtiyaç duyacağından, bu pratiğin de kendine ait bir teorisi olacaktır.” Bu sözlerden ilimlerin tarifiyle beraber alt sahalar ve ilmin iç usullerine dair bir akışı da zaruri olarak görüyoruz. Çünkü derinleştikçe yeni açılımlar ve tarifler kendini dayatacaktır. Böylelikle her ilmî sahada metod olarak gelenekleşmiş tasnif ve tarif meselesi halledilir ve her adımda yeni buluşlarla yeni tarifler ve hatta gerekirse o ilmin bile esastan yeniden tarifi söz konusu olur, elbette merkezî anlayışı kaybetmeden... Böyle bir davranıştan uzak durarak verilecek kaliteli eserlerin faydası da beklendiği kadar olamaz. Metod olarak doğru yaklaşımla yapılmış az ve küçük çaplı faaliyetin de çapından fazla fayda doğurmasının önü açılmış olur.

Eğitim Zarureti
Komiklik olsun diye mi söyleniyor bilmem, “eğitim şart” diye bir motto çok kullanılır. Evet eğitim şart. Belli bir sahada derinleşip o sahayı tafsil etme çabasına talip olan İbda bağlısının tabii olarak en başta İbda’yı iyi okuma ve anlama çabası şarttır. Bununla beraber dışardan da eğitim görmesi gerekmektedir. Bu yüzden üniversite eğitimi ve akabinde olabildiğince yüksek lisans ve doktora programlarına devam etmek son derece faydalıdır. Hiçbir şuur süzgecine sahip olmadan batılı eğitimden geçmek nasıl bir felaketse, bu şuur süzgecine malik olduktan sonra uğraştığı saha hakkında yapılmış çalışmaları öğrenip bu süzgeçten geçirmeden fikir mesaisine kalkışmak çok zordur ve büyük ihtimalle kısır kalır. Mesela yine tarih alanında batılıların çaba ve metodlarını örnekleriyle bir arada görüp okuma sayesinde zihin zenginleşir, işlem pratiği elde edilir ve İbda’nın farkına ve büyüklüğüne şahit olunur. Elde edilen zengin malzeme sayesinde de İbda diyalektiğini işletecek yeni alanlar ve alt mevzular keşfedilir ve işlenir. Dışımızdaki ilmî ve fikrî faaliyet mensupları kendi sahalarında verilen eserleri takip edip bunlar üzerinde kafa yormakta ve böylece sahalarına hakimiyetlerini perçinlemektedirler. Herhangi bir mevzu üzerinde ciddi bir çalışma yapmak için o mevzu üzerinde derin literatür taraması yapmadan kendi görüşlerini beyandan kaçınırlar. Çünkü başka bir yerde başka biri yeni bir buluşla belki çoktan söylenecek şeyi söylemiş veya çürütmüş olabilir. Ayrıca üstün bir sezgiyle keşfedilmiş bir tez için bilmeden malzeme devşirmiş olabilir. Böyle bir birikim elde etmeden İbda’yı tafsil çabası kısır ve genellemeci kalmaya mahkumdur. Tersi olduğunda ise zengin malzemenin İbda şemsiyesi altında, yani doğru bakış altında incelenmesi suretiyle başkalarının fark edemediği önermeler inşa edilebilir ve bu sayede ortaya çıkan eser bizzat fikrin propagandasına da hizmet ederek insanlarla İbda arasında köprü vazifesi görür.

Dayanışmadan Yoksun Olma
İbda Mimarı, “kendinden zuhur” ve “cephe esprisi” adı altında muhataplarına hem hareket ve yaklaşım metodu göstermiş, hem de hürriyet tanımıştır. Oysa İbda bağlıları arasında bu, hakkıyla ifa edilememiş ve kimi zaman “tavaif-i mülûk” manzarasına yol verilmiştir. Gerçekten iş yapanla yapmayanın ister istemez ayrılması gibi bir faydayı doğuran bu metod, samimiyetle fikrî faaliyet yapma azminde olan gönüldaşların dayanışma içinde hareket ettiği bir manzaraya bürünmekte zayıf kaldı. İbda bağlılarının mevzu sahibi olarak samimi şekilde fikir mesaisi yapmaları ve iş bölümü paylaşımı halinde hem kendi içinde müstakil, hem de birbiriyle dayanışma halinde olmaları, hem birbirlerinden fikrî olarak beslenme hem de birbirini teşvik gibi asgari faydayı doğuracaktır. Hali hazırda zaten ciddi bir müesseseleşme olmaması ve belli ilmî sahalarda hakim insanların çıkmaması gibi büyük bir eksiklik karşısındayız. O halde prematüre fikirci olmaktan kurtulup kendimizi yetiştirmek için dayanışmaya daha da muhtacız. Muhakkak ki ortaya konulacak eserler, içinde hata ve eksikler de barındıracaktır. Bunları karşılıklı olarak samimi tenkidlerle birbirini destekleme ve olgunlaştırma çabasıyla gidermek gerekiyor. Birbirine ayna vazifesi görmenin ne büyük kazançlar getireceği açıktır. Velev ki yapılan bir faaliyet yahut ortaya konan bir eseri tamamen yanlış bulmak şeklinde bile olsa tutarlı ve samimi tenkidler, tenkid edilen de samimi ise fayda getirecektir. Hanefî mezhebinde sünnet olarak kabul edilen bir şeyin Şafiî mezhebinde bid’at olmasına rağmen bu mezheplerin birbirini bid’atle itham etmediğini biliyoruz. Hepsi de esaslara bağlı kalmış ve teferruat üzerinde ihlasla çaba sarf etmiştir. Usulleri de tutarlıdır. Farklı sonuçlara ulaşmışlar ve birbirlerinin çabasına saygı göstermişlerdir. Yoksa yekdiğerindeki eksikliği bile bile görmezden gelme gibi bir genişlik değildir bu. Önce kendi usul ve tariflerini ortaya koymuşlar, diğerlerini anlamış ve takdir etmişlerdir. Nitekim dört mezhep bağlıları birbiri arkasında cemaat olur. Çünkü esasta tektirler. İbda bağlılarının da fikri faaliyetleri böyle bir yaklaşımla dayanışmaya yol açar. Halbuki bizler maalesef ortaya konan çalışmaları yeterince sıkı şekilde takip etmiyoruz. Takip ettiklerimiz hakkında tenkid ve takdir babındaki görüşlerimizi yazılı olarak veya kendi aramızda sözlü olarak yeterince ifade etmiyoruz. Yapılanları takip ve tahkikte ağır kalmak insani bir kusurdur elbette ama bu eksikliğe karşı daha gayretli olmak zorundayız.


Baran Dergisi 675. Sayı